Roboskî: Gençler Öldü (Türkiye’deki Kürt Sorununun Temellerine Bir Gazetecilik Yolculuğu) kitabını yazan, gazeteci Fréderike Geerdink: Devletin gerçek yüzünü ve Kürtlerin yaşamlarının gerçek portresini göstermek istedim…
26 Mart 2015 13:00
Hollandalı gazeteci Fréderike Geerdink 2006 yılından bu yana Türkiye’de yaşıyor. 28 Aralık 2011’de Uludere’de TSK’nın F16’larla vurduğu 34 Kürt kökenli insanın ardından bölgeye gitti ve uzun bir süre orada kaldı. Geçtiğimiz yıl aynı nedenle gittiğim Roboskî ve Bejuh bölgesindeki halktan onun adını sıkça duyuyordum. Ferhat Encü, Fréderike'nin Roboskî Katliamı ile ilgili bir kitap yazdığını söylemiş ve kitabın Hollandaca baskısının (De Jongens Zijn Dood) kapağını göstermişti. Şaşırmış ve heyecanlanmış, kitabı beklemeye başlamıştım. Geçtiğimiz haftalarda bu kitap İletişim Yayınları etiketiyle Türkçe olarak yayımlandı: Roboskî: Gençler Öldü. Kitabın alt başlığı ise “Türkiye’deki Kürt Sorununun Temellerine Bir Gazetecilik Yolculuğu.”
Kitap çıkmadan birkaç ay önce, 6 Ocak günü ise önce Twitter’da sonra da haber sitelerinde duyuldu: Fréderike Geerdink gözaltına alınmış, evi aranmış ve hakkında dava açılmıştı. Gerekçe ise gazetecinin Twitter hesabından PKK propagandası yaptığı iddiasıydı. Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 7/2 maddesi uyarınca hakkında açılan soruşturmada Geerdink, 8 Nisan günü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün 180 ülke için hazırladığı 2014 yılı basın özgürlüğü sıralamasında 154. sırada olan Türkiye için bu olağan bir haber aslında. Her ne kadar "Ne Avrupa'sında ne diğer ülkelerinde, Türkiye'deki basın kadar özgür bir medya yoktur" diye açıklama yapılsa da Türkiye elbette bildiğimiz Türkiye. Ben bu satırları yazıp söyleşiyi yayına hazırlarken başka bir şey daha oldu. Dört yıl önce 34 insanın öldürüldüğü bölgede birkaç gün önce bu kez de sınır ticaretinde kullanılan katırların hedef gözetilerek vurulduğu ve öldürüldüğü haberleri geldi. İnanmak istemedik ama sonrasında haber mecralarına düşen fotoğraflar ve yapılan açıklamalar olayı doğruluyordu. Katırlar öldürülmüştü.
Roboskî: Gençler Öldü kitabı önemli ve Kürt sorununun temellerini anlatan profesyonel bir araştırma içerisine girmiş özenli çalışma. Bu yüzden de “aynı dertten mustarip” bir kitap çalışmasının içine girmiş olan ben, bu kitap için Geerdink’le özel bir şey yapmayı çok istedim. Hem Türkiye serüvenini, burada yaşama nedenini hem de Roboskî Katliamı’na bir gazeteci olarak duyarlılığını ve hissettiği sorumluluğu merak ediyordum. Geerdink “Bu kitap bir nebze olsun farkındalık yaratırsa ben amacıma biraz olsun ulaşmış olacağım” diyor. Umarım bu olur ve lütfen olsun… Şimdi söz Fréderike Geerdink’te…
2006’da Türkiye’ye gelmeden önce bu ülkenin katliam ve Kürt asimilasyon tarihine dair ne biliyordun?
Açıkçası bunu hatırlamam biraz zor. Elbette bu konuda bir şeyler biliyordum; hatta sanırım 1995 yılıydı, o zamanlarda Hollanda’da Uluslararası Af Örgütü’nün gençlik dergisinde gönüllü olarak çalışırken bu konuyla ilgili de bir yazı kaleme almıştım. Ama ben olayları Hollanda perspektifinden görüp öyle değerlendiriyordum, bütün bildiklerim bu bakış açısıyla şekilleniyordu. Ama Türkiye’ye gazeteci olarak geldiğinizde farklı sorular sormaya başlıyorsunuz, kimlik ve insan haklarıyla ilgili meselelerin içinde buluyorsunuz kendinizi ve haliyle bildikleriniz de derinlik kazanıyor. Yani ben temel şeyleri biliyordum; yani mesela milliyetçi bir Türk’le konuşmaya başlasaydım o Türk perspektifinden bakacağı için benimle her an tartışmaya girebilirdi ve ben de konuya bir Türk gibi bakamadığımdan ötürü tartışmayı kaybederdim. Ama artık bu konuda neredeyse herkesle kapışabilirim çünkü artık ben de Türk’ün bu konuya nasıl baktığını ve Türkiye’de bu konudaki tartışmada hangi argümanların kullandığını öğrendim.
