“Tüm sorularının yanıtını almış insan yazar mı?”

Vivet Kanetti'nin yeni kitabı Yonca, Lana, Feride yakın zamanda okuruyla buluşacak. Tek tek kitaplarıyla ilgili konuşmayı tercih etmeyen Kanetti ile yaratma süreci ve yazma eylemi hakkında konuştuk...

12 Ocak 2017 13:56

Bir yanlış anlama olmasın, söyleşide soruları ben sordum, Vivet Kanetti yanıtladı. Başlığa çıkan soru, yanıtı da içinde taşıyan ama öte yandan tartışmayı nihayete erdirmeyen sorulardan. Okuyacağınız da zaten insanda yanıtlardan çok sorular bırakan bir söyleşi. Söyleşiyi, Kanetti’nin yeni kitabı Yonca, Lana, Feride’nin okurla buluşması eli kulağındayken yaptık. Kitaplarıyla ilgili açıklamalar yapmaktan hoşlanmayan yazarlardan Vivet Kanetti. Benim niyetim de zaten bu söyleşilerde yazarların tek tek kitapları üzerine konuşmaktan çok yaratma süreçlerine ilişkin bazı izlenimler edinmek. Bu izlenimler hem yazarın metniyle yeniden ve farklı bir ilişki kurmamızı, hem de yazma eyleminin kendisi üzerine düşünmemizi sağlayabilir belki…

Özgeçmişinizi açıp bakınca iki ifade dikkati çekiyor. Biri, “pek çok yerde yaşadı”, diğeri de “satıcılık, telefonculuk, çevirmenlik, tiyatroculuk, sinema figüranlığı, öğretmenlik, akıl hastanesinde ergoterapistlik, muhabirlik, televizyonculuk ve köşe yazarlığı yaptı”. Yazarken de farklı deneyimlere bu kadar açık mısınızdır, yoksa sıkı sıkıya bağlı olduğunuz ritüeller var mı?

Evet, yazarken de farklı deneyimlere açık olduğum kanısındayım. Prenslerin Adası’nda, sadece diyaloglarla ilerleyen bir metnin, aşırı sansürlü bir toplumda anlatıcıyı, ister istemez kuşandığı bir tür ahlakçılıktan kurtarabileceğini düşündüm; o olasılıkla oynamak istedim. 2004’lerde daha başka bir deneyimin peşine düştüm. Henüz Twitter yoktu veya varsa da ben duymamıştım. Chat ortamlarına girmiş değildim ama kazara keşfettiğim bir TV izleyicileri sitesi oldu; evlenmek isteyen gençlere yönelik bir BGG programının izleyicilerinin takıldığı bir site. Herkese kısacık sürelerle potansiyel yazar, düşünür, muhbir, hatta katil olabilme imkânı tanıyan; hem narsisizmi besleyip hem anonimliğe yer veren kendini ifade şekli ve ritmi, edebiyata açabileceği yeni yollar açısından da heyecan uyandırdı bende. Bana Modern Türkün tarifini yapabilir misin Kaan?’a böyle giriştim. Epey manyakça bir çalışma ritmiyle, uzunca bir kapanmayla, haddinden fazla büyük bir battaniyeyi örmek gibi bir şeydi: Sadece sanatsal değil, zanaatsal tarafı da olan bir uğraş.

Şunu da eklemek isterim, bu arayışlar sizi motive ediyorsa peşlerine takılmalı, cesaretle işe koyulmalı, hiç alkış beklemeden. Olur olmaz deneylere girişilmesine hiç öyle iyi gözle bakılmayan bir ortamda olduğumuzu unutmadan. Gereksiz beklentilere kapılmadan… Sadece işin kendi heyecanı ve coşkusu için çalışarak. Kendiniz ve icabında birkaç okur için.

Türkiye’de gazetecilik de yapmış romancı, öykücü, genelde kendini biraz eskiden pavyonda çalışmak zorunda kalmış prenses gibi algılar; o iki alanı birbirinden bıçak gibi kesmeye, bir alanı diğerine tamamen unutturmaya gayret gösterir. Benim bu konuyla alakalı bir trüğüm, o durumun üstüne gitmek ve iki dünyayı birbirine müdahale etmeye zorlamak oldu. Ama bu kadar açıklama yeter, aşçılar tüm trüklerini tepside sunmuyor.

Şimdi yeni çıkacak kitabımda, gene hep birlikte epeyce ağır türbülanslı bir atmosferden geçerken, Prenslerin Adası’ndakine hem benzer hem ondan da farklı bir yöntemle oynadım. Yonca, Lana, Feride, konuşmalarla ilerleyen bir kitap.

Yani bir tiyatro oyunu ya da senaryo gibi diyaloglardan mı oluşuyor? Nasıl bir tekniği, biçimi var?

