Svetlana Aleksiyeviç’in bir kere okunduktan sonra unutulması imkânsız kitabı Çernobil’den Sesler hem dehşet verici bir tanıklıklar toplamı hem de başka türlü bir edebiyatın sarsıcı bir örneği...
25 Şubat 2016 13:01
“Üstünden fazla geçmedi, bir zamanlar çok mutluydum. Neden mi? Unutmuşum. Başka bir hayatmış gibi geliyor şimdi. Anlamıyorum, bilmiyorum, yeniden yaşamaya nasıl başladım, yeniden yaşamayı nasıl istedim. Ama buradayım işte. Gülüyorum, konuşuyorum. Kalbim paramparçaydı, felç olmuş gibiydim. Birileriyle konuşmak istiyordum, ama insanlarla değil. Bir kiliseye giderdim, öyle sessiz olurdu ki, aynı dağlardaki gibi. Ama sonra sabah uyanır, elimle etrafımı yoklardım – nerede o? Bu onun yastığı, onun kokusu. (…) Uykumda görünüyor bana, ama bir anlığına. Sonra hemen kayboluyor. Ayak seslerini bile duyabiliyorum. Nereye gidiyor peki? Nereye? Ölmek istemiyordu. Pencereden bakar, bakardı, gökyüzüne. Sırtına bir yastık koyardım, bir tane daha, sonra bir tane daha. Yüksekte olabilsin diye. Ölmesi çok uzun zaman aldı. Bütün bir yıl. Bir türlü ayrılamadık.
“Her şeyden çok sevdiğim, herhalde kendim doğurmuş olsam bile daha fazla sevemeyeceğim adam gözlerimin önünde bir canavara dönüştü. (…) Peki ben neden korkuyordum? Onun bunu görmesinden! Sonunda sormaya başladı, elleriyle işaret ediyordu, aynayı getir dercesine. Mutfağa koşardım, sanki unutmuşum ya da duymamışım ya da başka bir şey olmuş gibi.
“Ben iyi bir kütüphaneciyim, ama insanın işini nasıl sevebileceğini aklım almıyor. Ben sadece onu seviyordum. Sadece onu. Onsuz olamam. Geceleri çığlık atıyorum. Ama yastığın içine bağırıyorum ki çocuklarım duymasın.
“Öldüğünde orada öylece yattı, vücudu o kadar sıcaktı ki. Dokunamazdın. Öldüğü zaman evdeki saatleri durdurdum. Sabahın yedisiydi.”
Yukarıdaki sözler, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in “Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi” altbaşlığını taşıyan kitabı Çernobil’den Sesler’in son monoloğundan. Monolog, kitaptaki pek çok başkası gibi, bir kadına ait ‒ kazadan sonraki enkaz temizleme çalışmaları sırasında maruz kaldığı yüksek düzeyde radyasyon sonucu hastalanıp ölen kocasını hatırlayan bir kadına.
Aleksiyeviç’in Çernobil tanıklarının büyük kısmının kadınlar olması şaşırtıcı değil. 1986’nın 26 Nisan gününün ilk saatlerinde meydana gelen ve reaktörün etrafını insanların gözlerini alamadığı mavi bir ışıkla aydınlatan patlamanın hemen ardından, birçok itfaiyeci, polis, asker ve “gönüllü” (kitapta, bunların bir kısmının pek de “gönüllü” olmadığını, evlerinden alınıp felaket bölgesinin yakınlarına götürüldüğünü okuyoruz) enkaz temizleme çalışmalarında görev aldı ve maruz kaldıkları aşırı yüksek radyasyondan dolayı kısa sürede hastalanıp öldü. Çernobil’den Sesler’de kimilerini ayrıntılarıyla okuduğumuz, insanı dehşete düşüren ölüm biçimlerini, bu erkeklerin arkalarında bıraktıkları kadınlardan dinliyoruz. Özellikle, kitabın hemen başında karşılaştığımız ve duygusal yoğunluğuyla okur için bir anlamda kitaba devam edip etmeme sınavına da dönüşen yirmi sayfalık monolog ile bu yazının başında birkaç parçasını alıntıladığım, kitabın kapanışını oluşturan monoloğu okuduğunda (bunların ikisi de “Yalnız Bir İnsan Sesi” başlığıyla sunuluyor Aleksiyeviç tarafından), insan şahit olduğu hayal edilmesi imkânsız ölüm biçimlerine ve sevdikleri adamlara son anlarına kadar eşlik eden kadınların aşklarının ve sabırlarının inanması güç boyutuna hayret edip üzülmekten neredeyse yorgun düşüyor.