Buraya geldin ve bir süre sonra yerleşmeye hem de Diyarbakır’a yerleşmeye karar verdin. Bu kararı almandaki nedenleri biraz anlatır mısın?
2006’nın Aralık ayında Türkiye’ye geldim, ilk birkaç ay Ürgüp’te yaşadım, sonra 2007’nin yazında Üsküdar’da yaşamaya başladım. İlk başlarda Türkiye’yi anlayamadım açıkçası, öğrenmem gereken çok şey vardı. En başta da Kürt meselesi. Öncelikle Türkiye’de insan hakları ve kimlik mevzularıyla ilgili olarak farklı grupların ne tür bakış açıları geliştirdiğini öğrenmem gerekiyordu. Mesela bazı Türkler insan haklarının batı icadı olduğunu ve sadece Türkiye’yi zayıflatmak için uygulandığını söylüyor. Bu görüşü dikkate almayabilirsiniz elbette ama bir gazeteci olarak bu düşüncenin ardında yatanları incelemem gerektiğine inandım. ‘Bu düşüncenin ardında yatan sebepler neler’i ve ‘bu düşüncenin gerçekli payı var mı’yı sorguladım. Farklı bakış açılarını anlamaya başlayınca, kendi başınıza oturup somut bir düşünce geliştirebiliyorsunuz. Türkiye’de geçirdiğim birkaç yılın ardından bu topraklardaki dinamikleri çok daha iyi anladığımı hissettim ve ardından Roboskî olayı yaşandı. Orada ne olduğunu hiç anlamadım. Bu yüzden o bölgeye gittim, bir daha gittim, bir daha. İnanılmaz bir deneyimdi, çok şey öğrendim. Roboskî’ye tekrar tekrar gidip orayla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra birkaç aylığına Diyarbakır’a gitmeye karar verdim. Hem bu şekilde Şırnak’a da daha yakın olacaktım ve ihtiyaç olduğunda oraya da hemen gidebilecektim.
Kürt meselesi ve genel olarak da Kürdistan ile ilgili yazmak istiyordum. Ayrıca bir gazeteci olarak o bölgede, tercihen de başkentte yaşamak gerçekten önemliydi. Kısacası işimi hakkıyla yapabilmek için Kürdistan’da yaşamam gerektiğine inandım. Ayrıca burayı gerçekten çok sevdim; halkını, siyasi atmosferini, gördüğüm manzaralarını.
28 Aralık 2011 Roboskî Katliamı’na kadar devlet ile Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerini özetler misin biraz?
Roboskî benim için öğrenerek deneyim kazandığım bir dönemdi, kitap da bunu gösteriyor zaten ve bu nedenle kitabın alt başlığı “Bir Gazetecilik Yolculuğu” olarak geçiyor. Konuyla ilgili gerçekten de tam olarak hissettiğim buydu: meselenin kalbine doğru yolculuk. Dediğim gibi konuyla ilgili temel bilgilerim vardı; kitap için araştırmalar yaptıkça bilgilerim daha da derinlik kazanıyor ve bu da beni konuya daha sıkı bağlıyordu. İlginçtir ki araştırmalarım sonucunda geldiğim nokta Türkiye’ye gelmeden önce bulunduğum noktayla kesişti: insan hakları “önem taşıyor.” Ama artık bunu bir Türk perspektifinden anlayabiliyorum, önceden sadece Hollandalı bir kadın olarak biliyordum ve haliyle bu da çok sığ bir anlayış oluyordu. Artık bildiklerim derinleşiyordu. Ve artık ben insan hakları konusundan ziyade “kimlik”le ilgili konuşmayı tercih ediyorum çünkü neticede insan hakları da özünde daima değişen bir denge içinde herkesin kendi kimliğini yaşayabilmesini savunuyor. Devlet bütün vatandaşların Türk olduğunu söyleyebilir, buna bütün milliyetçiler de katılabilir. Ama aslında milliyetçiler Türklerden de fazla. Demek istediğim şu; mesela milliyetçiler, Trabzonlu ya da Denizlili ya da İzmirli ve böyle olmaktan gurur duyuyorlar. Ayrıca bunların hepsi anne, baba, avukat, işçi, öğrenci, Beşiktaş taraftarı ya da Bursaspor destekçisi ve sen bu kimliklerin hiçbirine bir yasak getiremezsin. Yani aslında insan hakları gerçekten herkes için ve kesinlikle bir batı icadı değil. Neticede herhangi birisinin kimliğinin bir şekilde bir kısmının dahi bastırılması kabul edilemez. Çarşı flamasını da yasaklayamazsınız, öyle değil mi? O zaman Kürt bayrağını neden yasaklamaya kalkıyorsunuz?
