Gizli Çekmece

Bir dönemin edebiyat dünyasını anlatan Gizli Çekmece, Ahmet Oktay’ın ölümünün 1. yıldönümünde Doğan Kitap tarafından yeniden yayımlandı. Kitaptan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz...

03 Mart 2017 18:22

Kadın Hamlet’in ölümü

Öyle yaşarız biz de, hep veda ederek

Rainer Maria Rilke

 

Perde kapandı ve ardından alkış koptu. Ne var ki, ben oyunu beğenmemiştim.

Ama Hamlet’i oynayan Nur Sabuncu, erkek biçimi kesilmiş sarı saçları, ince fiziği, kemikli yüz yapısıyla çok etkileyiciydi. Sahnede bir kez bile yürümemiş bir genç kızı, gökten zembille düşmüş gibi pat diye Hamlet rolüne çıkarmak, ancak Muhsin Ertuğrul’un cesaret edebileceği bir işti. Zavallı Prens Hamlet, mutsuz bir yaşama adandığını biliyor muydu ya da bir önseziyle hafifçe ürpermiş miydi acaba o ağır kadife perdeler bir alkış salvosuyla birlikte üzerine kapanırken?

Ne var ki, Nur Sabuncu adındaki Amerikan Koleji mezunu, o bir Türk’ten çok bir İsveçliyi andıran genç kız, tüm eleştirmecilerin değilse de tiyatro seyircisinin gönlünde bir yer edinmişti daha ilk gecede. Buydu farkında olduğu.

Ve sahne yaşamı oldu Nur’un.

Ölümü de...

Duygulu bir insandı Nur Sabuncu. Ruhu ile dünya arasında çelik bir tel geriliydi sanki ve biraz sert bir dokunuş Nur’un yüreğinde büyük titreşimlere yol açıyordu. Kısa sürede, mutsuz evliliklerle anladı: Acımasızdı yaşam. Çocuğunun, kendisinden alındığını söylediği çocuğunun özlemi, hiç kapanmayan, tam tersine her gün biraz daha büyüyen yara olarak kaldı ruhunun derininde. Çok derininde.

Nur’u İstanbul’da tanıdım. Ama ne zaman ve neredeydi, şimdi çıkaramıyorum. Birazdan söz edeceğim: Belki de Tosun’un, cömert ve sevecen Tosun’un yerinde. Gelgelelim Nur’la dost olmamız, Ankara’da.

Meydan Sahnesi

Şimdi ne olmuştur bilmiyorum, Atatürk Bulvarı’nda, Yüksel Palas’ın bitişiğinde, dik merdivenlerle inilen bir tiyatroydu Meydan Sahnesi. Çetin Köroğlu ile Kartal Tibet yönetiyorlardı hatırladığım kadarıyla. (Gizli Çekmece’nin yayımlanışından yıllar sonra, yanılmıyorsam 2002’de, bir gün Adalet Ağaoğlu telefon etti. Çok önemsediği bir yanlışımı düzeltiyordu: Meğer Meydan Sahnesi’nin bir yöneticisi de kendisiymiş. Ben Meydan Sahnesi’nin tarihini yazmıyordum ama yine de eksiği gidereyim: Adalet Ağaoğlu’nu da yöneticiler listesine eklesin lütfen okurlar.) Serüvenlerden, yıkımlardan kaçmak, bir ufuk değiştirmek umuduyla gelmişti bu tiyatro topluluğuna. Genç insanlardan oluşuyordu topluluk ve çevresi. Günümüzün önemli tiyatro ve sinema adamı Başar Sabuncu da oradan yetişmedir.

Gizli Çekmece, Ahmet Oktay, Doğan KitapNur, oyundan sonra Yüksel Palas’ın barına gelirdi. O sıralar, ilgi gören bir yerdi bu bar. Camdan bulvarı seyrederdi insan, gelip geçen kalabalıkla oyalanırdı. Bir başka uğrak yeri, hâlâ açık olan ve çalışmalarını sürdüren Sanat Sevenler Kulübü’ydü. (Şimdi Sanat Kurumu oldu adı.) O günlerde şair Turgut Uyar’la bir gönül ilişkisi oldu Nur Sabuncu’nun. İki tarafta da izler bırakan bir ilişki.

