Neden Korkuyorsun Ali'ciğim… Bu herkesin bildiği bir mesele…

Korkuyorum Anne filmindeki karakterler kurgulanmış “erkekliğin” her bireyde aynı olamayacağını, olmaması gerektiğini söylemeye çalışırlar...

01 Mart 2018 15:16

 

Reha Erdem’in 2004’te çektiği Korkuyorum Anne belki de Türkiye’de yapılmış en nitelikli komedi filmidir diyebiliriz. Film, izleyenin yüzünde tebessüm oluşturur ve abartısız kahkahalarla keyif içinde akıp gider. Abartısız kahkaha diyorum çünkü bizde komedi demek, gülmekten yerlere yatmakla bir tutulan ve en yüzeysel, en belden aşağı esprilerin sular seller gibi aktığı bir platformdur.

Korkuyorum Anne, Türkiye’de komedi filmlerine şöyle genel bir baktığımızda gerçekten farklı bir yerde duruyor. Film insan bedenini, bedenin çalışma biçimini ve insan pratiklerini yoğun bir şekilde keşfetmeye çalışır. Hatta filmin ilk ismi “İnsan Nedir ki?" olarak düşünülmüş, ancak yapım gösterime Korkuyorum Anne olarak girmiştir. Yine de film her iki isimle de anılmaktadır. Bu ilk isim aslında yönetmenin film boyunca insanı; kadın ve erkek olarak ayrılmış bu canlıyı bir nevi araştırması ve sorgulaması gibi görülebilir. “İnsanlar ikiye ayrılır” diyen bir dış sesle başlayan filmde, insanların ikiye ayrılışı çoğumuzun hiç de aklına gelmeyecek şekillerde tasvir ediliyor. Biraz ilerledikçe farklı sesler insanları “düz basanlar & eğri basanlar,” “ince belliler & kalın belliler” gibi ayrımlarla sınıflandırır. Bir yandan da filmin başka kısımlarında birkaç kez insanın; et, kemik ve kandan ibaret olduğu vurgulanır. Film bu sözlerle ve bu bakış açısıyla tam da insana dair tanımlamaların, ayrımların toplumsal olarak inşa edilen anlamlar olduğunu satır aralarına eklemiş olur. İnsan denilen varlığın kategorilere ayrılmasının, o kategorilerin de birbiriyle kesin ve kati bir biçimde etkileşimsiz olduğunu düşünmenin anlamsızlığını ortaya koyar.

“İnsanlar ikiye ayrılır” sözleriyle başlayan filmde, kadın ve erkek şeklinde bir ayrım hiç dile getirilmiyor. Fakat bunun zaten bir önbilgi, çok önceden kabullenilmiş bir veri olarak izleyicinin zihninde olduğunu biliyor yönetmen. Bu kısmı hızlıca geçip erkeklere odaklanıyor.

“Erkekler ikiye ayrılır. Sevdiklerine verdikleri hediyeyi sonradan geri isteyenler ve istemeyenler diye, ikiye.”

“Askerliğini yapanlar-yapmayanlar. Sünnet olanlar-olmayanlar. Annesi olmayanlar-babasını hatırlamayanlar.”

Ve bu noktadan itibaren toplum tarafından şekillendirilmiş cinsiyet kalıplarının kişinin üzerinde nasıl bir baskıya dönüştüğünü çeşitli unsurlarla ve pek de eğlenceli bir üslupla ortaya koyuyor. Erkeklik meselesinin Türkiye toplumunda ne olduğu, erkekliğin içini nelerin doldurduğunu ve çıkılması gereken basamakları bir bir irdeliyor. Peki, nedir bu “erkeklik,” derken; bu kavramın da yıllardır çalışılan bir konu olduğu ortaya çıkıyor.

