Feminizm tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare bir grubu tanımlamamıştır; liberal, sosyalist, Marksist, lezbiyen, ekolojik, varoluşçu, ayrılıkçı, radikal vb. feministler, feminizmler arasında farklılıklar, dalgalar vardır...
08 Mart 2017 14:31
Nasıl tekil, yekpare, sabit, tarihsellikten yoksun bir edebiyattan söz edilemezse, edebiyattaki feminizme baktığımızda da feminizmi tek bir kategoriye, temsile indirgeyemeyiz. Virginia Woolf'un feminizmi ile Angela Carter’ın feminizmini, Simone de Beauvoir’nın feministliği ile Anja Meulenbelt’in feministliğini ya da Fatma Aliye’nin edebiyatındaki feminizm ile Duygu Asena’nın feminist bakışını, aynı kefeye koyamayız. Çünkü gerçekte 19. yüzyılda kadın hakları ve kadın eşitliği olarak kurulan kategori, tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare bir grubu tanımlamamıştır; liberal, sosyalist, Marksist, lezbiyen, ekolojik, varoluşçu, ayrılıkçı, radikal vb. feministler, feminizmler arasında farklılıklar, dalgalar vardır. Evrensel bir feminist kimliği değil, sınıfsal, kültürel, etnik, tarihsel farklılıklarıyla farklı feministler vardır. Ve elbette “edebiyatta feminizm” konulu yazıyı yazan kişinin, feminizmden ne anladığı, kendini nasıl bir feminist olarak ortaya koyduğu ve feminist eser/yazar kavramına nereden baktığı önemlidir. Yoksa, kadın yazarları, kadın yaşantılarını konu alan, kadınsı duyarlık, letafet, hassaslık taşıyan, kahramanı kadın olan vb. yapıtları arka arkaya sıralamak kolaydır. Oysa her kadın yazar feminist olmadığı gibi her kadın okur da feminist olarak, hatta kadın olarak bile okumuyor, yazmıyor. Kendini politik açıdan “feminist” olarak tanımlamayan, hatta bundan tedirginlik, rahatsızlık duyan bir kadın yazarın eserine, baştan sona kadını da anlatsa, feminist bir edebiyat örneği diyebilir miyiz? Jane Austen, Marry Shelley, Brontë Kardeşler’in eserleri feminist edebiyat örneği midir? Erkek yazarlar da bu türde eserler vermiş midir? Erkekler feminist bir kahraman kurgulayabilir mi? Kadın yazar olmak feminist olmayı da kapsar mı, her lezbiyen roman aynı zamanda illa ki feminist midir? Bir eseri hangi koşullar feminist yapar? Feminizm edebiyatı araçsallaştırmış mıdır, yoksa edebiyatta yeni bir alan açmış, yeni bir dil, kurmaca önerisi getirmiş midir?
Sorulacak soru, verilecek yanıt çok. Ancak “kısa süreli” bir yazıda yazılacaklar da sınırlı.
Öncelikle şunu belirteyim; feminist edebiyat derken, toplumsal cinsiyet farklılığını kadın bakış açısıyla sunan ve cinsiyetler arasındaki asimetrik iktidar ilişkisine ve patriyarkaya dair eleştirel bir farkındalık sergileyen edebiyattan söz ediyorum, yoksa bir kadın edebiyatından ya da kadınların erkeklerle belirli başlıklar altında eşitlenmesinden değil. Cinsiyeti kuran söylemleri eleştiriden geçirmeye, bu söylemsel yapıları kendi içinde bozmaya yönelen, patriyarkal kadın temsiliyetlerini, kadına dair mitleri ve normları altüst eden, kadın özgürleşmesi için imkânlar ve perspektifler öneren eserleri, feminist edebiyat eserleri olarak algılıyorum.
Edebiyat tarihi boyunca kadınlar ya da erkekler tarafından yazılmış tüm eserler, kadını çok iyi anlatıyor olabilir, kıyısında köşesinde küçük bir feminizm kırıntısı bulunduruyor olabilir ama bu veriler onları feminist edebiyat ürünü yapmaya yetmediği gibi bir yandan gerçek bir “feminist edebiyat kanonu” vardır. 18. yüzyıldan günümüze değişen, çeşitlenen feminizmle birlikte dönüşen bu feminist edebiyat geleneği, kendi içinden aynı zamanda bir feminist edebiyat eleştirisi disiplini de çıkarmıştır. Feminist eleştiri ile feminist edebiyat eleştirisi arasında keskin bir ayrım yapmak güçtür. Genel olarak, feminist eleştiri, toplumsal ideolojilere ve uygulamalara yönelirken; feminist edebiyat eleştirisi dikkatini bu ideolojilerin ve uygulamaların edebî metinleri nasıl şekillendirdiklerine ve edebî metinde nasıl şekillendiklerine yöneltir. Ve her ikisi de temel bir çözümleme kategorisi olarak cinsiyete odaklanır.
Feminist eleştirinin etkileşimli ya da çelişkili farklı okulları ve akımları söz konusudur, feminist eleştirmenleri de tek bir kategoriye sokmak güçtür. Örneğin Mary Daly, hem lezbiyen, hem radikal, hem ruhani, hem ekofeministtir; Kate Millett, radikal, lezbiyen ve psikanalitik okumalar yapmıştır. Audre Lorde, hem siyah, hem lezbiyen hem de mit eleştirisi içinde anılır. Fransız feminizmi hem psikolojiktir, hem de lezbiyen eleştiriye katkı sağlar, yapısökümcüdür. Bazı siyah kuramcılar aynı zamanda Marksisttirler. Ancak odağımız edebiyatta feminizm olduğu için kimi kuramcıların adlarını anmakla yetinecek ve “edebiyatçı feministler”e değineceğim.
Feminist hareketin ilk basamağını eşit haklar için verilen mücadele oluşturur. Yükselen ilk dalga, liberal feminizmle çakışır. Herkesin doğuştan eşit olduğunu, kadın ve erkek doğasının birbirinden farklı olmadığını savunan liberal feministler akla önem vermiş, oy hakkı, eğitim hakkı gibi kazanımlarıyla kadın hareketine çok şey katmış, kadınlar seslerini güçlü biçimde duyurmuşlardır. Önde gelen savunucusu Mary Wollstonecraft’tır. (Frankenstein’ın yazarı olan kızı Mary Shelley’yi doğururken ölmüştür.) Wollstonecraft, feminizmin ilk temel kitabı sayılan “Kadın Haklarının Savunusu”nda (1792) kadınların mahrumiyet ve ikincilliğini analiz ederken, eğitim üzerine odaklandı. Dönemin diğer önemli yazarları Sarah Grimké, Elizabeth Cady Stanton, Susan B. Anthony'nin birincil amaçlarıysa kadınların, hukuk, eğitim ve sosyal hayat gibi konularda erkeklerle eşitliğiydi.
Çünkü o dönemde kadınlar erkeklerle hiçbir alanda eşit değillerdi, siyaset, kültür, edebiyat, sanat erkeklere ait faaliyetler, ev işleri, annelik ve en fazla öğretmenlik kadınlara göreydi.
Geleneksel olarak güvenilir, muazzam bir güce sahip din, kadınlar için uysallığı, kendini feda etmeyi, iffetli ve pasif bir yaşamı öngörüyordu. Viktoryen dönemi yaşayan İngiltere’de kadınlara bedenlerini düzene sokabilmeleri için hem entelektüel, hem duygusal heyecan ve uyarımları azaltmaları tavsiye ediliyordu; okumak ve yazmak bu edimlerin başta gelenleridir. Ancak evdeki melek rolünü bırakıp, yasak bölge ilan edilmiş yazarlıkta kendini ifade eden kadınların sayısı hiç de az değildi.
İngiliz edebiyatı tarihindeki ilk profesyonel kadın yazar olan ve roman biçimine önemli yenilikler getiren Aphra Behn, bu kadınların öncüsü hatta belki de ilk cinsel özgürlükçü feminist yazardı. Kadın cinselliğini analiz eden, kadının cinsel istekleri, tutkuları olduğunu ifade eden eserler, o dönem için sıradışı, çığır açıcı olduğu kadar kabul edilemezdi de.
Dolayısıyla döneminin erkek yazar ve eleştirmenleri onun bir “erkek gibi” yazdığı konusunda ısrarcıydılar. Ne de olsa bir kadın, kadın olarak kendi cinselliği hakkında yazamazdı. Bu nedenle kadın yazarların bir kısmı ilk dönemler ya erkek adları kullandılar ya da aşk, tutku, cinsellik gibi konuları dolayımlı ifadelerle anlattılar, çeşitli edebî stratejiler uyguladılar. Bu yaklaşımların tümü, onları bir kadın olarak, kendi duygularını ve tutkularını açıkça yazmaktan alıkoyduğu gibi kendilerini de içten içe suçlamalarına neden oldu.
