Necmiye Alpay: Sıfıra yaklaşmış olan ifade özgürlüğünü savunma mücadelemizde Özgür Gündem’le ilgili Voltaire davalarının payı olabileceği fikrindeyim
10 Ocak 2017 13:00
16 Ağustos'ta Aslı Erdoğan gözaltına alındıktan sonra, 19 Ağustos'ta edebiyatçıların dayanışma buluşması ve Erdoğan'ın o günün akşamında tutuklanmasına kadar adliyede hukuksal süreci takip eden edebiyat insanları arasında yer almıştınız. Bundan yaklaşık on gün sonra ifade vermeye gittiniz ve siz de Özgür Gündem gazetesinin Danışma Kurulu'nda yer aldığınız için tutuklandınız. Birçok yazarın tutuklanmamak için ülkeyi terk ettiği bir dönemde, bu metanet ve cesaret herkesi çok etkiledi. On günlük araftaki süreyi nasıl anlatırsınız?
Aslı Erdoğan’la Danışma Kurulu’ndaki konumumuz aynıydı ama, o konumdan ötürü suçlanabileceğine ihtimal vermiyordum, bizim “danışman”lığımız deyim yerindeyse ‘alâkasız’ bir konumdu çünkü. Aslı’nın gözaltına alındığını duyduğumda savcının daha çok yazılara takmış olabileceğini düşünmüştüm (benim Özgür Gündem’de tek yazım vardır, o da nöbetçi genel yayın yönetmeni sıfatıyla, aynı çerçevede yazılmıştır). Aslı’nın yazılarından da bir şey çıkmayacağı, savcılıktan ya da sorgudan serbest bırakılacağı beklentisi içindeydim. Tutuklandığı gün, biz mahkeme önünde nöbetteyken, gazetenin avukatları bir ara dışarıya çıktıklarında savcının Aslı’ya diğer Danışma Kurulu üyelerini tanıyıp tanımadığını sorduğunu anlattılar ama, hepsi o kadar; dosyada benim adımı ya da diğer Danışma Kurulu üyelerinin adını gören olmamıştı.
Sonraki günlerde avukatım benim durumumu netleştirmek için epey uğraştıysa da savcıya ulaşamadı. Dosyada gizlilik kararı olduğundan yalnızca sekreterin önündeki kayıtları sorabildi, orada benim adım geçmiyordu. Evime gelen giden de olmadığından, bu kez piyangonun Aslı’ya vurduğunu düşündüm. Birkaç gün sonra, Özgür Gündem’in önceki genel yayın yönetmenlerinden olan ve Aslı’yla aynı gün evi basılan Avukat Eren Keskin, İstanbul’a yeni döndüğünü, döner dönmez savcılığa gidip ifade verdiğini ve o arada dosyada benim adımı da gördüğünü söyledi. Bunun üzerine avukatım bir kez daha savcıyla görüşme çabasına girişti ve bu kez benim ifade verebilmem için randevu alabildi. Randevuya gittik, sonrasını biliyorsunuz.
Savcının ve “sulh ceza mahkelemeleri” sisteminin bakış açısını ve çalışma tarzını bu şekilde bizzat keşfetmek bana biraz pahalıya mal oldu ama, bu zaten bizim buraların hayatına dahil. Unutmadan ekleyeyim: Avukatımın çok sonra, ben içerdeyken, iddianame hazırlanıp dosyadan gizlilik kararı kalkınca oradan öğrendiğine göre, Aslı Erdoğan’ın ve Eren Keskin’in evlerinin basıldığı gün Necmiye Alpay’ın evi de basılmış ama, yanlış bir Necmiye Alpay’ın evi! Tıpkı Danışma Kurulu üyelerinden Bilge Contepe’nin yerine adı ona benzeyen başka birinin evinin basıldığı gibi... Ağır cezaya sunulan ve hakkımızda ağırlaştırılmış müebbetten bahis açan dosya işte bu hoyratlıkla hazırlanmış, araf böyle bir araf!