Peki ya bombardımandan sonra ve hatta üzerinden geçen üç yıl boyunca sende devlet ve Kürt sorunu başlığının altında hangi sorunlar oluştu?
Tabii ki şu dava meselesi… Ondan önce hiçbir sorunum yoktu, mesela Roboskî’ye gitmem daha önce engellenmemişti. Bakalım, mahkeme 8 Nisan’da, ne sonuç çıkacak hepimiz göreceğiz. Bu konuda çok fazla konuşmak da istemiyorum çünkü ne diyebilirim ki, gazetecilik mesleğimi yerine getirdiğim için yargılanıyorum, ben hâlâ çalışmaya devam ediyorum ve 8 Nisan’ı bekliyorum. Yapabileceğim başka bir şey yok.
Sen kitapta neden Roboskî değil de Uludere diye yazdığını kısaca açıklamışsın. Ben, Roboskî diyenler tarafındayım. Evet, dediğin gibi Uludere diyenler devletin yakında durmaya biraz daha yakın gibi görünüyorlar… Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yatıp kalkıp Uludere diyorlar,” sözüne bir karşı duruş aslında bu: “Yatıp kalkıp Roboskî diyoruz.”
Attığım tweet’lerde veya çeşitli mecralarda ben de Roboskî’yi kullandım ama kitapta Uludere’yi tercih ettim. Kitabı Hollandaca yazdığım için kitabın muhtemel okur profilini göz önüne alınca bunun daha doğru bir karar olduğuna inandım. İnsanlar kitabı okurken bu yerleşim yerinin haritada nerede bulunduğuna bakacaklar, bakmak isteyecekler ve Google haritadan baktıklarında ya da atlaslarda dahi Roboskî’yi bulamayacaklar. Sonra düşündüm, eğer Roboskî’yi kullanırsam diğer yerleşim yerlerinin de isimlerini Kürtçe yazmam gerekecekti, bu da Hollanda’daki okur kitlesini düşününce kitabı anlaşılmaz kılacaktı. Hatta Türkiye’deki okurlar için bile benzer bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Gever’in Yüksekova olduğunu ya da Colemerg’in Hakkari olduğunu kaç Türk biliyor mesela? Ve her iki ismi de her daim yazman gerekirdi bu durumda da. Tabii nasıl bir sıralamada yazıldığı da önemli. Roboskî (Uludere) mi yoksa Uludere (Roboskî) mi ve hangi sıralamayı seçersen bir gerekçen olmalı. Bu da aslında kitabı okunmaz kılacaktı ama bu da bir tercih işte.
Ayrıca Roboskî ya da Uludere’den birini kullanmak çok siyasi bir seçim olduğu için ben sadece gazetecilik gerekçelerimle yerin resmî ismini kullanmayı tercih ettim. Zaten hükümet yanlısı olmadığımı kitap açıkça gösteriyor. Ayrıca bilirsin, bir araştırmacı gazetecilik kitabı yazmak, bir blog açıp orada bir şeyler yazmak ya da tweet atmak gibi bir şey değil ki öylece Roboskî diyebilesin; bu saf gazetecilik ve gazeteciliğe uygun seçimler yapmak çok önemli.
Ben aslında şimdi seninle bölgede benzer şeyleri yaşamış, dinlemiş biri olarak konuşuyorum. Orada geçirdiğim günler boyunca benim en büyük sorunum soğukkanlı kalmak için kendime direnmekti. Kitabını okurken senin yaşadıklarının arka planını merak ettim. Sen nasıl korudun soğukkanlılığını? Ya da koruyabildin mi?