Sandra Gilbert ve Susan Gubar, The Mad Woman in the Attic’de (1979), kadın sosyalizasyonunun kadının yaratıcılığına nasıl yansıdığını çok güzel açıklarlar:
“Kadını, melek gibi davranmadığı takdirde canavar gibi gören bir toplumda, melek olmadığını bilen kadın, kendini canavar gibi görmek ya da bu bilincin suçluluğuyla bir sürü hastalıkla, delilikle, histeriyle boğuşmak zorunda kalmıştır.”1
Bu ikilemi, dönemin en önemli kadın yazarları olan, hatta feminist kuramcılara ilham veren Brontë Kardeşler’in eserlerinde görmek pekâlâ mümkündür. 19 yaşında mürebbiyeliğe başlayan Anne Brontё, ünlü romanı Agnes Grey’de, Viktoryen dönem İngiltere'sinde, bir mürebbiyenin yaşantısını sınıf eleştirisi üzerinden yaparken, Emily’nin kadınlara dayatılan uysallığın ve romantik aşkların yerine yıkıcı, tutkulu ve tekinsiz bir aşk öyküsünü anlattığı Uğultulu Tepeler de Sanayi Devri İngiltere’sinin sınıfsal mülkiyet ilişkileri zincirinin keskin bir eleştirisidir. Juliet Mitchell tarafından “kadın bireyselliğinin tüm Viktoryen ataerkil kuşatılmışlığını simgeleyen bir başyapıt” olarak değerlendirilen romanda tutku vardır ama cinsellikten söz edilemez yine. Viktoryen dönemde aşka verilen onay, gem vurulmamış fiziksel tutkulara geçit verilmesi anlamına asla gelmez. Çekim ne kadar güçlü olursa olsun, cinsel ilişki evlilik sonrasına bırakılmalıdır.
Viktoryen dönemin kadınlara dayattığı evdeki melek imgesini, hatta Orlando romanıyla toplumsal cinsiyetlilik kavrayışını sarsan isim Virginia Woolf’tur. Woolf, sadece çok yaratıcı, müthiş bir okuma keyfi veren romanlarıyla modernist bir yazar değil, Kendine Ait Bir Oda (1929) ile “yazar olarak kadına yönelik eleştiri”nin ilk örneğini veren bir eleştirmendir de.
Woolf'a göre, evdeki melek'in yazabilmesi mümkün değildir; zira kendinize ait bir düşünce biçiminiz olmadan, ilişkiler, ahlak ve cinsellik konularında fikirlerinizi açıkça ifade etmeden bir romanı dahi gözden geçirebilmeniz söz konusu olamaz. Kendine Ait Bir Oda’da androjenlik görüşünü, özellikle tek bir cins olarak yazmanın imkânsızlığı dolayımıyla savunan Woolf’a göre “Katışıksız ve basit bir biçimde kadın ve erkek olmak öldürücüdür; kişi erkeksi-kadın ya da kadınsı-erkek olmalıdır.”
Woolf, kadınlara “evdeki melek”i öldürme çağrısı yapmış, kadınların yazabilmek için kendilerine ait bir odası olması gerektiğini söylemiştir. Bu yönüyle liberal feminizmin dokunmadan bıraktığı özel alana, ev içine dair bir söz söylemiş gibi olur. Ancak kadınlar arası ekonomik, sınıfsal ve ırksal farkları hem görmezden gelir, hem küçümser.
Sufrajet harekete mesafeli tavrıyla bilinen, oy hakkı için sokağa dökülen kadınları “militan”, “garip”, “eskimiş kıyafetler içinde”, “acayip aksanlı”, alt sınıftan kadınlar olarak tanımlayan
Woolf, ekonomik temelli eşitsizliği, kadınların karşı karşıya oldukları eşitsizlikle bağdaştırırken, kendi çevresinden, ırkından ve gelir grubundan olmayan kadınları yok sayar, hizmet eden -alt sınıf-, proleter kadınlardan ya hiç bahsetmez, ya da onları nefretle betimler; üçüncü dünyalı kadınları ise aşağılar.
Kadının eğitim ve sosyal haklarını savunurken, savaşın yıkımları üzerine düşünür ve bunda erkeklerin rolünü sorgularken, ev içindeki iktidara ya da kadın emeğine karşı, tüm kadınların özgürlüğü için bir şey söylemez Woolf.
Romanlarının kahramanı olan kadınlar genelde kocalarının iktidarıyla yaşayan kadınlardır.
Aynı zamanda melankolik, intihara eğilimli bu kadın modeli, Orlando’da yıkılıyor gibi gözükse de, içselleştirilmiş rolleri tümüyle silmek kolay değildir. Woolf’un hayatının aşkı Vita Sackville-West’in kurgusal biyografisi olan Orlando, kimi eleştirmenlere göre Woolf’un lezbiyen arzusu ve revizyonist feminist İngiltere tarihi hakkında yazmasını sağlayan bir araçtır. Ancak romanda bir lezbiyen aşk ya da tutku söz konusu değildir. Dört yüz yıl yaşayan Orlando, hayatına erkek olarak başlar ve sonra bir gün kadın olarak uyanır. Erkek olarak yaşadığı süreçte hiçbir kadınsılık, androjenlik belirtisi göstermeyen Orlando, kadın olduktan sonra hem kadın hem erkek gibi hisseder kendini.
Ancak Orlando’nun erkek olma arzusu, maddi değildir, kadın olduktan sonra erkekliğe geri dönmek istemesinin ardında, kadınlar için hayatı bir zindana çeviren toplumsal kültürel kurallar vardır. Âşık olduğu erkekle seviştikten sonra kendini gerçek bir kadın gibi hissederek kadınlığından hoşnut olur. Mutlu olmak için evlenmesi gerektiğini düşünerek çağın egemen zihniyetine yenilir.
Kadın için ne kadar özgürlükçü bir yaşam istencinde olsa da orta-sınıf ve beyaz kadın hareketi olma özelliği taşıyan liberal feminizm, kadını “ortak kimlik” olarak değerlendirir ve ırklar, sınıflar vb. arası ilişkileri bir güç ilişkisi olarak görmez. Yanı sıra kadının, kocasının himayesinde aileye ait olduğu fikri tüm liberal erkek kuramcıların ortak düşüncesidir ki liberal feministler, kamusal alanla ilgili çözümlemeleri her ne kadar çağdaş da olsa, özel alanı dokunulmadan bırakmışlardır.
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketine koşut olarak gündeme gelen Birinci Dalga’nın liberal kanadı, ülkemizde de özellikle II. Meşrutiyetle birlikte ivme kazanmış, pek çok kadın yazar, kadın hakları ve eşitlik konularını gündeme getirmiştir.
1900’lerde başlayıp, 1920’lere, hatta 70’lere değin süren bu dönemde, eğitim, çalışma, siyaset gibi temel haklar talep edilirken bir yandan feminizm sözcüğü de tartışılır hâle gelmişti. Elbette bu topraklarda da feminizm, dinin, kültürün ve kurucu babaların gözetimi ve himayesinde şekillendirildi. Örneğin edebiyatımızın sözde ilk feministi olarak tanınan Ahmed Midhat, romanlarında, kadının toplumdaki yeri, kız çocuklarının yetişme tarzı ve eğitimi üzerinde sıklıkla durmuş, Jöntürk (1910) romanında da, feminizmin ölçütlerini Doğu- Batı sentezi içinde tayin etmeye çalışmıştır. Ona göre feminizmin nedeni, Avrupa’da kadına değer verilmediğinin göstergesidir. Oysa Osmanlı’da böyle bir durum yoktur!
Romanın baş kadın kahramanı Ceylan, “alafranga bir feminizm”in temsilcisi olarak sunulur; iyi bir eğitim alan, Avrupa’daki kadın meselesini takip eden, feminist düşünceyi ve özgür evlilik fikrini savunan Ceylan, ne var ki, tüm bunları elde edemediği gibi, romanın sonunda cinnet geçirip kendini yakarak yaşama hakkını da yitirir.
Osmanlı’nın ilk roman yazarı Fatma Aliye ile birlikte yazdıkları Hayal ve Hakikat (1891) adlı romanda ise kendi yazdığı bölümlerde kadının evlenmek yerine okumaya, yazmaya meyyal olması durumuna açıkça “isteri” teşhisi koyar Midhat. “İsteri” başlıklı bölümünde Aliye tarafından yazılan romanın kadın kahramanı Vedat’ın kapıldığı histeri hastalığını anlatır ve kadınları evlerine geri dönmeye çağırır. “Vedâd” ve “Vefa” adlarını taşıyan iki bölümden oluşan bu aşk romanında, hakikat kısmını Midhat yazmış, hayal kısmını yazmak ise Fatma Aliye’ye düşmüştür.
Midhat’ın manevi kızı Aliye, II. Meşrutiyet’e dek Osmanlı’nın neredeyse tek kadın yazarıdır.
Hanımlara Mahsus Gazete’deki yazılarında ve romanlarında, kadının modernleşmesini, eğitimini, kamusal alana çıkışını, cinsiyet eşitsizliğine karşı bir bilinç geliştirme yönüyle değil genel olarak millî ve toplumsal çıkarlar açısından ele almıştır. Muhaderat (1891) adlı romanındaysa feminizm, erkek egemenliğine karşı değil, kadınlara bir bilinç aşılaması yapmayı hedefleyen bir işleve sahiptir. Kız kardeşi Emine Semiye ise ablasından daha radikaldir. Osmanlı kadın hareketinin öncülerinden, yazar, siyasetçi, gazeteci, öğretmen ve hemşire Semiye, eğitim, boşanma hakkı, çalışma hakkı ve kadının gündelik hayatta karşılaştığı zorluklar üzerine yazmıştır.