Evet öyle. Türüne “konuşmalı ve şarkılı metin” dedim. Müzikal değil ama. Neyse, okurla karşılaşmamış bir kitap için bu kadar açıklama çok bile.

Hiç alkış beklemeden” dediniz. Alkış hayalinin tuzaklarını ve kendini işin heyecanına kaptırmanın olanaklarını siz kendi pratiğinizde nasıl deneyimlediniz? Yine de sormadan geçemeyeceğim, onaylanma arzusu her yazarın (hatta her insanın) içinde yok mudur?

Haklısınız, yazısıyla dünyaya bir teklif sunan insanda arzu önemli bir dürtü. Bu mutlaka onaylanma arzusu mudur? Her zaman değil. Herkes için değil. Arzunun çeşitleri var ve bunlar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Sarsma arzusu, dehşete düşürme arzusu, öfke, skandal, hatta nefret uyandırma, çoğalma ya da iyice yalnızlaşma arzusu ve daha niceleri: Bunların hepsi yazar arzuları. Onay arzusuyla hareket eden, yani o kuvvetli arzuyla teklifini sunan yazarlar bana neredeyse hiç heyecan vermez. Toplumsal, siyasi veya ahlaki bir onayın, favori eleştirmenlerden beklediğin onayın arzusu, çok geniş bir okur kitlesince kucaklanmanın arzusu olabilir bu. Onay arzusu çok kuvvetliyse ve hiç dizginlenememişse, metinde neredeyse sadece onu görürsünüz. Onu bastırabilmek, hiç değilse iyice gizleyebilmek, evet bir disiplin işi. Bu disipline sahip her yazarın sadece kendine ait birtakım gizli formülleri olduğuna inanırım. Benim de var. Sadece bana ait ve paylaşmak istemediğim. Yazmanın birinci ve en önemli dürtüsünün kendini tanımak arzusu olduğuna inananlardanım.

Dürtü karşılığını buluyor mu? Yazmanın insanın kendisini tanımasını sağladığını düşünüyor musunuz?

Bu da çok güzel soru. Çünkü yanıtlaması zor, belki imkânsız. İmkânsız olduğu ölçüde de devam ediyorsunuz. Tüm sorularının yanıtını almış insan yazar mı? Bilge bilge susar.

Bir metnin oluşmaya başladığı o ilk ana dönüp baktığınızda kendini tanıma dürtüsünün izleri kendini nasıl gösteriyor? Örneğin seçtiğiniz konu mu bunun işaretini veriyor, zihninizde dönen sorular mı? Uzun lafın kısası, kendini tanıma arzusu metnin yaratım sürecinde hangi noktalarda, nasıl uç veriyor?

“Hadi kendimi azıcık daha tanıyayım” diye yola çıkmıyorum elbette. Önce yeni bir oyunun dümeni dönüyor içinizde ve bu belki Türkiye’de en zor itiraf edilebilecek şey, çünkü hazla, kendini şımartmakla alakalı, bakın ben de söyleşimizin sonuna doğru anca değinebiliyorum. Yani kendinizi eğlendirmek, bir nevi kendinizi ve dünyayı taşımak için icat ettiğiniz bir oyun söz konusu. Her seferinde yeni kuralları olan. Bu yeni oyunun içinde dolanıp, deneye deneye, yapa boza kuralları koyarken, kuralları beğenmeyip gene değiştirirken, bir şeylerden vazgeçip başka bir şeylere cesaret ederken, evet, ister istemez kendinizle alakalı bir şeyleri de görüyor ve keşfediyorsunuz. Ta ki bir sonraki oyunda o keşfettikleriniz bazen yerle bir olana kadar.

Yazarın metnin içinde yaşadığı bu keşif süreci, okurun o metinle kurduğu ilişkiye etki ediyor mu sizce?

Ah, işte Gordion düğümünü çözme değil de, kesme noktasına vardık. Beklediğiniz okur sizin verdiğiniz saatte, sizin beklediğiniz yere gelecek mi acaba? Kısaca randevunuza icabet edecek mi… Sizin verdiğiniz saatte o hazır olmayabilir, o tamamen hazır olduğunda ise belki siz artık yoksunuzdur, veya orada değilsinizdir (ama ne önemi var, metin oradadır çünkü). Hiçbir zaman gelmeyebilir de… Beşeri sevgi ihtiyacımız ile yazarlık disiplinimiz arasına mümkün olduğunca mesafe koymak iyidir bence… Daha rahat çalışılır. Daha az küsülür.

Okurluk da kendini tanıma arzusu/dürtüsünü tatmin ediyor mu? Okur olarak da bu yönünüzü besleyen metinler mi ararsınız?

Ah evet, hem nasıl. Sevdiğim her kitap, nerede hangi çağda yazılmış, neden söz ediyor olursa olsun, hep benden bahsediyormuş gibi gelir bana.  

Fotoğraf: Muhsin Akgün