Soğukkanlı kalma gibi bir kabiliyetim olduğunu söyleyebilirim. Gazetecilik merakım her şeyin önüne geçiyor. Bu katliamın çok büyük bir ihtimalle bir kaza olmadığını çok çok daha iyi anladığım zaman iyice çılgına dönmüştüm: Neden peki? Neden? NEDEN? Sonrasında Ertuğrul Kürkçü ile konuştuktan ve 2011 yılının son aylarına ait gazetelerini kontrol ettikten sonra tüm taşlar yerine oturdu: 2011’in sonbaharında yaşanan PKK saldırısı için bir intikam. Bunu anlayıncaya kadar yaşananların çok büyük ihtimalle bir kaza olmadığını söyleyemezdim. Çünkü bunu bir gazeteci olarak söylemek için öncelikle somut bir hikâyenizin olması gerekir. Bu durumla ilgili herhangi bir delil yok, tabii bu delil yokluğunun arkasında da aslında yine hükümet var, saklıyorlar çünkü. En mantıklı açıklama buydu, aylardır öylece ortaya yaydığım puzzle parçaları artık oturmuştu.
Kitabımda da söylediğim gibi konuyla ilgili başka açıklamalar da var ama onlar, doğruluğunun ispatı neredeyse imkânsız olan spekülasyonlardan ibaret. Mesela katliamın bir Gülen komplosu olması gibi çeşitli komplo teorileri de dolaşıyordu ortalıkta ama ben bunlardan kitapta bahsetmedim çünkü mesela bunu yazarsam, Hollanda’daki okurlar için çok fazla açıklama yapmam gerekecekti ve tüm yazılanlar şu an için somut delilleri olmayan bir komplo teorisinden ibaret kılacaktı. Çok fazla şeyden bahsetmek çok bir şey katmıyor, ben buna inanırım. Ama bazı teoriler vardı ki onları kitaba koyabilirdim ve hatta koymak zorundaydım çünkü eğer koymazsam bu sefer bu da başka soruları akla getirirdi: seninkilerden başka teori yok mu peki? Evet, var tabii, ama bunlar en önemlileri, ben de işte bu yüzden onları şimdilik bir kenara koyuyorum. Bu durum, benim savunduğum teorinin güvenilirliğini güçlendiriyor.
Şimdi nasıl soğukkanlı kaldığım konusuna geri gelelim. Ben hep olaylara analitik bir bakış açısıyla, gazetecilik anlayışıyla yaklaştım. Elbette ki devletin insan hayatıyla, özellikle de Kürtlerin yaşamlarıyla bu kadar az ilgilenmesini insanın aklı almıyor. Ama sadece ‘çığlık atmak’ bir işe yaramıyor. Ben hep bir şey daha eklemek istedim, neden aklın almadığını mesela, devletin neden bunları yaptığını mesela, vesaire vesaire.
Bu konu da elbette beni çok yakından ilgilendiriyordu ama ben gözyaşlarına boğulmak yerine neler olduğunu anlamaya çalışmak istedim, duygularım kendini böyle gösterdi. Oradaki halka çok yakın hissettim kendimi, ama yine de ben bir yabancıydım, oraya ait değildim sonuçta. Yani benim kişisel bir kaybım, kişisel bir acım değildi. Onların acısına şahit oldum, mesela Semire’nin ve Belkiz’in gözlerindeki acıyı gördüm, babasını zar zor hatırlayan küçük Mahmut’un babasının fotoğrafını tutarkenki yüz ifadesini gördüm. Bu kayıpları ve acıları gördükçe konuyu daha da didiklemek istedim ve bir şeyler bulursam bunları mümkün olduğunca çok insanla paylaşmaktı niyetim. Devletin gerçek yüzünü ve Kürtlerin yaşamlarının gerçek portresini göstermek istedim. Bu acı gerçekten yürek yakıyor ama neyse ki bir gazeteci olarak bir şekilde katkıda bulunabileceğimi hissediyorum, bu da zayıf ve güçsüz hissetmemi engelliyor.
Kitapta olayın hemen sonrasında Türkiyeli gazetecilerle mesajlaştığını anlatıyorsun. Onlar sana Ankara’nın dönemin başbakanının onay vermeden haberi geçemediklerini söylüyorlar. O zaman durum böyleyken “Kesin bu işin sorumlusu onlar,” diye düşündün mü?