Geride kalıp, hiçbir zaman tam kavrayamayacakları bir felaketi hatırlamaya mahkûm olanlar yalnızca dul kadınlar değil ama: Maruz kaldıkları radyasyona rağmen nasılsa hâlâ hayatta olan ama artık hiçbir kadın tarafından istenmeyen erkekler; patlamadan sonraki günlerde ordu, civar köyleri zorla boşaltırken evlerinden ayrılmak istememiş ve kalmayı bir biçimde başarmış, radyasyonlu toprağı ekip biçmeyi sürdüren köylüler; terk etmek zorunda kaldıkları evlerini özleyip yıllar sonra geri dönenler… ve neyle karşılaşacaklarını bilmeden Çernobil’e getirilmiş, kahraman olmayı düşleyen askerler (aralarında, patlamanın gerçekleştiği reaktörün bayrak direğine tırmanıp, radyasyon yüzünden bir ay içinde paçavraya dönen Sovyet bayrağını yenisiyle değiştirmeye gönüllü olanlar da var); bölgenin radyasyon yüzünden çıldırmış başıboş kedi ve köpeklerini, civardaki ormanlarda yaşayan tilki ve kurtları öldürme emri alan avcılar (patlama hem doğrudan hem dolaylı olarak çok büyük bir hayvan kıyımına da yol açıyor); felaketi yönetmeye çalışan (ama sonunda, beceriksizlik, telaş ve Moskova’dan duyulan korku yüzünden sadece “idare etmeyi” başarabilen) yerel bürokratlar; hastalık ve ölümle iç içe büyüyen çocuklar; gerçek özgürlüğü Çernobil’de bulduğunu söyleyen, eski Rus romanlarından fırlamış gibi duran yarı deli bir münzevi; gidecekleri başka yer kalmayınca bu hayalet şehre gelip sığınan, kurtuldukları gerçek kurşunların yanında görünmez radyasyondan gelen tehlikeye aldırmayan Çeçen ve Tacik mülteciler; evsiz kanun kaçakları, eski mahkûmlar – hepsi Aleksiyeviç’e kendi tanıklıklarını, Çernobil’in kendileri için ne anlama geldiğini anlatıyor. Çoğu, “Anlatamam, böyle bir şeyi anlatmak imkânsız” deyip sonra kendilerine rağmen anlatmaya başlıyor. Ağlamak ya da sigara yakmak için duruyor, sözlerini “Söylenecek başka bir şey yok” diyerek bitirir gibi oluyor, sonra anlatmaya devam ediyorlar. Bitirdiklerinde bile anlatmaya her an yeniden başlayabilecek, daha bir o kadarını anlatabilecek gibiler. (“Daha bir şey anlatmadım” diyor mesela biri, altı sayfa tutan sözlerinin sonuna doğru.) Şahit oldukları bir felaketi ya da suçu sonsuza dek anlatmakla lanetlenmiş mit ve masal kahramanlarına benziyorlar.
Aleksiyeviç’in yüzlerce kişiyle görüşerek topladığı hikâyelerin, taşıdıkları bütün acıya, ağırlığa rağmen tuhaf bir sürükleyiciliği, hatta neredeyse büyüsü var ve bu kendini okutabilme gücü belki de en çok, Çernobillilerin anlattıkça bir çeşit miti farkında olmadan yaratmasından, bu arada kendilerinin de bu miti yaratan bir ahir zaman cemaatine benzemeye başlamasından kaynaklanıyor. Dünyanın kenarındaki bu küçük yeri istisnai bir yere, daha önce kimsenin yaşamadığı bir tecrübenin yaşandığı bir mekâna, bir anlamda dünyanın merkezine dönüştüren patlama ve patlamadan sonra gördükleri şeyler, nasıl yorumlayacaklarını, hatta tam ne olduğunu bile bilmedikleri bir bilgi vermiş sanki bu insanlara. Gelecekte yaşanmasından korkulan nükleer kıyameti bütün dünyadan önce yaşamışlar (“Geleceği kayıt altına aldığımı hissediyordum” diye yazıyor Aleksiyeviç sonsözünde, Çernobillilerle yaptığı görüşmelerden bahsederken) ve bu büyük felakete şahit oldukları için de öbür, sıradan insanlardan farklı olduklarını hissediyorlar: “Bizden başka kimse orada ne olduğunu bilmiyor” diyor Çernobil’de bulunmuş bir asker: “Hepsini anlamadık, ama her şeyi gördük.” Annesi Rus edebiyatı öğretmeni olan ve kitaplar arasında büyüdüğünü söyleyen bir kadınsa, “Siz yazarsınız,” diyor Aleksiyeviç’e, “ama hiçbir kitap bunu anlamamda bana yardımcı olmadı. Tiyatro da yardım etmedi, filmler de. Onlarsız da anlarım ama. Kendi başıma. (…) Bilim adamları bir şey bilmiyorsa, yazarlar bir şey bilmiyorsa, biz onlara hayatlarımız ve ölümlerimizle yardımcı oluruz.” “Fark ettiniz mi,” diye soruyor bir öğretmen, “burada hiç kimse kendine Rus ya da Belaruslu veya Ukraynalı demiyor. Hepimiz ‘Çernobilli’ diyoruz kendimizden bahsederken. Sanki bu yeni bir halk, yeni bir ulusmuş gibi.”