Tiyatrocuydu ama Nur, zaman zaman bunalıma giriyor, oyuna gitmiyordu. Çeken bilir. Kısır bir döngüdür bu. İnsanı tüketen, pişmanlıktan pişmanlığa, kendinden nefrete götüren bir döngü. Ama elden de bir şey gelmez:

Tel kopmuştur.

Şiire kaçış

Sahnenin eyleminden çok sözün büyüsüne kapıldı o sıra Nur Sabuncu. Zaten kolejdeyken edebiyata çok düşkün olduğunu söylerdi. Birlikte olduğumuz günlerde, tek avuntusu şiir gibi görünüyordu.

Rilke’ye, Alman dilinin bu büyük şairine tutulmuştu. Yer yer gizemsel bir dil kuran Rilke’nin en çok o acıya, terk edilişe, yalnızlığa, ölüme yönelişe dönük yanına tutulduğunu sanıyorum. Bir gün, Yüksel Palas’ta otururken Duineser Elegien’i çevirdiğini söyledi. Ama Elegien’i Türkçede nasıl karşılayacağını henüz bulamadığını ekledi.

Nur’un çevirisi nerelerdedir, daha doğrusu birinin elinde midir bilemiyorum. Ama o etkileyici şiiri Türk okuru yıllar sonra ilk kez 1979’da Turan Oflazoğlu’nun çevirisinden okudu.

Hastaneye düşüş

Bir akşam gazetesiydi çalıştığım Ekspres. Parlamento muhabirliği dışında fıkra yazarlığı yaptım orada. “Ağlayan Ayva, Gülen Nar” başlığıyla bir dizim de yayımlandı Ekspres’te: Doğu Anadolu’dan bir röportajdı. Daha önce anlattım bu öyküyü.

O sıralar hem özel hem siyasal nedenlerle (gazete, Milli Birlik Komitesi’nin yurtdışına gönderilen 14 üyesiyle flört etmeye başlamıştı) gazeteye ilgim azalmıştı. Gidiş gelişleri aksatmaya başladım. Bir gün, Nur’un şimdi Yeni Karamürsel Mağazası’nın arkasına düşen sokaktaki evindeydik. İçiyor ve şiir okuyorduk. Duino Ağıtları’nı. Akşam oldu. Nur’un oyunu vardı. Ama gitmek istemiyordu:

“Bitti bu iş. Bana ne tiyatrodan” diyordu.

Israrlarım para etmiyordu. Oyun saatine çok az kalmıştı ki, kapı çalındı. Nur açtı: Çetin Köroğlu ile Kartal Tibet gelmişlerdi yanılmıyorsam. Ama Nur, “Umurumda değil” deyip kapıyı yüzlerine kapadı. Biraz eleştirdim. İyice umutsuzlaşmış ve sarhoşlamıştı. Çıkık elmacıkkemikli güzelim yüzünü bir sisin ardında yitiriyor-muşum gibi geldi bir an. Gözlerine baktım: Acı yine yerleşmişti bebeklerine. Hamlet’ten bir dizeyi duyar gibi oldum:

Danimarka’da kokuşan bir şeyler var.

Evden fırlayıp gitti Nur. Ardından koştumsa da yetişemedim. Aramadığım yer kalmadı sabaha kadar.

Bir geçici, bir temelli ayrılış

İki gündür uğramamıştım gazeteye. Bitkin bir halde telefonun başına oturdum. Sonunda buldum izini: Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’ndeydi. Ağlıyordum galiba. Önüme, her zaman can yoldaşım olmuş daktiloyu çektim: İstifa mektubumu yazıp Doğan’ın odasına girdim. Ben ona istifa, o bana işime son verme mektubu-nu aynı anda uzattık.

İşsizlik günleri başladı.

Bekâr odamın kirasını, Babıâli’nin eskisi, sevgili Oktay Kurtböke ödedi birkaç ay. Nur, on gün sonra hastaneden çıktı.