Erkeklik-erkeklikler

“Erkeklik” deyince, hemen çoğunluğun aklına benzer şeyler gelir, değil mi? Erkek dediğin, güçlü, ekmeğini taştan çıkaran, sert, kibar bir centilmen bile olsa, duruşuyla, bakışıyla, heybetiyle yine iktidarını hissettiren, evin direği, yaşamın her alanında etkin, eyleyen, söz sahibi kişidir. Böyle kodlanmıştır zihinlerde… İşte bu kodlamalar neden böyledir, sorusunu bir zaman gelmiş, çeşitli akademisyen ve yazarlar sormuş ve üzerine yazıp çizmişler.

Erkeklik çalışmaları 1970’li yıllarda başlar. İlk dalga erkeklik çalışmalarında genel tanımlamalar yapılır. Bu tanımlamalar içerisinde tek ve geçerli bir erkek ve erkeklik şeklinin olmayacağı ortaya koyulur. Ayrıca yine bu ilk dönem çalışmalarda baskın erkek rolünü kabul etmeyen ve farklı pratiklerle erkeğin var olabileceği konusu gündeme gelir (Sancar, 2009, s. 26). Whitehead ve Barrett, erkeklik ve maskülenliğin erkeğin “erkek hâline geldiği” yer olan kamusal alanda onaylanarak üretildiğini belirtir (2001, 141). Toplumsal cinsiyet çalışmalarının temel söyleminde olduğu gibi, kadın çalışmalarında çok daha eski tarihli çalışmalarda söylendiği gibi, “toplumsal inşa” kavramı burada da öne çıkar. Özkazanç da bu konuda şöyle der: “Toplumsal cinsiyet, cinsel kimliklerin kuruluşunun ve aralarındaki ilişkinin toplumsal ve kültürel olduğuna işaret ediyordu. Aslında feminizmin ilk ortaya çıkışından itibaren cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele eden kadınların asıl dersi, bu eşitsiz sistemin doğal, tanrısal ya da biyolojik herhangi mutlak bir kökeninin olduğunun reddedilmesi ve kadınlık ve erkekliğin toplumsal ilişkiler yoluyla kurulduğunu vurgulamak olmuştu” (2015, s. 111).

İşte, kadınlık ve erkekliğin toplumsal ilişkiler yoluyla kurulduğu, her toplumda ve kültürde farklı erkeklik biçimlerinin olacağı da başka birçok yazar tarafından yazılır. R. W. Connell erkeklik çalışmalarında tam da bu noktalara odaklanan, alanın öncü isimlerindendir. Connell, The Men and the Boys kitabında her yerde bulunan tek bir erkeklik modeli olmadığını, “erkeklik” (masculinity) hakkında değil, “erkeklikler” (masculinities) hakkında konuşmamız gerektiğini yazar. Connell, ayrıca erkekliklerin kültürden kültüre ve tarihin farklı dönemlerinde de farklılık gösterdiğini, her kültür ve her dönemin toplumunun toplumsal cinsiyeti farklı biçimlerde inşa ettiğini söyler (2000: 10). Connell, Marksist kuramcı Gramsci’den hegemonya kavramını ödünç alarak, erkeklik biçimlerinden birini ve en çok da iktidar ve güç sahibi erkeklik biçimini tanımlayan bir kavram ortaya koyar. Hegemonik erkeklik kavramı, toplumdaki farklı erkekliklerden biri, ancak üstün olan erkeklik modeline işaret eder. Hegemonik erkek aslında toplumda çoğunluk olan ya da yaygınlık gösteren bir erkeklik modeli olmayabilir ancak “arzulanan, öngörülen,” en üste çıkarılan model budur. Ona göre çoğu “erkek, toplumlarındaki veya kültürlerindeki hegemonik erkeklikle bir gerilim içinde yaşamaktadır ve hegemonik erkekliğe sahip olanlar ise maliyeti çok da olsa bu konuma uygun bir şekilde yaşamak için sürekli gayret göstermek durumundadır” (2000: 11). 