Elbette ama bu ne yazık ki bütün bir hikâyeyi görmek için yeterli bir bilgi değildi. Sorumlu olan tabii ki devlet, başından beri bunu biliyorum, sonuçta kullanılan uçaklar Türk ordusunun F16’sıydı, sorumluluğu başka yerde nasıl arayabiliriz? Ama bu sadece hikâyenin başıydı, öğrenmek gereken çok şey vardı.
Bazı gazeteler de ölenleri “terörist” dedi, “PKK’li” dedi hatta “silah taşıyorlardı” diyenler bile oldu. Sence medya da bu katliama suç ortaklığı yaptı mı?
Yaşananları gizleyerek suç ortaklığı yaptılar zaten, halen de yapıyorlar. Ve evet, eğer medya geçmişte daha cesur bir tavır sergileseydi, belki de bugün Kürtler ve Kürdistan hakkında bu kadar çok kavram karmaşası olmazdı ve belki de devlet bu yaşananları da böyle kolayca gizleyemezdi. Ve tekrar söylüyorum, devlet bütün bu yaşananların sorumlusudur çünkü dünyaya gelen her bir Türk vatandaşının nefes aldığı ilk günden itibaren beynini yıkıyorlar. Bundan kendini çekip koparmak o kadar kolay değil; okulda, medyada her yerde çok etkin bir şekilde beyin yıkıyorlar. Kitapta da dediğim gibi, devletin gerçeklerine uyum sağlamayan insanlar büyük bir öfkeyle uyanıyorlar güne, Kürtler gibi ya da kitapta bahsettiğim biseksüel arkadaş gibi. Ama Türk Sünnilerin çoğu hâlâ devlet ne derse ona inanıyorlar. Medya halkı bilgilendirmekten sorumlu ama bunu hiçbir zaman tam anlamıyla yapamıyorlar; biraz devlet yüzünden biraz da medyadaki mülkiyet sorunu yüzünden. Gerçekleri gizlemek için çok geçerli bir kombinasyon... Bu arada Türkiye’deki bu durumu Erdoğan yaratmadı, Türk medyası hiçbir zaman bağımsız olmadı.
Katliamdan sonra bölgeden birçok genç dağa çıktı ve gerilla oldu. Çünkü ancak bu şekilde mücadele edebileceklerine inandılar. Sen bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Sadece katliamdan sonra değil, önce de çıktılar. Ayrıca ancak bu şekilde mücadele edebileceklerine inandıkları için gitmedi hepsi. Birçok sebep var: Travmadan kaçmak isteyenler (kitaptaki Bedel ya da Pozantı cezaevindeki çocuk gibi), bazı kadınlar ailelerinin kendilerinden istedikleri yaşamdan kaçıp kurtulmak için dağa çıktılar ve evet, kimileri de mücadele etmek için silahların gerekli olduğuna inandı. Ben bu farklı tercihleri anlamaya çalışıyorum ama hâlâ şu soru kafamı kurcalıyor: Neden bazı gençler dağa çıkıyor da bazıları çıkmıyor? Henüz bu soru için net bir cevabım yok ama dinlediğim kararlar ve hikâyeler oldukça ilginçti. Neticede, siyasi ortam bu soruna bir çözüm getirecektir ama benim anladığım kadarıyla Kürt hareketi bir yandan barış sürecinde Erdoğan’a ve onun adımlarına güvenmiyor ama bir yandan da bundan vazgeçmek için de henüz hazır değiller. Bu sorunu ancak siyasi ortamda atılacak ileri adımlar çözecektir. Yani bazı gençlerin farklı düşünüp dağa çıkmalarını hiçbir şekilde eleştiremem, tamamen onların tercihi. Ben sadece insanların tercihlerini anlamaya çalışıyorum. Belki de dağa çıkanların birçoğu da aslında asıl çözümün siyasi ortamda olması gerektiğine inanıyordur, bu da çok muhtemel. Onlar Öcalan’a inanıyorlar ve Öcalan’ın artık çatışmaya son vermek gerektiğini söylediğini biliyorlar. Ama belki de Kürtler kendilerini bir şekilde “güvende” hissetmek için hâlâ silahlara ihtiyaç duyuyorlar. Tıpkı Leyla Zana’nın da söylediği gibi. Kısacası, dağa çıkmak tamamen bir kişisel tercih, tıpkı bazı Kürtler için dağa çıkmamak gibi.
Şırnak’ta ve bölgede araştırmalar yaparken askerlere karşı ne hissettin? Eminim bölgeye giderken birçok kontrol noktasından geçtin, oraya neden gittiğin soruldu?