“İstanbul’a gidiyorum” dedi.

Kendimi, birdenbire uçsuz bucaksız bir çölün ortasında buldum.

Yataklıyla gidiyordu. Bir yerden borç alıp, kırmızı karanfillerden kocaman bir buket yaptırdım. Vagonda kucaklaştık. Öyle taş gibi.

Gözlerimiz söylenmesi gerekeni söylüyordu sanırım. Peronda, tren gözden yitinceye kadar, hatta çok sonra bile ona, hep ona baktım.

İstanbul’da canına kıydı.

Hayalet Oğuz efsanesi

Hep siyahlar giyerdi. Koltuğunun altında ya da ceketinin cebinde daima İngilizce bir kitap bulunurdu ve 48 kiloydu.

O incecik gövde, açlığa, yalnızlığa, sevgisizliğe dayandı.

48 yaşına kadar, ama dayandı.

Bir valiydi babası. Akrabaları arasında Nezihe Araz gibi tanınmış kişiler vardı. Ne var ki, hepsinden uzak yaşadı Oğuz Haluk Alplaçin. İngilizceyi de sanırım kendi kendine öğrenmişti, yanlarında çalıştığı Amerikalılardan. Çevirmenlikle kazanıyordu yaşamını. Bir ara, Limasollu Naci’nin kurduğu ilk yabancı dil kursunda, Lingafon’da çalıştı.

Ömrünün son bir iki yılı hariç, evi olmadı Oğuz’un. Otellerde kaldı, eş dost evlerinde, hatta apartman paspasları üstünde yattı. Ama bir ev edinmedi. Evini sırtında taşıdı yıllarca. Kaplumbağa gibi.

Graham Green rehin kalıyor

Hayalet adını Selahattin Hilav takmıştı. Kızdığı zamanlarda ise “entelektüel solucan” derdi Oğuz’a, Ataç’ın Orhan Veli’yle ilgili “şakuli solucan” sözünü değiştirerek. Ekmek parası için ne bulursa çevirirdi. Oğuz, Mayk Hammer’ın moda olduğu 57’li yıllarda, Spillane’den çeviriymiş gibi yayımlanan 10’a yakın Mayk Hammer romanı da yazdı. 1959 kışıydı yanılmıyorsam: Oğuz, Graham Green’in Çirkin Amerikalı’sını çeviriyordu. Hava ayaz mı ayazdı ama Hayalet’in ne paltosu vardı üzerinde ne incecik bir trençkotu. Gecenin sonunda herkes evine doğru yönelirken Oğuz da Galatasaray’daki Emperyal Oteli’nde kalmaya karar verdi.

Otele gittiğinde, çok itibarlı eski bir müşteri olan Attilâ İlhan’ın adını verip bir oda buluyor Oğuz. Gelgelelim, cebinde metelik yok. “Allah kerim” deyip yatağa giriyor. Sabah kalktığında aşağı iniyor.

“Bende beş para yok” diyor ve ekliyor elindeki Çirkin Amerikalı’nın müsveddelerini uzatarak: “Bu ünlü yazar Graham Green’in bir romanının çevirisi. Rehin kalsın. Bu benim ekmek param. Borcumu ödemezsem aç kalırım. Bana iki saat izin verin.”

Çeviri yayımlanamadı ama biz Baylan’da otel parasını denkleştirip Graham Green’i rehinden kurtardık.

Kazandığını, son kuruşuna kadar dostlarıyla yerdi Oğuz. Söylemiştim: O yıllarda borç alıp verme olayı pek yoktu.

Hastaneye yatırıyorum

Oğuz’la yıllarca içtiğimiz su ayrı gitmedi. Annem babam da çok severlerdi bu bohemi. Nice öykülerimiz vardır: Bir ara, 40 yaşından sonra, ömründe ciddiye almadığı, hatta aklının ucundan bile geçirmediği bir olayla karşılaştı: Âşık oldu.