Belli kalıplar içine sıkıştırılmış erkeklik tasvirinde, hegemonik erkeklik birçok kültürde ve toplumda, her erkekten beklenen üstün başarı, iktidar sahibi olma, hırslı, güçlü, kariyer sahibi vb. olmak gibi özellikleri bir araya topluyor. Bunu “başarmak” elbette erkek için de oldukça zor ve zorlayıcı, ancak henüz çocukluktan itibaren erkeğin önüne bu model koyuluyor ve o tarz bir erkek olması için çalışması söyleniyor. Bir yandan da bu şekilde toplumsal cinsiyet rolleri kalıplaşmış bir şekilde yeniden üretiliyor. Aile, din, eğitim ve kültürel alanlarla yeniden üretilen cinsiyet kalıpları bildiğimiz gibi en çok da medya temsilleriyle aklımıza kazınıyor. Televizyon reklamları, diziler ve filmlerde gördüğümüz karakterlerle özdeşleşerek, cinsiyet rollerini benimsiyoruz.

Temsiller

Temsiller denilince, erkeklik konusunda elbette akla sinema tarihinden birçok erkek star geliyor. Türkiye sineması da bunun kitabını yazmıştır diyebiliriz. Yeşilçam’ın erkekleri, Kadir İnanırlar, Cüneyt Arkınlar, Tarkan filmlerindeki o kuvvetli savaşçı erkekler, mahalle filmlerinde olmazsa olmaz kabadayılar… Kadına vurulan tokat sekanslarından, kurgulansa bir uzun metraj film bile çıkabilir. Böyle bir erkeklik fışkırır bizim sinemamızdan da. İşte bu görsellerle, bu tipler ve bu tarz karakterlerle de öğrenilmiştir erkek olmak. Gündelik yaşam içerisinde, toplumsal yaşamın her alanında bunun gibi kodlar, imgeler etrafımızı sarıp sarmaladığı için kuramcılar ve yazarlar da oldukça fazla yer vermiştir bu konuya. Sinemada ve medya alanında uzun yıllardan bu yana toplumsal cinsiyet çalışmalarında çoğunlukla “kadın” çalışılmıştır. Sinemada kadın imgesi, medyada kadının temsili gibi konular oldukça yaygındır ve erkekliğin de temsillerle kodlanan ve yeniden üretilen bir alan olduğu toplumsal cinsiyet çalışmalarında ele alınmaya başladığından itibaren, bu konuda da çeşitli vurgular yapılmıştır. Cross şöyle der; “filmler ve televizyon erkeklere nasıl davranmaları gerektiğini öğretti. Aynı zamanda nasıl bakmaları gerektiğini de öğretti. Cary Grant’in, North by Northwest (1959) filminde tarlaların ortasında bir yerde, karşılaşmış olduğu bir uçak saldırısı sırasında bile şık takım elbisesiyle göründüğü sahne, âdeta bir centilmenin ne durumda olursa olsun nasıl iyi giyimli olması gerektiğine dair bir ders olarak aklıma kazınmıştır” (2008, 34).

J. E. Schroeder & D. Zwick ise erkekliğin kültürel inşası üzerine yazdıkları makalede, erkek bedeninin görsel olarak nasıl temsil edildiği ve klişe cinsiyet rollerinin medyada nasıl olduğunu örneklerler: “ikonik erkek aktiviteleri, tıraş olmak, hızlı otomobil kullanmak, ağır yemekler yemek, puro ve alkol içmekken, bunların yanında kadın görüntülerinde makyaj yapmak, az ve hafif yiyecek tüketmek, çamaşır yıkamak ve ev dekore etmektir” (2004, 22). Bu klişeleşen kadın-erkek davranış kalıpları yıllardır televizyon-medya ve çeşitli kültürel alanda pekiştirilmiş, değer yargıları oluşmuştur. Bu tarz temsiller gündelik yaşam içerisinde kamusal alana da yayılan ve hayatın her alanında yeniden üretilen söylemler, inanışlar, değer yargıları hâline gelmiştir. Toplumsal cinsiyetin bir toplumsal inşa, toplumsal kurgu olduğu uzlaşısında vurgulandığı gibi cinsiyet meselesine dair anaakım inançlar ve söylemler hayatın her alanında yeniden üretiliyor. Bu durum Korkuyorum Anne filminde de bu kavramsal temel üzerinden ele alınıyor. Ali kamusal alanda, mahallede, sokakta kendinden beklenen “erkeklik performansını” yerine getiremediği için uyarılara ve tavsiyelere boğulmaktadır. Geçerli kurallar ve normlar dışında kaldığı için sürekli çevresindekilerin talimatlarıyla karşı karşıya kalır.