Kadın hakları ve kadının sosyal konumuna ilişkin yenilikçi fikirlerini Paris’te bulunduğu yıllarda kazanan dönemin bir başka yazarı Selma Rıza Feraceli de yirmi yaşında kaleme aldığı Uhuvvet’te (1897) görücü usulü evlilik, eğitimi meselesi, cariyelik, odalık problemi gibi konuların çözümü üzerinde durmuştur.
1913 yılında çıkarılmaya başlanan Kadınlar Dünyası dergisi, modern kadının doğuşu açısından önemlidir. Kadın özgürlüğü, kadının kamusal alanda var olması ve iş hayatına katılması sıkça işlenen bir sorundur. Feminizmin bir “adalet feryadı” olduğunu söyleyen yazar, yayıncı ve Hay Gin (1919-1933) adlı kadın dergisinin editörü Hayganuş Mark’ın Osmanlı kadın hareketine katkısı çoktur ama nedense pek anılmaz. Yine 1862’de ilk Ermenice kadın dergisi olan Gitar’ı yayımlayan Elbis Gesaratsyan; romanlarında kadınlar üzerindeki toplumsal baskıları dillendirdiği için yoğun tepkiler alan Sırpuhi Düsap; kadınlar arasında örgütlü dayanışmayı savunan Zabel Asadur ile öykü, roman ve makalelerinde cinsler arasındaki toplumsal adaletsizliği dile getiren Zabel Yesayan, dönemin önemli yazar/aktivist feministleridir.
“İlk feministler” olarak nitelendirilen Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi kadın yazarları, kadın kahramanları öne çıkarmış, kadının sesini duyurmaya çalışmıştır ancak bu romanlar, evlilik, aile baskısı, eğitim hakkı gibi meseleleri, erkek egemen bir dil ve kurmaca anlayışı içinde, gayet edepli ve iffetli bir biçimde işlemişlerdir. Bu romanlarda kadınlar her türlü öznellikten uzak bir kadın tipi olarak erkeğin kurguladığı biçimde çatışmasız ve başkaldırısız, uyum içinde yaşarlar. Hatta bu model, Halide Edip’le birlikte cinsiyetsiz bir kadın modeline evrilir. Türkün Ateşle İmtihanı’nda kendini cinsiyetsiz ama “kahraman bir kadın” olarak tanımlarken, Handan (1912), Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1924), Zeyno’nun Oğlu (1926) adlı romanlarında, Türk kızlarının savaş dönemindeki kahramanlıklarına övgüler düzerek kadını militarize de eder. Erkeğin bakışıyla şekillenen imgeyi kabullenmekte ve hatta Cumhuriyet Türkiye'sinde kadınların kamusal hayata hangi koşullarla kabul edilebileceklerini de anlatmaktadır Edip: Cinsiyetsiz ve erkeksi!
Kadınlar tam kadınlar olarak, kendi özgürlükleri için örgütlenir ve seslerini romanlarda duyurmaya çalışırken Cumhuriyet aktif, iradî bir biçimde bu sürece müdahale etti. Nezihe Muhiddin’in başkanı olduğu Türk Kadın Birliği, Cumhuriyet’le birlikte kapatıldı. Modern Türkiye’nin inşasında, kurucu babaların tasavvur ettiği kadın modeli öne çıkarıldı, kadınlar taşıyıcı ve aracı bir rol üstlendiler. Topluma yerleştirilmek istenen “çağdaş kadın” imajı, kuşkusuz ki basın ve edebiyat yoluyla halka telkin edildi. “Cumhuriyet kadını fikri mücadelelere, edebiyat hareketlerine, spora ve aynı zamanda ev kadınlığına, anneliğe ve zevceliğe merbut, mükemmel kadındır” fikri, dönemin dergilerinde ve romanlarında sıklıkla işlenir hâle geldi.
Batı’da 19. yüzyılda liberal feminist kuramın ardından kültürel feminist kuram ortaya çıkar.
Oklarını, liberal feministlerin dokunulmaz alanına, ev içine ve aileye yönelten kültürel feministlere göre, aile mekanizması eril bakış açısından düzenlenmiştir. Bu duruma son vermek için ev hayatında radikal değişiklikler gerekmektedir.
Kültürel feminizm kuramını savunanlar liberal feminizmin aksine kadınlarla erkekler arasındaki benzerlikleri vurgulamak yerine kadınlık niteliklerinin farklılıkları üzerinde durur, siyasal değişimden çok kültürel değişimi önemserler. Bu bağlamda 19. yüzyıl kültürel feminist kuramı anaerkilliği ve kadın kültürünü savunur. Edebiyat alanındaki eserler ise daha çok Amerikalı kadın yazarlar tarafından verilmiştir.
Margaret Fuller’ın 19. Yüzyılda Kadın (1845) adlı eserinin kültürel feminist geleneği başlattığı kabul edilir. Kadınlığın gelişiminin toplumu radikal olarak değiştireceği iddiasındaki Fuller, lezbiyen edebiyat açısından da önemli ve öncüdür. Kadınlar arası romantik aşkı, bayağı içgüdülerle lekelenmemiş bir aşk olarak tanımlar. Lezbiyenlik ona göre yalnızca cinsel birliktelik değil, kendi içinde geçerli tümel bir yaşam tarzıdır. Kadınlara olan tutkusunu şiirlerinde, dönemin şairlerinde sıkça görülen lirik ve romantik ifadelerle ama gizli imalarla itiraf eder.
Fuller gibi, “kadınlara karşı derin ve sonsuz bir aşk duyuyorum” diyebilecek kadar döneminin cesur yazarlarından olan Charlotte Perkins Gilman’ın kurama ve feminist eleştiriye en büyük katkısı, aileyi ataerkil yapının ekonomik birimi olarak formüle etmesi ve mit eleştirisini başlatmasıdır. 1915’te kaleme aldığı Kadınlar Ülkesi (Herland) anaerkil kadın ütopyası türünün ilk örneğidir.
Kadın ütopyaları Gilman’la başlamamıştır; Mary Griffith’in, kadınların mal sahibi olmak ve onları kullanmakta özgür olduğu, ekonomik temelli ütopyası Three Hundred Years Hence (1836), Louisa May Alcott’un kadınların ekonomik olarak özerk oldukları bir dünyayı anlattığı Work (1870) adlı ütopyası, Annie Danton Cridge’in Man’s Right, or How Would You Like It? (1870) adlı karşı ütopyası, Mary Howland’ın eğitimli, kişisel ve toplumsal olarak sorumluluk sahibi kadınların varolduğu eşitlikçi toplum ütopyası olan Papa’s Own Girl (1874) gibi eserler, ilk dönem feminist hareket içinde var olan, -bir yönüyle liberalizme yaslanan- önemli ütopya örnekleridir. Ancak anaerkil bir toplumu/ cemaati anlatan ütopyalar, kültürel feminizm içinden çıkmıştır.
Amazon’un dağlık bölgelerinde gizli, sınıfsız, doğayla barış içinde yaşayan bir kadınlar toplumu olan Herland’da, erkeklere üremek için bile gerek yoktur; tüm kadınlar aynı anneden doğmuştur. Ne var ki, bu öncü ütopyada düşünce sınırı cinselliktir; lezbiyenlik daha çok kızkardeşlik anlamında algılanır, kadınlar arası cinselliğe ve tutkuya yer yoktur.
Feminist bilinçle yazan ilk Amerikalı feminist kadın yazar olarak kabul edilen Gilman’ın eserleri ve feminist anlayışı, mutsuz bir çocukluğun ve korkunç bir evliliğin sonunda ortaya çıkmıştır. Evlenip de bir çocuk doğurduktan sonra gerçekte ne istediğine dair kararsızlıklar yaşayan Gilman bu yüzden kocası tarafından histeri hastalarının tedavi edildiği bir kliniğe gönderilir. Tedavisi, evden çıkmamak ve entelektüel aktiviteleri kısıtlamaktır. Üç ay boyunca kocasının zoruyla bu tavsiyelere uyan Gilman, çıldırmanın eşiğine gelir. Kocasından boşandıktan sonra yazdığı Sarı Duvar Kâğıdı (1892) adlı romanında yaşadıklarını anlatarak hem kendine, hem histerik olduğu gerekçesiyle kapatılan diğer kadınlara zarar veren psikiyatri mesleğinden ve erkek egemen edebiyattan intikam alır.
Zira dönemin eril tıp ve bilimi, kadında zihinsel aktivitenin, meslek edinme çabasının, yüksek öğrenimin, roman okumanın histeriye neden olduğunu iddia ederek, feministleri iyileşmek için bir an önce geleneksel anne-ev kadını rollerine geri çağırıyorlardı.
Dönemin tıp ve edebiyat söyleminin kadınlara mülklendirdiği deli/histerik kadın modelini altüst eden ilk kurmaca Gilman’ın bizzat kendi hayatının anlatısıdır. Kate Chopin, Virginia Woolf, Katherine Mansfield, Unica Zürn ve Sylvia Plath gibi yazarların eserlerinde de karşımıza çıkan, intihar eğilimli bu “deli kadın”, yazarın yansıması; Gilbert&Gubar’ın deyimiyle, meleklikle canavarlık arasında bölünen kadının iki ben’i, bölünmüş kişiliğidir.