Ülkeyi terk etmek fikrine gelince, aklımdan bile geçmedi, bundan sonra da kolay kolay geçeceğini sanmıyorum. Beraat edeceğimize inanıyorum. İyimserliğimden değil, hukuken öyle olması gerekiyor da ondan. Sıfıra yaklaşmış olan ifade özgürlüğünü savunma mücadelemizde Özgür Gündem’le ilgili Voltaire davalarının payı olabileceği fikrindeyim. Durumu bütün netliğiyle görebilmek için bir kez daha Burcu Karakaş’ın hazırladığı kitabı öneriyorum: 90’lı Yıllarda Gazetecilik. Bu davalar barış mücadelesi açısından da hayati önemde.
Tutuklandıktan sonra Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'nde yirminin üzerinde kadınla birlikte yaklaşık dört ay birlikte yaşadınız. Bundan otuz beş sene önce Mamak Cezaevi'nde de mahpusluk deneyimi yaşamıştınız. Karşılaştırılamaz ama yine de sormak istiyorum. En belirgin farkları neydi?
Baştan sona her şey farklıydı. Mamak, Diyarbakır’ın ardından ikinci cehennemiydi o dönemin. Kent dışında, çok geniş bir askerî yerleşkenin ortasında, askerî bir cezaevi olarak kurulmuş bir işkence merkeziydi. Mamak’ı ille de karşılaştıracaksak Silivri’yle karşılaştırmak biraz daha uygun olabilir.
Siz içerideyken, tutulan özgürlük nöbeti anı defterine “Necmiye Alpay sadece halklar için değil, sözcükler için de barış isterdi” yazılmıştı. İçeride yeni barış açıları bulabildiniz mi?
Elbette. Barışın en yakın ve yakıcı ilgililerinden bir kesimle aynı koğuşta kaldık. Bazıları herhalde siyasî tarihimizde ilk kez olmak üzere yirmi küsur yıldır mahpusta olan o genç kadınlar için savaş ve barış bizlere oranla çok daha sert, tahmin edilemeyecek kadar hayati, hatta bedensel bir kavram alanına ait.
Hapishanede yazılan öyküleri romanları takip eden bir edebiyat eleştirmenisiniz. Koğuşunuzda Aslı dışında yazar var mıydı? Yazdıklarını okuma fırsatınız oldu mu?
Koğuşta gerçek anlamıyla iki yazar daha vardı, iki entelektüel: Dilek Öz ve Nibel Genç. Bu adları Hapishaneden Öyküler ve Kıyıya Vuran Dalgalar adlı kitaplardan hatırlayabilirsiniz. Dilek öykü yazmayı sürdürmüş, henüz bir kitap edecek miktarda değilse de, hatırı sayılır öyküleri var. Benim favorim “Leylak Sokak” adlı olanı. Dilek’in yazarlığının belirgin özelliği, kendi deneyimlerinin tamamen dışında ve birbirinden bağımsız gibi duran usta işi öyküler yazabilmesi. Mizah yeteneğinin de olduğunu, koğuşta sahnelenen, bizzat oynadığı skeçlerden biliyorum. Nibel Genç ise birkaç öykü denemesinden sonra Mısır Koçanlarını Kızartan Koku adlı bir roman yazmış. Öyküler hâlinde de okunabilen bir roman, postmodern sıfatını akla getirecek tarzda. Onun yazısı kendi deneyimlerinden büsbütün kopuk değil ama hayli dolayımlı, hoş bir biçimde naif. Özellikle “Tütün Tabakası” başlıklı bölüm nefis. İyi bir yayınevi arıyor, ablasının ziyaret ettiği bir iki yayıncı romandaki bir püf noktasını fazla buldukları için olmalı, geri çevirmiş... Koğuşta ayrıca gizli şairler ve inanılmaz bir mektup yazarlığı geleneği var ama, söz verdim, ad veremiyorum.
Duruşma sırasında iddianame metnini çözümlediğinizi, parçalı ama parçaları arasında bağlantı bulunmayan bir metin olduğunu belirttiğinizi gördük. İnsanın yaşamını sizin deyiminizle “baltayla ikiye ayıran” bir metne, nasıl mesafenizi koruyabildiniz?
Mesafeyi nasıl oluşturabildiniz diye sorsanız daha yerinde olur! Önceleri göz atmaktan öte bakamadım, bakmak istemedim iddianameye. Sonuçta duruşmaya birkaç gün kala oturup baştan sona okudum, görüntü netleşti ve savunmamı yazdım. Mesafe bir tür ‘meslek hastalığı’ndan gelmiş olmalı!