Korkuyorum Anne: Erkeklik

Hafızasını küçük bir kazada kaybetmiş, oldukça naif bir genç adamın hikâyesidir bu film… Ali 39 yaşındadır. “39 yaşındaki bir erkek nasıl olmalıdır?”, “Ne yapmalıdır?”, “Nasıl durmalı?”, “Nasıl bakmalıdır?” … tüm bunlar film boyunca sıklıkla vurgulanır. Filmin baş karakteri Ali’nin maruz kaldığı bu söylemler, “erkekliğin” nasıl tanımlandığını gözler önüne serer. Ondan beklenen de “hegemonik erkeklik” kalıplarına girmesidir aslında. “Erkek dediğin…” lafı filmde geçtiği kadar gündelik yaşamda da geçmez mi? Çevremizde arkadaş, eş, dost, anne, baba, akrabalar, komşular ya da mahalle bakkalı, esnafı gündelik yaşam içerisinde buna benzer lafları tekrarlar durur.

Erkekliğin toplumsal inşa olduğu ve her erkeğin buna uymak zorunda bırakılışını, uymadığındaysa nasıl da ötekileştirildiğini, Barutçu şu şekilde ifade eder; “Ondan beklenen performansı gerçekleştiremeyen erkek, toplumsal cinsiyet normlarına uyamamaktan dolayı cezalandırılmaya muhtaçtır” (Barutçu, s. 6). Filmde Ali’nin karşı karşıya kaldığı durum tam da budur. Cezalandırılmaktadır. Her ne kadar komşu kadınlar tarafından sevgiyle karşılansa da; naifliği ve hafızasını kaybetmiş olmanın getirdiği saf hâliyle kucaklanıyor olsa da birçok kez ne yapması ve nasıl davranması konusunda tavsiye dinler. Ali’nin babası Rasih Bey, oğlundan çok çalışmasını, kendi ayakları üzerinde durmasını, tembellik etmemesini ve güçlü olmasını ister. İpek “Kendine bir çekidüzen ver, mesela bir işe gir. Kadınlar ailesiyle birlikte yaşayan erkeklere güvenmez” der. Kasap Kemal ise oldukça iyi bilinen bir tanımlama yapar:

"Kadınlar güçlü erkek sever. Güçlü görünmen lazım. Zayıflığını mümkün olduğunca saklaman lazım…"

Erkeklik meselesinde tek Ali değildir dışlanan. Filmin diğer birçok erkek karakteri de benzer çıkmazlar içerisinde debelenmektedir. Çetin, erkekliğe adım atmaktan korkup sünnetçilerden köşe bucak saklanan; Keten, Ali, Aytekin erkeklik rollerinden kaçan ve bunları sorgulayan; Kasap Kemal ise “erkekliğin” öncüsü, görev bilincindeki adam, öğütlerde bulunan usta olarak karşımıza çıkar. Küçük Çetin daha yolun başındadır, sünnet zamanı gelmiştir; o, korkup kaçmaya çalıştıkça sünnet olup erkek olacağı söylenir. Aytekin, Ali ile yakın yaşlarda bir asker kaçağıdır. Askere gitmek istememekte, bunun için kendini çürük çıkarmanın yollarını aramaktadır. Ona da “Askere git, erkek ol, gel” denmektedir. Ali’nin çekingen duruşu, çalışıp para kazanmayışı onun eksikliği olarak vurgulanmaktadır. Babasının ve komşularının sürekli olarak “İşe gir, bir baltaya sap ol” sözlerine maruz kalır. Keten baskın bir anne tarafından yetiştirilmiş, çekingen bir gençtir ancak o da “pısırık” olarak nitelendirilir, o da çevrenin gözünde eksik ve yetersizdir.