Evet, jandarma kontrolünden geçtim, oradayken araba kiralamıştım, o kiraladığım arabayla giderken Uludere tarafına dönmeden önceki kontrol noktasında beni de kontrol ettiler. Roboskî için yola dümdüz devam ediyorsunuz. Ben Şırnak yönüne gidiyordum. Jandarma önce elimdeki kağıtlara baktı, sonra jandarmanın koluna bir uğurböceği kondu, bana dönüp “Ona doğru üfleyin ve bir dilek tutun,” dedi. Ben de tuttum; jandarmanın ve onun arkadaşı olan diğer askerlerin buradan gitmesini diledim.
Bana hep böyle dostça ve sıcak davrandılar. Roboskî’de olduğum o hafta da çevreden birkaç kişiyle Uludere’deki Newroz kutlamalarına gittik, arabamda ve bagajda bir sürü kitap vardı. Jandarma bagajı kontrol etti, “Kitapları görüyor musunuz? Seçin birini, hediye, istediğinizi ücretsiz alabilirsiniz,” dedim. Kitaplardan birini aldılar ve bana teşekkür ettiler, biz de gülümseyip yolumuza devam ettik. Yani gerçekten ben hiç sorun yaşamadım. Başkaları daha farklı şeyler yaşamış olabilir tabii.
Bana yaşadığın ilk günü biraz anlatır mısın? Sadece bir gazeteci olarak değil, sıradan bir insan olarak… O insanları karşında öyle yaslı gördüğünde, çocukların fotoğraflarını, mezarlarını gördüğünde hissettiğin neydi?
Bütün bu yaşananlara şahit olmak çok yaralayıcıydı. O kadar taze mezarlar gördüm ki çok etkilendim, çok üzüldüm. Hele bir mezarın üzerinde “Bilgisayar için gitti,” yazan bir not vardı. Bu not da benim merakımı perçinledi. Duygularla ilgili biraz önce dediklerimi hatırlayın. Daha fazla şey öğrenmek isteyen kitabı okusun. Benim asıl kimliğim “gazeteci”, bu bağlamda oraya ilk gidişimdi. Çalıştım, bir günde iki hikaye çıkarmam gerekiyordu. Duygularımla hareket etmedim, yapmam gereken bir işim vardı. Üzgünüm.
Kitap önce Hollanda’dan yayımlandı ve sonra Türkçeye çevrildi. Hollanda’da nasıl karşılandı, onlar bu olaya nasıl bakıyorlar merak ediyorum…
Çok tepki gelmedi, bu Hollanda’da oldukça niş bir konu. Ama kitabı birçok kişi okudu ve okuyanlar için de oldukça aydınlatıcı bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
Sen Türkiyeli bir gazeteci değilsin, bize göre daha şanslısın. Buradaki muhalif gazeteciler her an başımıza ne gelir korkusuyla yaşıyor. Aslında tam korku da diyemeyiz ama gözaltı, soruşturma riski her zaman var…
Evet şanslıyım ama yargılandığım düşünürsek artık pek şanslı sayılmam. Korkmuyorum, bu konuyla ilgili kitap yazmayı ben istedim. Kürtleri ve yetersiz kalan yasal haklarını ve bunun için verdikleri mücadeleyi anlattım. Biliyorum bu çok hassas bir konu ve ben de şimdi sonuçlarına katlanıyorum. Zaten bu sonuçları göze almamak zayıflık ve şımarıklık olurdu.
Fréderike, sana son olarak şu soruyu sormak istiyorum: Bu kitaptan Türkiyelilere ne kalsın istersin? Neden bu kitabı okumalılar?
Umarım bu kitap sayesinde birçok insan devletin gerçek yüzünü ve Kürt halkının gerçeklerini anlamaya başlar ya da en azından bu yönde gidecek olumlu günler için bu kitap bir umut ışığı olur. Bu kitap bir nebze olsun farkındalık yaratırsa ben amacıma biraz olsun ulaşmış olacağım. Kitabımı neden mi okusunlar? Henüz devleti tanımadılarsa ya da devletle ilgili inandıkları gerçeklerin temelden sarsılmasını istiyorlarsa okuyabilirler. Eğer zaten devleti tanıdıklarını düşünüyorlarsa o zaman da bir yabancının gözünden bakabilirler olaya. Ama hiç kimse için bu kitabı okumalı demiyorum, herkesin özgür iradesi!