Herhangi bir sapkınlığı yoktu ama kadın olayını bitirmiş gibiydi. Sanırım, yılların yalnızlığı canına tak demişti. Göğsüne sokulacağı bir insan sıcaklığı özlüyordu. Yalnız kendine ait olanı anlatmak istediği bir başka insanı. Amerikan Koleji’nde okuyan, aramızda “Cimcime” diye çağırdığımız çıtı pıtı kız arkadaşımız da yakınlık duydu Oğuz’a. Sonu yoktu elbet. Yine de aşktı.

Oğuz’un yalnızca o dönemde yaşamdan tat aldığına ve mutlu olduğuna inanıyorum.

Yıldız, yeteneklerini heder eden, üstelik bilerek heder eden in-sanın yaşamında da bir kez parlamıştı.

Sonra 1964’te ben evlenip Ankara’ya yerleştim. 1974’te TRT İstanbul Radyosu haber müdürü olarak geri döndüm. Eskisi kadar sık buluşamıyorduk. Bir gün Krepen Pasajı’nda Neşe’de rastladım. Bitkindi ve öksürüyordu sık sık. Doktora götürmeye karar verdim. Ertesi gün Taksim’de buluşmayı kararlaştırdık. Ben TRT’den Verem Savaş Derneği Başkanı ve Heybeliada Sanatoryumu Müdürü Zülfü Sami Özgen’e telefon edip randevu aldım. Ertesi gün Oğuz’u götürdüm. İyiden iyiye muayene ettiler. Zülfü Bey, “Gelsin benim misafirim olsun hastanede. Bir hafta on gün dinlensin” dedi. Oğuz hemen yattı Heybeliada’ya. İki gün sonraydı galiba, Edip Cansever’le Heybeliada’ya gitmeye karar verdik. Ama sabah, Oğuz’un ölüm haberini aldım. Akciğer kanserinden gitmişti.

Bir kez daha Şişli Camii’nin avlusundaydım.

Bu tenhalaşan dünyada üşüyordum.

Bir başka bölümde, Oğuz Haluk’a ilişkin bir yazıda bohemin toplumla ilişkisini daha içerden kavramaya çalışacağım.

Cambridge’li meyhaneci

İnsanlığına çok güvendiğim kişilerden biridir Tosun Moran. Ona yüz bin merhaba.

Ünlü fotoğrafçı Yıldız Moran’ın kardeşiydi. İngiltere’de Cambridge’de ekonomi okumuştu. Tıknaz, çene sakallı, güleç bir insandı. Kendi adıyla andığımız Polo Kulüp’ü işletiyordu. Tosun, İstiklal Caddesi’ne çıkan sayısız yan sokaklardan biri olan Mis Sokağı’ndaydı. Kalın tokmağın vuruşuyla kapı açılır ve dik bir merdivenden salona inerdiniz. Merdiven biter bitmez, sağda uzun tahta bir tezgâh vardı. Arkada ayrı bir bölme göze çarpardı. Bir hamam bozuntusu izlenimi verirdi Tosun.

Güner Sümer’in Bozuk Düzen adlı piyesindeki sarhoş kompozisyonunu oyunculuk yaşamının birkaç doruğundan biri saydığım ve Türk tiyatrosunun sayılı adlarından biri olduğuna inandığım İsmet Ay’dan Özdemir Asaf’a (ki sonunda karısından boşanmayı başarıp Yıldız Moran’la evlenecekti), Terzi Tuğrul’dan, sonradan Hollanda’ya yerleşen ve orada “Homolulu” diye bir kadın-erkek eşcinseller kulübü açan Güner Kuban’a, çok değişik insanların uğrak yeriydi Tosun. Genellikle sabaha kadar açık olurdu. Güner Kuban, çok yıllar sonra Türkiye’de Sevginin Rengi diye bir kitap yayımladı. Doğrusunu söylemeliyim: Hiçbir yazınsal değeri yok bu kitabın.