Bu bağlamda Kate Chopin’in eserleri önemlidir. 19. yüzyıl kadınının karşılaştığı sorunlarla birlikte kendi kadınlık hâllerini, deneyim ve arzularını eserlerine yansıtan Chopin, cinsel tutkuyu konu eden ilk Amerikalı kadın yazar olarak bilinir. Bir kadının tinsel ve cinsel uyanışını dile getiren Uyanış (1899), ilk yayımlandığında sarsıntı yaratır. Viktoryen dönem romanının değer yargılarına alışmış sıradan okur, Chopin’in sunduğu cüretkâr kadın portresiyle âdeta şaşkına döner. Gilman gibi Chopin’in yazarlığında da kendi yaşadıkları ve mutsuz evliliği etkili olmuştur. Katolik eğitim alan ve on dokuz yaşında evlenerek altı çocuk doğuran Chopin, yazmaya kocasının ölümünden sonra başlamıştır. Chopin'in içinde doğup büyüdüğü, bir ömür boyu ayrılmadığı yer İç Savaş sonrasının güneyi olduğu için edebiyatında önemli olan bir unsur da “Güneyli kadın”ı bilinçlendiren, yüreklendiren kavrayışıdır. 19. yüzyılda, ülkenin başka yörelerine kıyasla eril iktidar karşısında sıfırlanan Güneyli kadın, evlilik ile bastırılmış cinsellik, akıl ile içgüdü çatışmasını iç içe yaşar. Chopin’in, “dilsiz kalpler ve yol kenarında bekleyenler” diye nitelendirdiği bu kadınlar için kurtuluş genellikle intihardır. Katı toplumsal gelenekler karşısında kendi sesini duymanın bedeli son derece ağırdır. Kocasının ölümünden sonra kendi olma özgürlüğüne ilk kez kavuşan ve hiç bilmediği bu hâl karşısında bocalayan Uyanış’ın kahramanı Edna, romanın sonunda kendini denizin sularına bırakarak intihar eder.
Benzer bir temayı farklı bir ironiyle elen alan önemli öyküsü “The Story of an Hour”da, 19. yüzyılda yaşayan genç ve evli bir kadın olan Louise Mallard’ın yaşamındaki bir saat anlatılır. Kadın, kocasının bir kazada öldüğüne dair bir haber aldıktan sonra önce yıkılır ancak sonra hayatını, evliliğin üzerinde yaptığı baskıyı ve toplumun ondan beklentilerini düşünmeye, sorgulamaya başlar. Ne mutlu ki artık kocası yoktur ve içine hapsolduğu evlilik kurumundan kurtulmuştur. İlk defa özgür olduğunu hisseder. Ancak bu özgürlük ona fazla gelir, hikâyenin sonunda kocası sağ salim eve döner ve Louise o an kalp krizi geçirerek ölür. Doktorların onun mutluluktan öldüğünü düşünmesi de başka bir ironidir. Tıpkı Edna gibi yeni bir benlik ve kimlik arayışı içinde olan Louise’in de özgürlük arayışı olumlu sonuçlanmamıştır.
Bu eserler, Elaine Showalter’ın “Feminist Dönem” (1880-1920) dediği döneme tekabül eder. Kadın yazarlar, kendilerine biçilen rollere ve erkek değerlerine başkaldırmışlardır ancak kendi hayatlarını özerkçe kurdukları ve alternatif bir yaşam sundukları söylenemez. Showalter’ın daha sonraki dönem olarak işaret ettiği “Female/Kadın Dönemi”, 1920 sonrası başlar ve bu dönemde kadınlar, açıkça kadın olarak tecrübelerini yazarlar; kendilerini keşfederler ve böylelikle erkek edebiyatından ayrı bir “kadın edebiyatı” ortaya çıkar. Bu dönemde kadına dönük ve kadınlar için yeni ve özgün bir dil oluşmaya başlar. Feminist edebiyatın şekillenmeye başladığı bu dönemde edebiyat, feminist kuram için bir araç görevi üstlenir.
“Female/Kadın Dönemi”ni, Showalter’ın görmezden geldiği lezbiyen feministler başlatmıştır.
Çünkü ilk kez hem farklılıkçı hem ayrılıkçı bu kadınlar sayesinde, heteroseksizme karşı bir aşk ve cinsellik temsiliyeti edebiyatta görünür hâle gelmiştir. İlk dönemi, kültürel feminist kuram içinden gelişen lezbiyen edebiyat, özgün bir okur talep ediyordu. Dönemin romantik âşıkları için lezbiyenlik cinsel bir olgudan ziyade, iki kadının, en güçlü duygu ve sevgilerinin birbirlerine yönelik olduğu bir ilişkiyi tanımlamaktaydı. Bu yüce aşk ve tutku, kadınların yazdığı edebiyat eserlerinde de çeşitli şifreleme ve perdeleme yaklaşımlarıyla, metaforlarla dile getirilmiştir. Özyaşamsal deneyimlerini kurmacalara yansıtarak, kendilerini kahramanlarına aktaran lezbiyen yazarlar, koşulların gücü nedeniyle aşklarını, tutkularını kodladılar, simgeleştirdiler, açıkça ifade edemediler, kendilerini sakladılar belki ama modernizmin en yaratıcı, en deneysel ve sıradışı metinlerini oluşturdular.
Lezbiyen yazını, alegorik anlatımlardan, gizli kodlardan, lezbiyen köken mitlerinden, fantezilerden, imgelemlerden beslenmektedir ki eskil çağın kadın şairleri, Sappho ve Bilitis bu anlamda önemlidir. 1920’lerle birlikte özellikle Paris ve New York’ta, lezbiyenliği, karşı cins gibi giyinme pratiklerini, romantik aşk geleneklerini sentezleyerek bir lezbiyen alt kültürü yaratan şair ve yazarlar; Renée Vivien, Natalie Clifford Barney, Radclyffe Hall, Romaine Brooks, Katherine Bradley, Edith Cooper, H. D. , Sappho’nun hayatını ve eserlerini temel ve ilham kaynağı almışlardır.
Doğa imgeleriyle yüklü şiirleri ve lezbiyen aşkı araştırdığı romanlarıyla deneysel lezbiyen edebiyatın öncüsü H. D. (Hilda Doolittle) neredeyse tümü otobiyografik olan eserlerinde cinsel bir altmetin kurarken, kendi lezbiyenlik hikâyesini farklı kadın kahramanlara paylaştırmış, böylelikle 20. yüzyıl erken dönem lezbiyen öznelliğinin karmaşıklıklarını temsil etmeyi amaçlamıştır.2 Lezbiyen bağlılık ve aşk ilişkisini ayrıntısıyla betimleyen Paint it Today (1921), Asphodel (1922) ve HERmione (1927) adlı roman üçlemesinin sonunda kadın kahraman, nişanlısından ayrılıp kadın sevgilisine duyduğu tutkuyu ifade edebilecek yeni bir dil aramaya başlamıştır.
Metinsellik ve cinsellik arasındaki ilişkileri, H.D.’nin sevgilisi, otobiyografik kurmaca, tarihî roman, şiir, edebiyat ve film eleştirisi olmak üzere geniş bir yelpazede eser veren Bryher’ün (Annie Winifred Ellerman) romanlarında da bulmak mümkündür. Development: A Novel (1920), Two Selves (1923) ve West’de (1925), diğer lezbiyen modernist otobiyografik kurmacalarda olduğu gibi yazmak ve tutku özgürlüğü arasında bir eşitlik vardır. Bu kurmacaların kadın kahramanları kendi cinsel arzuları ve kimliklerini anlamaya başladıkları ve bunlar hakkında kararlılık gösterdikleri an yazmaya başlarlar.3
Radclyffe Hall ise The Well of Loneliness (1928) adlı romanıyla ilk kez saklanmayı değil, açığa çıkmayı dillendirdi. Ancak büyük bir tepkiyle karşılandı, sansüre uğradı. Hall’un kendi hayatından damıttığı roman, uzun yıllar “Lezbiyenlerin İncil’i” olarak kabul edilse de, lezbiyeni bir kurban, bir hilkat garibesi olarak sunmaktan kaçınamamıştı. Romanın “doğuştan çarpıklığı” popüler biçimde işlemesi, lezbiyenliği bir patoloji, bir kadersizlik ve “doğum hatası” olarak sunuşu lezbiyenliği büsbütün hastalıklı, korkutucu hâle getirdi.
Yine 1920’ler Paris lezbiyen kültürü içinde yer alan Colette, Anais Nin ve Djuna Barnes da eserlerinde lezbiyen aşka değinmişler, ancak lezbiyeni olumsuz temsiliyetinden kurtarmayı başaramamışlardır. İçlerinde okumaktan en çok keyif aldığım, Djuna Barnes’ın Geceyi Anlat Bana4 (Nightwood, 1936) adlı romanı, lezbiyen aşk teması, olağandışı dil yapısı, imgeci üslubu, gerçekçi betimlemelere sırt çeviren, yoğun göndermelerle yüklü “muğlak” anlatı çatısıyla lezbiyen edebiyatın özelliklerini gösteren erken örneklerden biridir. Ancak ne var ki, lezbiyenlik sahiplenilen, olumlanan, istenen bir kimlik değildir. Hayatının son döneminde Paris’e yerleşerek bu cemaate katılan Gertrude Stein ise içlerinde en yenilikçi olanıdır.