Filmdeki tüm bu karakterler aslında tasarlanmış, kurgulanmış “erkekliğin” her bireyde aynı olamayacağını, olmaması gerektiğini söylemeye çalışırlar. Toplumsal cinsiyet kalıpları içerisinde ataerkil yapının yücelttiği “klasik erkek” tipinin ille de herkeste aynı olmayacağını gösterirler.

Erkek olmak Türkiye toplumunda belli basamakların sırasıyla çıkılması demektir. Sünnet, oğlan çocuğa “erkekliğe ilk adım” olarak öğretilmektedir. “Ali abi, sünnetçilerden kaçıyorum, belediye sünnetçileri, çocukları tek tek yakalıyorlar” diyerek Çetin, sünnetçilere yakalanmamanın yolunu bulur. Ancak elbette kaçış yoktur. Ağlaya ağlaya, elinden geldiğince kaçıp mücadele etse de filmin sonunda o da her erkek çocuğu gibi sünnet olur. İlk adım tamamlanır. Süreç içerisinde ergenlik, cinselliği tanıma gibi diğer adımlar vardır. Filmde tüm bunlar tek tek geçmese de “askerlik” diğer önemli basamak olarak vurgulanır. Aytekin hiç de pısırık bir karakter olmamasına rağmen, hatta bir erkeğin erkekliğinin diğer koşulu olan cinsel yaşamda da aktif olmasına rağmen, askere gitmek istememektedir. Bu durum onun da tamamlanmamışlığına işaret eder ve zaman zaman görüşüp cinsel ilişki yaşadığı Zambak, Aytekin’e: “Askerlikten korkma, erkek olup geri döneceksin…” der.

Filmin bir başka hoşluğu ise kahvehanedeki erkek muhabbetidir. Kapıcı Rıza, apartmanın kadınları tarafından zaten ezilen bir adamdır. Hastalıkları nedeniyle pek kabul görmez ve küçümsenir. Sürekli belinin ağrıması, bir işe yaramaması Neriman Hanım tarafından yüzüne vurulduğunda, boynunu büküp kalır. Kahvehane mekân olarak “erkekliğin” yüceltildiği, her erkeğin daha da erkekleştiği ve erkekliğini kanıtladığı, buna yönelik muhabbetlerin döndüğü bir alandır. Kamusal alanda erkeğin gücünü, başarısını konuştuğu, karısını nasıl dövdüğünü ballandıra ballandıra anlattığı, ya da kâğıt oyununda kazanmak için rakipleriyle ciddi mücadele ettiği bir alandır kahve. Korkuyorum Anne’de ise, kahvehanede Rıza ve arkadaşları birçok erkeğin kahve muhabbetinden farklı olarak hastalıklarını konuşur. Hatta hastalıklarını yarıştırırlar, birinin böbrekleri iflas etmiştir, bir diğeri bel, boyun fıtığından kıvranmaktadır. “O da bir şey mi, bendeki hastalıklar var ya saymakla bitmez” der diğeri… Sanki bu hastalıklar, erkeklik kalıpları içerisinde tutunmaya çalışan, ama olamayan, “hegemonik erkekliği” içselleştirip o şekilde davranamayan bu erkeklerin cezası gibidir. Ya da kaçış alanı, kendilerini mazur göstermek için çıkardıkları gerekçeleridir.

Filmde başka elbette birçok ele alınabilecek mesele vardır; anne-oğul ilişkisi psikanalitik bir yaklaşımla ele alınabilir, Ali’nin annesinden kopamamış olması, hafızasını kaybettiğinde neredeyse herkesi hatırlayıp bir tek babasını ısrarla hatırlamayışı, Keten ve annesi Neriman’ın ilişkisi, Ali babasını uykusunda izlerken babanın büyük bir korkuyla uyanışı, oğlunun kendisini öldüreceğini sanması gibi … Freud’dan, Lacan’dan girip sayfalarca yazılabilecek bu tür bir analizi başkalarına bırakıyorum. Ancak elbette filmin sonundaki o büyük fallus öyle bir gözümüze sokuluyor ki iki çift cümle kurmak şart oluyor. Bildiğimiz gibi Lacancı terminolojide fallus iktidarın simgesidir.