Tosun Moran, yakasında kırmızı karanfiliyle otururdu aramız-da. Kadehi de hiç düşmezdi elinden. Çok dayanıklıydı. Ne sarhoş olduğunu gördüm ne dilinin dolaştığını. Geceyarısına doğru birlikte çıkar başka yerlere giderdik Tosun’la. Birkaç kez Moda’daki evinde uyandığımı anımsıyorum şimdi. Sonunda evlendikleri Gülen’i de çok severdim.

Güneşi karnında taşıyan ressam

Türk boheminin önde gelen sanatçılarından biri de ressam Or-han Peker’di. Ne kadar tutkulu ve coşkundu Orhan. Sanat konularında ödünsüzdü. Hatta hırçındı. Tartışmayı sertleştirirdi kimi zaman. Ama genellikle yumuşak bir insandı. Bir tema tutturur, peşini bırakmazdı onun. İtfaiyeciler ve Atlar dizileri bu tutkunun ürünüdür. Bir de unutulmaz Kediler’i. Tüm yaşamında, pek çoğumuz gibi işten ayrılmayı, yalnız resmiyle, sanatıyla uğraşmayı düşledi. Mavi renge bağlandı bir ara. Bu yüzden, yalnız mavi boyayla resim yapan Y. Klein’e vuruldu uzun süre. Sonunda, Ankara’dan ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevinden ayrılıp İstanbul’a yerleşmeyi başardı. İkinci kez evlenmişti. Ama ne yazık ki, bu değerli ressam, en verimli çağında ölüme yenildi. Resmiyle de, yaşamıyla da Türk sanatında iz bırakan insanlardandır. Evler de, meyhaneler de, tuvaller de dar gelirdi ona.

“Ressam güneşini karnında taşır” derdi.

Güneşini karnında taşıdı hep. Bu yüzden benzersizdi o da.

Şiirin prensleri

Ellerimle koparıp aldığım,

sahip olduğum ışık

bir odada azıcık

Turgut Uyar

“Şiirdir artık vatanım.”

1959’un sonuydu. Fısıltı gazetesi çalışıyor ve 27 Mayıs’a doğru gidiyorduk. Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde pat diye söyledi bu sözü Edip Cansever.

Gerçi hep Şiirin ülkesinde yaşadı Edip. Daha doğrusu, yalnızca şiir için yaşadı ama aydınların, yazarların, çizerlerin iyiden iyiye baskı altında oldukları o günlerde bu söz, yaşanan günü özetle-yen bir özdeyiş gibi geldi bana. Yıllardır unutmadım.

Edip Cansever’i 1956’da tanıdım. O gün bugündür, şiirine yönelttiğim kimi eleştiriler dahi, dostluğumuzu bozmadı hiç. Şunun için kaydediyorum bu noktayı: Türk sanatçısı, eleştiriye açık ve alışık değildir. Hemen kırılır ve küser. Dahası, ömrü boyu bağışlamaz.

Edip’in Kapalıçarşı’da bir antikacı dükkânı vardı. Bir merdivenle üst kata çıkılırdı. Orada, geniş bir masanın arkasında otururdu Edip. İki duvarın önüne yığılmış halıların arasında. Baba mesleğiydi. Gelgelelim, dükkânın yükünü çeken ortağıydı. Edip, sabah 11’de falan gelirdi dükkâna. İşle değil, şiirle uğraşırdı. Haklıydı: Şiirden daha önemli ne iş olabilirdi?

O yıllarda Edip, daha çok Aksaray, Kumkapı civarında dolaşırdı. Sonra sonra açıldı Beyoğlu’na. Türk şiirinde İkinci Yeni diye bilinen akımın öncülerinden sayılan Yerçekimli Karanfil adlı kitabında değişmenin ilk yetkin örneklerinden birini vermiştir. Örneksiz olmaz ama:

Bu böyle kimin gittiği? Sen dur ey!

Belki de ellerimiz mi? biraz ince, biraz da çok kelimeli!

Bu sanki niye durduğumuz mu? açıkken sevişme bölgeleri

Ay, pencere, göz! Siz git ey!