Yazındaki köktenci dil deneyciliğiyle efsaneye dönüşmeyi başaran Stein, dil ve haz alanı olarak bedeni birbirine kenetleyerek kadın-erkek kategorilerini aşan bir karşı dil yarattı. En ünlü çalışması, Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü’nde sevgilisi, eşi, sekreteri, ortağı Alice’i anlatmıştır. Heteroseksüel modele göre düzenlenmiş bu birliktelik pek çok yapıtın konusunu oluşturur; yazar ve sanat eleştirmeni rolleriyle Stein “koca”lığı, sekreter, ev ve bahçe bakımcısı, kuaför rolleriyle Toklas “karı”lığı üstlenmiştir. Coming out (açılma) hikâyelerinin en erken örneği olan, 1903’te yazdığı, üçlü bir romantik aşkı anlatan “Q.E.D.” ise ancak ölümünden sonra basılabilmiştir.
Anarşist düşünceye bağlı olan feministler tarafından ortaya konan anarşist feminist kuram, birinci dalganın sınırlarındadır. Ataerkiye, cinsiyetçiliğe, kapitalizm ve militarizme karşı olan bu kuramın başlıca iki temsilcisi Victoria Woodhull ve Emma Goldman’dır.
Woodhull, evlilik kurumuna cepheden saldırmış ve bu kurumun fahişeliğe ve tecavüze dayandığını dile getirmiştir. “Kızıl Emma” olarak anılan Emma Goldman ise mülkiyet, hükümet, din ve kilise, şiddet, kadın ticareti, aşk anlayışı, kıskançlık gibi temel konuları analiz etmiş, ünlü manifestosu Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir’de anarşist hareket içinde cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkmıştır. Kadın hak ve özgürlüğünün yanı sıra eşcinsel haklarını da destekleyen Goldman en anlamlı eleştiriyi, vatanseverlik, kadın olmak ve aşk konularına getirmiştir. Aşk, Goldman için özel önem atfettiği anarşik bir duygudur. Ona göre aşk, doğası gereği özgürlükçüdür, sınır tanımaz ve yaratıcı enerjiyle yüklüdür. Cinsel özgürlük yanlısı tutumu onu çağdaşlarından ayırır ve ürettiği bilinç dolayısıyla ikinci dalga feminizmin öncüsü yapar.
Yine Marksist feministler içinde Clara Zetkin ve Alexandra Kollontai da cinsel özgürlük ve aşk üzerine yazmışlardır.
Marksist feministler, kadının farklılığını sınıf üzerinden inşa ederek, kadını proleter ortak kimliği içinde tanımlar, patriyarka gibi kadını ezen devasa bir sistemi görmezden gelir. Yöntemi sorunsuz olmamakla birlikte, feminizme kazandırdıkları çoktur. Öncelikle Marksizm aynı zamanda, bir toplumsal analiz, tarihsel diyalektik materyalizm yöntemidir. Bu yöntemi feminist sorunların hizmetine koyarak, Juliet Mitchell ve Shulamith Firestone Marksist feminizm için yeni yönelimler önermişlerdir.
Marksist teorinin diyalektik materyalizm yöntemini, feminist teori “bilinç yükseltme” olarak yorumlar. 60’ların sonu ve 70’lerde bilinç yükseltme grupları kurulur. Bu grupların en önemli misyonu, tarih boyunca susturulmuş kadınları dillendirmektir. Kadınlar bu gruplarda, cinselliklerine, ev ve aile yaşamlarına, anılarına, fantezilerine, deneyimlerine ve umutlarına varıncaya kadar her şeyi ifade etme fırsatı buldu. Edebiyat açısından bu bilinçlenme pratikleri, kadınlarca yazılan otobiyografik, biyografik ya da büyüme-bilinçlenme romanlarını ortaya çıkardı. Bu romanların feminist eleştiriye katkısı ise kadını edebî temsiliyetin nesnesi olmaktan çıkarıp, eserin öznesine ve yazarına dönüştürmesiydi.
Ancak Marksizmle feminizmin birlikteliği çok da mutlu değildir. Patriyarkayı ve baskı mekanizmalarını hesaba katmaz. Heidi Hartmann ve Christine Delphy’ye göre kadınlar patriyarka altında ortak biçimde ezilirler ve bu ortak ezilmişlikleri kadınları bir sınıf haline getirir. Marksizmin katı cinsiyet-körü bakışını reddeden sosyalist feminizm, Marksist ve radikal feminizmler arasında bir köprü olma özelliği taşır.
Juliet Mitchell ve Anja Meulenbelt feminizmin sosyalizmle birlikte değerlendirilmesinin gerekliliğinin altını çizer.
Marksist feminizm geleneksel olarak edebî üretimin maddi şartlarına bakarken; sosyalist feministler kadınların hayatlarının ayrıntılarına ve kadınların alternatif değerlerine odaklanırlar. Ancak her iki kuram için de edebiyat ve hayat gibi iki ayrı alandan söz etmek anlamsızdır. Günlük olaydan tarihsel önem çıkarır ve böylece eleştirel düşünceye “yaşanmış deneyim” fikrini eklerler. Teorik eserleri de bulunan Anja Meulenbelt’in neredeyse tüm kurmacaları işte bu yaşanmış deneyim fikrinden çıkmıştır. Utanç Bitti, Gündelik Mutluluğa Alışma, Hayranlık ve Kayıp Zaman adlı romanlarında hep kendi hayatını ve deneyimlerini -lezbiyenliğini, anneliğini, sosyalist feministliğini, erkeklerle ilişkilerini- anlatmıştır. Meulenbelt gerçeği anlatmaya en yakın edebiyat türü olan otobiyografik romanların yazılması gerektiğine inanır ve kadınları bu konuda teşvik eder.
Birinci dalga hak ve eşitlik kavramına vurgu yaparken; ikinci dalga, farklılık kavramını temel almıştır. İkinci Dalga’nın kurucularından biri olarak anılan Betty Friedan’ın 1963’te yayımlanan Kadınlığın Gizemi adlı kitabının “çığır açtığı” kabul edilir. Ancak Friedan’ın liberalizme yaslanan feminizmi sorunludur. Benimsediği liberal siyasetler, beyaz, burjuva kadınlara yöneliktir. Farklılıkları görmezden gelir, kimini de -lezbiyenlik- kabul etmez.
İkinci dalga ancak 70’lere gelindiğinde gerçek söylemine, radikalizmine ulaşır. Özgül bir felsefe, eleştiri kuramı ve feminist bilgi bu dönemde oluşmaya başlamıştır. Edebiyatı da bir mücadele alanı olarak gören ikinci dalga, çok yönlü bir feminist edebiyat eleştirisi ortaya koyar.
Bir kadın edebiyatının, hatta farklı kadın edebiyatlarının oluşmasında en önemli rol, ihlalci, cesur ve kararlı kadın yazarlar kadar feminist kuram ve feminist edebiyat eleştirisidir.
Diğer eleştiri okullarından en önemli farkı, toplumsal cinsiyeti, patriyarkayı ve cinselliği eleştirisinin ana odağına taşımasıdır.
Feminist eleştiri, edebiyat eleştirisi içinde dört sorunla ilgilenir:
1. Kadın yazarların görünmezliklerini ele alır. Feminist eleştirmenler göz ardı edilmiş kadınların metinlerini bulup ortaya çıkarmış, kadınların sözlü geleneğini de katarak yeni bir edebiyat tarihi oluşturmuşlardır.
En önemli temsilcisi Elaine Showalter, feminist eleştiriye öncelikle dişil bir isim vererek, “gynocriticism” der. 1977’de ortaya konan bu teknik, kadın yazarlar tarafından yazılmış eserleri ele alır; bu eserleri irdeleyerek geleneksel patriyarkal kanona alternatif oluşturur. Böyle bir okuma, kadınları erkek bakış açısından göstermeye son verir ve kadın okura da erkeğin bakışının dışında bir bakışla bakma yolunu açar. Bu akımın temsilcileri, unutulmuş kadın metinlerini ortaya çıkararak ve bilinenlerin yeniden yayınlanmasına girişerek işe başlamış, yazan kadınların ortak temalarını, sözcük dizilişlerini ve olay örgülerini çözümlemiştir. Ellen Moers ve Adrienne Rich’in de yöneldiği gynocriticism, yok sayılmış dişil altkültürü ve onun ürettiği temaları ortaya çıkarmayı hedefler.
2. Eril edebiyatın yeniden incelenmesi, bunların ataerkil varsayımlarının saptanması ve bu metinlerde kadınların toplumsal, kültürel ve ideolojik normlara göre nasıl temsil edildiğini göstermektir.
Bu bağlamda, feminist edebiyat eleştirisinin mimarı aslında, 1949’da yayımlanan çığır açan çalışması İkinci Cins ile Simone de Beauvoir’dır. Varoluşçulukta kadın sorunu tartışmasını ilk kez feminist eleştiriye sokan Beauvoir, İkinci Cins’te erkekler tarafından yazılan metinlerde kadının neden “öteki” olduğunu soruşturdu. Stendhal, Lawrence, Breton gibi erkek yazarlarda kadının konumunu inceleyerek bu kültürün içinde kadının dışlandığını, marjinal konuma itildiğini gösterdi. Eleştirisinde kimi sorunlar vardı elbette; meseleye sadece psikanalitik ve de heteroseksüel açıdan yaklaşıyor, yapısal, politik ve sınıfsal farklara hassasiyet göstermiyordu.