Film boyunca yaşanan birçok olayın ardından toplu olarak bir deniz gezisine gidilir. Keten artık annesinin azarından ve toplum içinde sürekli olarak aşağılanmaktan bıkmıştır, kendini korkusuz ve cesur gösteren ya da güce ve iktidara isterse kendisinin de ulaşabileceğini gösteren bir eylemde bulunur. Deniz kenarında koskocaman bir penis gibi yükselmiş kayaya tırmanır. Büyük bir hırsla tırmanır kayaya, deniz kenarında oturan annesine, İpek’e ve diğer herkese kendini kanıtlama girişimine, kısa sürede Ali de eşlik eder. Arka arkaya kayaya tırmanan Keten ve Ali bir anda orada öylece kalıverir. Bir yandan kıyıdakiler, “Tamam anladık, kendini kanıtladın, hadi in artık oradan” benzeri yakarışlarda bulunur. Bu fallik imge; Ali ve Keten’in tepesine çıktığı kaya, iktidar, statü, kabul görme, erkeklik kanıtı ve başarmak gibi birçok anlamı içinde barındırır. Ancak her iki karakter de kayanın üzerinde mahsur kalır ve kıpırdayamaz hâle gelirler. Âdeta simgesel olarak, toplumun istediği, öngördüğü erkeklik tipine girmenin getirdiği bir çaresizlik, hareket edememe, sıkışıp kalma durumu böylece resmedilir. Kendilerinden beklenen tipe uymak ya da uymaya çalışmak, başarı, statü, güç sahibi olmak ya da olmaya çalışmak, bu insanları çaresizliğe, sıkışıp kalmaya iterken, bir yandan da onlara büyük bir korku vermektedir…

Ali ve Keten’in korktukları, toplumsal olarak dayatılan erkeklik meselesidir. İşte, yazının başlığında dediğimiz gibi Ali, tıpkı sünnetçiden köşe bucak kaçan Çetin gibi bu “erkeklik cenderesinden” kaçar. Bilmediği, anlayamadığı bir durumdur bu ve içine girmeye korkmaktadır. Ama bu tam da hepimizin bildiği bir meseledir; hepimiz korkarız, kadın olmaktan, annelikten, babalıktan, patron olmaktan, güçlü olmaktan (olmaktan çok, öyle görünmeye çalışmaktan)… Aslında tüm bunlar hakkında zihinlerimize işlemiş temsillerden, tıpkı öyle olmamız gerektiği baskısını hissettiğimiz için korkarız. Hepimiz biliriz ki “İyi bir anne şöyle şöyle olmalıdır” diyeceklerdir çocuk doğurur doğurmaz, “Erkek adam ev işi mi yapar” diyeceklerdir yeni evlenip de çamaşır asan adama… İşte, bunlarla mücadele etmek ve “genel”in dışında yaşadığımız zaman ne gibi durumlarla karşı karşıya kalacağımızdır biraz da olsa bizi tedirgin eden… Ama neyse Ali’ciğim, sen boş ver, bakma onlara, ne güzel mis gibi bir insansın işte…

 

Kaynaklar
Barutçu, Atilla. 2013. Türkiye’de Erkeklik İnşasının Bedensel ve Toplumsal Aşamaları. Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Cross, Gary. 2008. Men to Boys. The making of modern immaturity. New York: Columbia University Press.
Sancar, S.  2009.  Erkeklik: İmkansız iktidar ailede,  piyasada  ve  sokakta erkekler. İstabul: Metis Yayınları.
Schroeder J. E. and Zwick D. 2004. Mirrors of masculinity: representation and identity in advertising images. consumption, markets and culture. Taylor & Francis Publishing. Vol 7 No: 1. Pp. 21-52.
Whitehead, S.M. and Barrett,F.J. 2001. Masculinities reader. Cambridge: Polity Press Blackwell Publishers.