Edip’le bir ara Degüstasyon’a dadanmıştık. Çiçek Pasajı’na bitişik bir lokantaydı burası. Tertemiz. Yemekleri ve servisi, en lüks lokantalarda bile zor bulunurdu. Kapının girişinde bir tezgâhı vardı. Yazın pek severdim orayı. Metin Eloğlu, Edip, ben taze ceviz alır, bir iki kadeh rakı içerdik ayakta. İstiklal Caddesi’nin o güzelim, rengârenk kalabalığını seyrederek. Metin Eloğlu, iyice esmer, alaycı bir insandı. Daha 1949’da, şiire başlar başlamaz dikkatleri çekmişti. Toplumsal eleştiri dozu yüksek şiirlerdi. Giderek, sözcüğü önemseyen, dile yaslanan bir şiir kurdu. Eski yolunu beğenen, oraya dönmesini öğütleyen eleştirilere kulak asmadı ve özgün bir şiir yarattı.

Degüstasyon, tüm yazarların, şairlerin uğrak yeriydi. Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Fethi Naci, Selahattin Hilav...

Hüzünlerin şairi

Edip Cansever, Degüstasyon’da, Pasaj’daki birahanelerden birinde ya da Krepen Pasajı’ndaki Neşe’de otururken sürekli çevre-sini gözler, şiirine malzeme toplardı. İnsanları dinler, yaşamöykülerini öğrenirdi. Pasaj’ın üst katlarında yaşamlar düşlerdi. Yenik düşmüş, yalnız insanların yaşamlarını. Hüzünlü, ama derin bir insan sevgisi içeren şiirlerdir Edip Cansever’in şiirleri. İnsanı günlük yapıp etmeleri içinde yakalar hep. Yaşamın acımasızlığını, insanın mutluluk özlemini dile getirir.

Turgut Uyar da öyledir. O da, çağdaş Türk şiirinin önde gelen bir adıdır. Kalıplaşmaktan ödü kopar Uyar’ın. Daha, 1955’te “Korkulu Ustalık” diye bir yazı yazmış, şairin yeniyi, söylenmemişi araması gerektiğini vurgulamıştır.

Ankara’da SEKA’da çalışırken tanıdım Turgut’u. Askerlikten ayrılmıştı. Bir şiir yarışmasını kazandığı günlerde, sanırım 50’ler-de, karpuzcunun karpuzdan anladığı kadar şiirden anladığı vurgulanan Ataç şöyle demişti: “Zarımı Turgut Uyar için atıyorum.” Yalancı çıkarmadı Turgut bu şiir tutkunu yazarı.

Babasının karşıtı bir şair

Adı unutulmayan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in oğluydu Can. Hasan Âli Bey, çok şık, eskilerin deyişiyle “tırandaz” bir adamdı. Can’sa tam tersine: Bir rind. Saç sakal birbirine karışmış, yaka bağır fora. Hâlâ da öyle. O derin hüznünü müthiş alaycılığı ve şiirinin ayrılmaz ögesi yaptığı argoyla dengeleniyor. Hatta gizliyor.

Ankara’da tanıdım Can’ı. Londra’dan döndüğünde. İzgan Baz ve Feyyaz Kayacan’la birlikte BBC’de çalıştıkları dönemin öyküleri dillere destandı. Bir akşam Can’la sabahlamış, Kızılay binasının bahçesindeki çimlere uzanıp hayran hayran, mor menekşeleri seyretmiştik. Sonra, “Bize gidelim, devam edelim” diye tutturdu Can. Evleri Mithat Paşa Caddesi’ndeydi. Şimdi kocaman bir apartman oldu. Gittik. Saat sabahın yedisi. Odası darmadağınık Can’ın. Hızla sofra kuruyorken Can, Hasan Âli Bey odaya girdi. Sırtında robdöşambr, boynunda fular. Hazırlığı görünce, “Eh, bugün biraz geç başlıyorsun” diye iğneledi Can’ı.

Yine erken başlıyor mu bilmem? Ama zehir zemberek şiirler yazmayı sürdürüyor Can. Bir de adliye koridorlarında dolaşmayı.

Şairin yazgısı da bu.