Kate Millett’ın “cinsiyetin politik nitelikli bir sınıflama" olduğunu ileri süren kuramı ise feminist eleştiriye yeni bir yönelim kazandırdı. Millet, ikinci dalganın çekirdeği ve itici gücü olan radikallerdendi. Radikal feministler, kadının ezilmesinin ve ikincilleşmesinin temel nedenini ataerki olarak gören diğer kuramlardan farklı olarak sorunun temel kaynağı olarak erkekleri işaret eder. Varolan toplumsal yapıda herhangi bir dönüşümün mümkün olmadığını, toplumsal yapıların tümden yıkılması gerektiğini düşünürler. Edebiyat, popüler kültür ve medyada kadını nesneleştiren, fetişleştiren temsilleri ortaya çıkarırlar, pornografi karşıtı çalışmalarıyla bilinirler.
Millett’ın 1970’de yayımlanan Cinsel Politika’sı, odağına toplumsal cinsiyetin yanı sıra ataerki kavramını da alarak sorgulayan feminist eleştirinin ilk örneklerinden biridir. T.E. Lawrence, Henry Miller, Norman Mailer, Jean Genet gibi erkek yazarların romanlarındaki kadın temsiliyetlerini ve kadın imgesini incelediği bu önemli çalışmasında ulaştığı sonuç, kadının erkekler tarafından itaatkâr bir cinsel nesne olarak kurgulandığıdır.
Millet’e göre ataerkil sistemin sanat dalları içinde en propagandist niteliği olan tür edebiyattır. Edebiyatın amacı, her iki cinsin yerini ve durumunu ataerkil sistemin yapısına uygun olarak pekiştirmektir. Ve hatta edebiyat, erkeklerin kadınlara nefretlerini yansıtan bir araçtır.
3. Feminist eleştiri okura yeni yöntemler ve değişik bir eleştiri pratiği sunarak “feminist okur” sorunuyla ilgilenir.
Feminist eleştirmenin ilk eylemi, onaylanan bir okur olmak yerine, karşı koyan bir okur olmak ve içimize yerleştirilmiş erkek zihniyetini çıkarıp atma işlemini başlatmaktır. Judith Fetterley, Direnen Okur (1978) adlı kitabında Amerikan kurmaca yazınının başlıca yapıtlarının kadın okuru ele geçirmeye yönelik tasarımlar ile dolu olduğunu gösterir ve okumayı değiştirme girişiminde bulunur.
4. Sadece okurla kalmaz, kadın yazara, metinsel anlamın üreticisine de odaklanır.
Bu yaklaşım kadını bir yazar olarak ele alır ve kadının hem sosyal olarak konumunun ve yaşantısının hem de psikolojisinin metne yansıyacağını savunur. Kadın yazarların ayrı bir geleneği vardır, çünkü tarihte kadınlar aynı türden baskılara maruz kalmışlardır. Bu durumda kadın yazarların dünyayı ve yaşamı, erkeklerden farklı şekilde algılamaları doğaldır, ama bu farklılık biyolojik bir ayrımdan kaynaklanmaz. Kadınların toplumda uğradıkları aynı türden baskıların yarattığı bir sonuçtur.
Yazar olarak kadına dönük eleştirinin ilk örneğini Kendine Ait Bir Oda (1924) adlı kitabıyla Virginia Woolf'un verdiğini yukarıda belirtmiştim. Annis Pratt, Elaine Showalter, Sandra Gilbert, Susan Gubar ve Alice Walker diğer önemli eleştirmenlerdir.
Radikal feministlerin hepsi lezbiyen olmamakla birlikte kuram genel olarak, lezbiyenliğin feministler için temel bir politik uygulama olduğunu kabul eder. Heteroseksüel modele şiddetle karşı çıkan önemli ayrılıkçılar, kadınların kendilerini baskıdan tamamen özgürleştirebilmek için erkeklerden ayrı yaşamaları gerektiğini düşünüyorlardı ki bu fikir, lezbiyen ütopyalarda bir artışa neden olmuştur.
Lezbiyen kurmacalarda maskeleme ve şifreleme yaklaşımları terk edilerek kadınlar arası aşkın ve lezbiyen kişiliğin olumlu sunumlarının gerçekleşmeye başladığı 70’lerin dönüm noktası, Rita Mae Brown’un Rubyfruit Jungle (1973) adlı romanı oldu. Romanın ana karakteri Molly Bolt, her açıdan üstün, çok güzel, dört dörtlük bir kadındır. Bu kusursuzluk, lezbiyenliğiyle bağdaştırılır. Romanın bu denli sevilip popüler olmasının nedeni, lezbiyen feministlere uzun zamandır bekledikleri bir şeyi, kendileriyle özdeşleşebilecekleri ve lezbiyenlere yapılan tüm haksızlıkların intikamını alan bir karakteri vermesidir.
1970’ler ve 80’ler lezbiyen kadınlar arasında güçlü bir yakınlığı anlatan lezbiyen bildungsromanlar ile siyasî romanların altın çağı oldu. Bibliyografiler, otobiyografiler, günlükler ve ütopyalar alternatif bir kanon yaratmak isteyen lezbiyenler için metinsel bir imkândı.
Lezbiyen bildungsromanlarını inceleyen Bonnie Zimmerman’a göre, bu tür romanlarda bildunga ulaşmak, lezbiyen kahraman için “dolaptan çıkmakla” aynı niteliktedir. Lezbiyen, kendi cinselliğine doğru çıktığı simgesel yolculuğun sonunda kendi kimliğini kurar.
Sharon Isabel’in Yesterday’s Lessons’ı (1974), Elena Nachman’ın Riverfinger Woman’ı (1974), June Arnold’un The Cook and the Carpenter (1973) ve Sister Gin’i (1975), Marilyn French’in “Kadınlara Mahsus”u (1977), kahramanın lezbiyenliği üzerinden kendini yeniden yaratmasına dair önemli örneklerdir.
Lezbiyen imgesi edebiyat eleştirisine ilk olarak Adrienne Rich’in “lezbiyen süreklilik” kuramıyla girer. Bu fikre göre başka kadınlara cinsel ilgi duymayan kadınlar da, patriyarkaya karşı mücadele etmek, aralarındaki bağları güçlendirmek için kendilerini politik lezbiyenler olarak görebilir.
Elaine Showalter ve Susan Gubar gibi ikinci dalganın önemli feminist edebiyat eleştirmenleri, lezbiyenleri kadın hareketinin içinde dahi görmezken “özgül lezbiyen okur” sorunuyla ilgilenen Rich, temel makalelerinden biri olan “Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence”de (1980) lezbiyen-feminist yazın geleneğine politik ve tarihsel açıdan alan açan bir yol sunmuştur. Rich, radikal bir edebiyat eleştirisi için ana kaynak olarak kadınların yazdıkları metinlere odaklanmayı ilke edinir ve özyaşam öykülerinin yazılmasının önemini daima hatırlatır.
Rich’e benzer şekilde bir tür mistik/ruhani lezbiyen feminizmi öne çıkaran Mary Daly de önemli bir mit eleştirmeni ve kuramcısıdır. Yeni bir kadın dili ve patriyarkaya karşı kadını merkeze alan ruhsal âlem öneren Daly, ünlü eseri, Amazon miti üzerine kurulu Gyn/Ecology: The Metaethics of Radical Feminism’in (1978) sonuna yaklaşık iki yüz girişli özel bir indeks eklemiştir. Bu yeni kelimeler, patriyarkal toplumun sahte, somutlaşmış imgelerini tahrip ederek bir dişil gerçeklik ve dil oluşturur. Tüm kadınları içlerindeki cadı/ kocakarı/ kızkurusu/ lezbiyeni keşfetmek üzere bu Amazon yolculuğunda kendisine katılmaya çağırarak, eril güçler tarafından yayılan sahte bilgiye karşı “yeni kelimeler” aracılığıyla yalnızca üye olanların kullanabileceği bir bilgi öğretir.
Bir başka kadın dili, yazısı önerisi de Fransız feministlerinden gelmiştir. İkinci dalgayı üçüncü dalgayla buluşturacak bir eşikte duran ve Héléne Cixous, Luce Irigaray ile Julia Kristeva’nın mimarları olduğu Fransız feminizmi, edebiyat eleştirisine bir yöntem, çok zengin bir bakış açısı ve kavramsal çerçeve kazandırmıştır. Adrienne Rich’in lezbiyen uzanım fikrine bağlı kalarak, onu cinsel farklılık ve “écriture feminine” (dişil yazın) teorileriyle ayrıntılandırmış ve dişil bir özgüllük tartışmasına dönüştürmüştür.
Fransız feminizmi, dişil sesin bastırıldığı fikrinden yola çıkar; edebiyat eleştirisine taşıdığı bir teknik olan “écriture féminine” (kadın yazısı) eril dili yıkmayı hedefleyen bir başkaldırı dilidir. Bu dil, bedene, sese yakındır çünkü konuşmayla ilişkilidir. Bu da onu ritme yaklaştırır ve bilinçdışıyla ilişki kurar.
Kristeva, kadının ezilme kaynağının, “ekonomik, siyasî ve kültürel yapılardan değil, anlam düzeneği üreten logos”tan oluştuğunu söyler. Cixous’ya göre “Gerçek olarak algılanan her şey erkek tarafından oluşturulan sembolik düzenin tezahürüdür…”
Kristeva, Cixous ve Irigaray, yapısöküme dayanarak dil üzerine odaklanır, bir kadın yazısı yaratmaya çalışırlar. Amaçları erkek/ dişi karşıtlıklarının dil tarafından nasıl üretildiğini ve de kadının her zaman nasıl olumsuz ya da tamamlayıcı terim hâline geldiğini sorgulamaktır.
Dil meselesine feminist bir bakışın belirginleşmesi, 1970’lerden itibaren başlar. Feminist dil çalışmalarının öncüsü Robin Lakoff ve Dale Spender dildeki cinsiyetçiliğe dikkat çekmiş; Elaine Showalter, kadınların hem erkek egemen kültürün içinde hem de ayrı ve susturulmuş, mahrem bir kadın kültürü içinde olduklarını, bundan dolayı da kadın edebiyatının çiftsesli olduğunu belirtmiş; Jennifer Coates kadın sohbetlerine odaklanmıştır.
Farklı bir dil ve evren yaratan edebiyat örneklerinin başında kadın ütopyaları/ distopyaları gelir. Kadın ütopyaları, kadını bağımlı hâle getiren en önemli ideolojik araçlardan birinin dil olduğu görüşünden yola çıkarak, erkek egemen sembolik düzenden kurtulmanın yolunu, dil dışı alana çıkmak ya da dil kalıplarını kırmakta bulur.
Farklı feminizmleri savunan Charlotte Gilman, Margaret Atwood, Emma Tennant, Willa Cather, Doris Lessing, Christa Wolf ve Ursula K. Le Guin gibi pek çok yazarın ortak noktası, dildeki eril egemenliği sorgulayarak kimi sözcükleri kaldırıp yeni kavramları karşılayacak yeni sözcükler, imgeler, zamirler, metaforlar kullanmalarıdır.
Kendini anarşist ve feminist olarak tanımlayan Le Guin’in 70'lerin ortalarına kadar bilimkurgu ve fantastik türde yazdığı romanlar erkekler hakkındayken, yazar En Uzak Sahil (1972) ile Tehanu (1990) arasında geçen on yedi sene içinde feminizmi ve feminist eleştiriyi keşfetmiştir. Yazarken öğrendiği şeylerden en önemlisi, “fahri ya da sahte bir erkek gibi değil, bir kadın gibi yazmak” olur. Bir kadının bakış açısından Yerdeniz, bir erkeğin bakış açısından göründüğünden çok farklı görünmektedir çünkü “yazmak, mecrası ne olursa olsun, sözcüklerden oluşur; sözcüklerse bedenseldir, bedenden ve nefesten oluşur, beden tarafından alımlanır, bedenle hissedilir; sözcüklerin ritimleri bedensel ritimlerdir.”
Tüm bu çalışmalar, feminist bir edebiyat ve edebiyat eleştirisi için temel değerde içerik ve öneriler taşımakla birlikte, 80’lerden itibaren sorgulanmakta gecikmez. İlk tepkiler, siyah ve renkli feministlerden gelir. Audre Lorde, Barbara Smith, Bell Hooks, Cherrie Moraga, Merle Woo, Paula Gunn Allen ve Gloria Anzaldúa gibi beyaz olmayan lezbiyenler, feminist meseleler olarak ele alınan konuların, sadece beyaz, heteroseksüel kadınların “deneyimleriyle” belirlendiğine, ırk ve sınıf gibi konuların es geçildiğine dikkat çektiler.
Gloria Anzaldúa ve Cherrie Moraga’nın eleştirisinin ana odağı da, daha esnek bir lezbiyen edebî kimliği yaratmak, farklı kültür ve etnisitelerden lezbiyen kadınlar arasındaki ilişkilere ve temsiliyetlere yer vermek iken birçok siyah feminist eleştirmen için siyah eleştiri, Afrika merkezli bir bakış açısını tanımlamaya dayanır.
Siyah feminizmin eleştiri alanını neredeyse tek başına oluşturan Barbara Smith, 70 ve 80’lerde yayımlanan üç siyah yazarın; Gloria Naylor, Alice Walker ve Audre Lorde’un otobiyografik romanlarını inceler ve Lorde’un Zami (1982) adlı romanının, siyah feministlerin tarihsel yerleşimi ve kültürüyle ilgili olumlu ilk örnek olduğuna kanaat getirir.
Lorde’un edebiyat eleştirisine en büyük katkısı “biyomitografi” denilen bir yazım türü kazandırmış olmasıdır.
Biyomitografi, çeşitli anne-kız ilişkilerini ve mitleri ele alan, gerçek ile kurmaca arasındaki ikiliği bulanıklaştıran fantezilerdir. Kendi biyomitografisi olan Zami, hem annelik etiğine bağlanması, hem de onu sökmesiyle ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Lorde’un edebî gelenek içinde yaptığı devrimi izleyen Alice Walker “womanist” (kadıncı) terimini, feminist teriminden ayrı olarak, Afrika merkezciliğini kutlamak ve daha geniş bir kadınlık resminin ortaya çıkmasını sağlamak için önerdi. Walker’ın eleştirel bakışı, siyah eleştirmenlerin kendi “eleştirel öykülerini” nasıl adlandırıp kontrol edebileceklerine dair önemli bir örnektir. Yine Maya Angelou’nun on yedi yaşındayken kaleme aldığı Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim’den (1969) başlayarak ölene dek yazdığı yedi otobiyografik romanı, bir kadın ve feminist olarak kendi gelişimiyle ilgiliydi. Sekiz yaşında annesinin erkek arkadaşının cinsel tacizine maruz kalışı, evlilik ve aşk hayatı, siyah mücadele içindeki konumlanışlarıyla daima kendisi olarak okurun karşısına geçti.
1980’lerden itibaren ortaya çıkan üçüncü dünya feminist kuramı ise sömürüye karşı çok katmanlı mücadele anlayışıyla, üçüncü dalga feminizmin düşünsel/ideolojik sınırında durur.
Batı merkezli dünyanın “üçüncü dünya” adıyla ötekileştirdiği yeni-sömürge ülkelerde yaşayan kadınlar, bir yandan emperyalizm ve yerel kapitalizm tarafından ezilirken, diğer yandan ataerki tarafından sömürülmekte ve beyaz Batılı kız kardeşleri tarafından ötekileştirilmektedirler. Hintli kuramcı Chandra Talpade Mohanty’ye göre can alıcı sorun, farklılığın görmezden gelinmesidir, aynı şekilde Uma Narayan da, özcü feminist yaklaşımları eleştiren önemli bir kuramcıdır.
Bu gelenekte feminist eleştiri, iki kolda gelişmiştir: Bir grup, kadın geleneğinin oluşumu ve yayılmasıyla ilgiliydi. Diğer eleştirmen grubu da, edebiyatın da dâhil olduğu metinler alanının tümünde “cinsiyetlendirilmiş astlar”ı inceleyerek işe başladı.
Postfeminist eleştirinin en önemli isimlerinden Hintli kuramcı Gayatri Spivak’ın temel meselesi de bu astlar oldu. Üçüncü dünya eleştirisinde, üçüncü dünyalı kadınlara dair Batılı feministlerce üretilen “örtünen kadın”, “güçlü anne”, “iffetli kız”, “itaatkâr eş” gibi evrensel imgeler, “yapı-bozuma” uğratılır ki bu, artık üçüncü dalganın geldiğinin habercisidir.
80’lerde belirginleşen üçüncü dalga feminizmler, kuramlarını, ikinci dalganın katı, özsel kimlik anlayışına karşı oluşturmaya başladılar. 90’larla birlikte kimlik politikaları saldırıya uğradı. İkinci dalganın yetersizliklerinden yola çıkan postfeminist eleştirel tavır, tek ve evrensel bir kadın kategorisinde direnmez ve kadının ezilmişliğini de bir tek kategori/ kimlik üzerinden açıklamaya çalışmaz. İktidar, yapı-bozum, merkezsizleşme, cinsiyet, farklılık ve kimlik gibi kavramlar üçüncü dalga feminizmlerin tartıştığı temel kavramlardır.
Üçüncü dalgayla birlikte edebiyat eleştirisinde yapısökümcülük, postyapısalcılık ve postmodernizm kendini gösterir. Feminizm ile yapısöküm arasındaki temel benzerlik, her ikisinin de geleneksel eleştirinin önemsiz gördüğü cins metaforlarıyla ilgilenmesidir.
Kendisini 80’lerin kilit eleştirmeni olarak gören Toril Moi’nin Sexual/ Textual Politics (1985) adlı kitabı, feminist eleştirinin ilk yapısökümcü metnidir.
Irk ve cins konularında çalışan Gayatri Spivak; “egemen” bir yazar olmak yerine, kitaplarını öğrencileriyle birlikte yazan feminist eleştirmen Rachel Blau DuPlessis ve feminist edebiyat kuramında çok yaygın olan heteroseksüel varsayımı eleştiren Judith Butler önemli feminist yapısökümcüler arasındadır.
Postfeminizmle birlikte kurmaca ile deneyimin iç içe örüldüğü eserler artmaya başlar; kadının günlük yaşamının etnografisi, günlükler, özgeçmişler; kadının öznelliği açısından son derece değerlidir.
Yine bu dönemde lezbiyen cinsellik de romanlarda görünür olmaya ve cinsel kimlikler çoğalmaya ya da yıkılmaya başlar. Jeanette Winterson, Sarah Waters, Laura Doan ve Stella Duffy, feminizmin geleneksel yapısını ve edebiyatını yıkmayı amaçlayan ihlalci lezbiyen yazarların önde gelenleridir. Jeanette Winterson, köktenci dinî cemaatinden sürülmesiyle sonuçlanan yarı otobiyografik bir dolaptan çıkma hikâyesi olan ilk romanı Tek Meyve Portakal Değildir’de (1985) alternatif bir kurgu ve dil kullanırken “Dizüstü”nde hem kurmacanın anlatıcısı kimliğindedir, hem de “lezbiyen kadın yazar Jeanette Winterson” olarak okurun karşısına geçer. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik kategorilerine direnerek Winterson queer postmodern kurmacasına öncülük etmiştir. Edebî altyapısını geçmişle queer bağlar üzerine inşa eden Sarah Waters ise romanlarında –Tipping the Velvet, Affinity, Fingersmith- pornografi ve ihlalci cinselliğin yanı sıra kadınların tutuklu, deli, hizmetçi, histerik, kız kurusu vb. deneyimlerini temsil ederek Viktoryen teamülleri sorgular.
Sadece Batı’da değil, dünyanın pek çok ülkesinde 80’ler, 90’lar ve günümüze dek üçüncü dalga, postfeminizm, queer çalışmalar görülürken, feminizmin gerçek anlamıyla Türkiye’ye girmesi de bu dönemlere denk gelir.
Feminist gelişimin uyanış aşaması, 1970’lerin sol hareketi içinde yer alan kadınların bulundukları yeri sorgulamalarıyla gelişti. O zamanlar Türkiye’de feminizmin sözü bile edilmezdi, İKD (İlerici Kadınlar Derneği) daha çok “kadın hareketi” diyebileceğimiz bir hareketti.
1970’lerde Türkçeye kazandırılan ikinci dalga yazarlarının eserleriyle feminizm sözcüğü kullanılır hâle geldi. Çeviri eserlerin yanı sıra yerli çalışmalar da bu dönemde bu oluşuma katkıda bulundu. Şirin Tekeli’nin akademik çalışmalarıyla Nermin A. Unat tarafından 1979 yılında derlenen Türkiye’de Kadın adlı eser başta gelmektedir.
Kadın yazar sayısında büyük artışın olduğu 70’ler ve 80’lerde özgürleşme sürecindeki kadını kavrayan, kadınlık bilincini ve dişil öznelliği yansıtan, eleştirel farkındalık sergileyen çok değerli romanlar yazıldı. Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal, Oya Baydar, Latife Tekin, Tezer Özlü, Pınar Kür, İnci Aral, Fürüzan, Erendiz Atasü gibi yazarların anlatılarında, tarih, darbeler, aile, annelik, erkek egemen kurumlar kurtulamadıkları bir kâbus olarak belirir ve çoğu otobiyografiktir.
Feminist olup olmadığı çok tartışılan Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’dan itibaren Yürümek’ten Şafak’a, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndan Barış Adlı Çocuk’a kadar tüm eserlerine özyaşamsal kurgu ve deneyim aktarımı hâkimdir ki Soysal’a getirilen eleştirilerden çoğu bu veçhedendir. Oysa “bireyci” denilerek eleştirilen bu yaklaşımda Soysal, temsil, yaşanmış deneyim ve edebiyatta kendiliğin kurulması arasındaki ilişkileri sorgulamakla birlikte, kadınların toplumsallaşma sürecinden geçerken egemen ataerkil ideolojiyi nasıl içselleştirmeyi öğrendiklerini ve işbirliği yapmaya koşullandıklarını gösterir.
Türkiye’de henüz feminizmin lafının bile edilmediği yıllarda basılan ilk öykü kitabı Tutkulu Perçem’den (1962) itibaren annelik, ev kadınlığı, eviçi emek, metalaşma ve geleneksel aile değerlerinin -yani patriyarkal mekanizmaların- eleştirisini yapmaya başlamıştır. Tante Rosa (1968), “kadınlık durumu” üzerine inanılmaz ironiler ve çarpıcı gerçeklerle dolu özgün bir çalışmadır. Fazla kişisel ya da yabancı olduğu gerekçeleriyle eleştirilen Tante Rosa’da, teyzesini, annesini, kendisini, norm dışı tüm kadınlık modellerini bir araya getirerek hem dişil bir soyağacı ortaya çıkarmış, hem de bir kadın bildunsgsromanı yazarak, büyüme-bilinçlenme romanlarına öncü olmuştur. Ayrıca kadın için bilinç sorununu da tartışır bu biyografik romanda.
Kadınların yalnızca kadın olmaktan kaynaklanan sorunları olduğunu ve bu özgül sorunların “işçi sınıfı” sorunları içinde eritilemeyeceğini zamanından çok önce görmüştü Soysal. 1973’ten itibaren kadınların örgütlediği hemen her eylemde bazen gösterici, bazen konuşmacı olarak yer aldı; kadının erkek bağımlılığından kurtularak birey olmasını arzuladı.
Batı’da ikinci dalga feminizmin 70'lerin başlarında tartışmaya başladığı kadınların karşılıksız ev emeği meselesini Türkiye’de henüz 62’de tartışmaya açan Soysal, ev işlerinin karşılıksız bir emek harcama biçimi olduğunu ve kadınlara bu işlerin bir sevgi ilişkisi içinde yürütülmesinin öğretildiğini görmüştür. Eserlerinde, ev kadını olma hâlini her şekilde eleştiren Soysal’ın bir genç kadın olarak içinden çıktığı Türkiye’de dönemin kadın meselesi Kemalist ideolojiyle şekillenmişti. Türkiye’nin çok partili döneme geçtiği 50’lerde ise bir ev kadını modeli ile karşılaşırız; modern bir evin kadını olmak, tüm kadınların arzusu hâline getirilmiştir.
Yine aynı dönemin önemli feminist yazarlarından Leylâ Erbil, sınıfsal ve ekonomik farklılıkları ne olursa olsun, erkeklerin kadınları her alanda baskı altına alarak ikincilleştirdiklerini, ezdiklerini anlatarak tıpkı Soysal gibi klasik ve eril edebiyata karşı özgün bir kadın dili ve kurmaca anlayışı geliştirmiştir. Kadın kimliğini belirleyen toplumsal koşullara, kamusal alan ayrımına ve edebiyattaki cinsiyetçiliğe direnen kadın kahramanların her birinde Erbil’i görmek mümkündür. Erbil, anlatılarının tümünde tabularla kuşatılmış bir dünyada yaşamanın ağırlığına ve bu ağırlık altında en çok ezilen cinsin kadınlar olduğuna vurgu yapar. Eserleri toplumun aile, evlilik ve cinsellik hakkında değişmeyen değer yargılarına, erkek egemen edebiyat ve sanat dünyasına bir başkaldırı, bir direniştir.
Dönemin pek çok kadın yazarının aksine, kendini “feminist” olarak tanımlayan Erendiz Atasü’nün eserlerinden de yine kişisel deneyimlerle örülü bir kadın tarihi, feminist bir bilgi yansır okura.
Türkiye’de ikinci dalga feminizmin ortaya çıktığı yıllar asıl olarak 1980’lerin ikinci yarısına tarihlenir. Batılı popüler feminist akımların yansıdığı kadın dergileri yayımlanmaya başlar. Onlardan birinin de mimarı olan Duygu Asena’nın çalışmaları ve Kadının Adı Yok (1987) adlı romanıyla ve de romanın filme çekilmesiyle feminizm daha geniş bir toplumsal kesim tarafından biraz da olsa bilinmeye başlanır. Birinci dalganın savsözünü sloganlaştıran roman, bir kadının toplum, çevre ve çeşitli kurumlar tarafından nasıl ikinci sınıf insan olarak görüldüğünü, kadının kadın olma mücadelesini anlatır. Kadının cinsel özgürlüğünün olması gerektiği vurgulanır. Ancak romanın cinsiyet sınırı heteroseksüalitedir ve patriyarkal kültürün üzerine yaslandığı heteroseksüel zihniyette, kadın için nasıl bir cinsel özgürlük söz konusu olabilir, son derece tartışmalıdır.
Feminist edebiyat eleştirisinin anahtar kavramlarından biri olan cinsellik, pek çok eserde sorgulanmadan verili bir durum olarak ele alınır. Oysa feminist eleştiri cinselliği bir politika olarak ele alır.
1990’lar, Türkiye’de feminizmin farklılaşmaya, ayrışmaya başladığı bir dönem oldu. Feminizm, merkezden çevreye yayılmaya başladı ve bir yandan da kurumlaştı, şirket, dernek ya da vakıf olarak projeler etrafında örgütlendi. Kadın araştırmaları ve kadın hareketi akademiye girdi.
Feminist edebiyat eleştirisi de yine 90’lardan sonra ele alınmaya başlandı. Bu konuda çalışan önemli isimlerden başlıcaları: Jale Parla, Fatmagül Berktay, Ayşe Durakbaşa, Sibel Irzık, Hülya Adak, Zeynep Direk, Aslı Güneş, Güzin Yamaner, Zeynep Ergun, Özden Sözalan…
Feminizmin akademide ve aktivist alanlardaki yaygınlığı, elbette günümüze dek süregelen kadın edebiyatını da etkiledi. Yine bu konudaki değerli isimleri de Feride Çiçekoğlu, Ayşe Düzkan, Nalân Barbarosoğlu, Feyza Hepçilingirler, Müge İplikçi, Betül Tarıman, Birhan Keskin, Pınar Selek, Mine Söğüt ve Sibel K. Türker olarak sayabilirim.