Bu yeni halkın mensuplarını dinledikçe, hikâyeler arasında ortak temalar belirmeye, bazı sözcükler, imgeler tekrarlanmaya başlıyor. Tuhaf bir şey bu, çünkü okuduğumuz kitap bir “yaratıcı yazar”ın motifleri, temaları birbirine bağladığı, ayrıntıları incelikle işleyip en gereksiz görünenlerin bile bütüne hizmet etmesini sağladığı bir roman değil, bir röportaj kitabı. Bir romancının aklı yönlendirmiyor buradaki insanları, ama ortak tecrübe ortak noktalara odaklanıyor, ya da insan böyle noktalar gördüğünü sanıyor ve aklında, hikâyelerin dağınık kalmasına sabredemeyip bu noktaları birleştiren bir mekanizma çalışmaya başlıyor hemen. Bunlardan en çarpıcı olanı, ne kadar da çok sayıda insanın patlamadan sonraki korku atmosferini savaşa benzettiği: Düşmanın kimliğinin tam belli olmadığı bir savaş bu ‒ “Galip gelmemiz gerektiğini söylediler bize” diyor bir enkaz temizleme görevlisi: “Kime karşı peki? Atoma karşı mı? Fizik yasalarına mı? Evrene mi?” Yine de, askerlerden gönüllü sivillere pek çok kişi, anne babalarından dinleyip okullarda öğrendikleri Sovyet kahramanlıklarına benzer kahramanlıklar yapma arzusuyla katılıyorlar patlama sonrasında “Bölge”de yapılan çalışmalara. Yaşlılar içinse Çernobil, savaşlar ve felaketlerle dolu hayatlarının (kısaca, yirminci yüzyıl Rus tarihinin) bir parçası; Çernobil’den bahsederken İkinci Dünya Savaşı’na ya da Stalin’in Büyük Temizlik’ine sık sık atıfta bulunmaları bundan.
Kitabı oluşturan monologlarda ara sıra başka “tema”lar, “tip”ler, tekrarlar, figürler de su yüzüne çıkıyor: “Şimdi” yaşananlardan çok daha tuhaf, çok daha korkutucu hastalıklara ve ölümlere gebe, dolayısıyla geleceği değil de olmuş bitmiş bir geçmişi andıran bir gelecek fikri; kendini neredeyse devletin, doğanın ve fizik kanunlarının kurduğu büyük bir komplonun kurbanı gibi algılayan çaresiz, yapayalnız bir insan tipi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünün bir habercisi olarak Çernobil faciası; her şeye kadir, geleceği üretecek ütopik bir bilim fikrinin ve bunun temsilcisi Sovyet bilim insanı figürünün yerini, öngörülemez felaketler üretme gücüyle dolu bir bilim fikrinin ve artık güvenilmeyen, hem korku hem de nefretle bakılan, lanetli bir bilim insanı figürünün alması; bazı Çernobillilerin monologlarında kendini belli eden, facianın getirdiği açıklanamaz özgürleşme hissi ve felaketten sonraki doğada bir güzellik bulma eğilimi.
Bütün bu fikir ve duyguların kitap boyunca karşımıza çıktığını, birbirinden bağımsız monologları da böylece görünmez iplerle bağlayıp okura zaman zaman daha somut bir bütünlük hissi verdiklerini ileri sürmek, evet, yanlış değil belki, ama insan monologlardaki ortak noktaları yakalayıp birleştirirken bile, kafasının bir başka yanıyla, bunu yapmanın ne kadar boşuna (dahası, neredeyse “ayıp”) olduğunu da düşünüyor: Boşuna, çünkü burada hayata dair ustalıkla gizlenmiş bir ders, bir mesaj, bir anafikir yok, hiç beklemedikleri anda büyük bir felakete uğramış ve hayatlarının geri kalanında bu felaketin anlamına kafa patlatıp duran insanlar var; bu insanların acılarının tekilliği karşısında temalar aramak, bir bütünlüğe ve anlama ulaşmaya çabalamak onlara ve acılarına haksızlık etmek gibi gelmeye başlıyor bir yerden sonra.
Üstelik büyük temalar görme isteği, monologlarda zaman zaman parlayan ve “yazılmış” bir romanı, öyküyü sahte kılacak derecede yoğun gerçeklik hissini ve insani ayrıntı zenginliğini gölgede bırakma tehlikesine de yol açabilir. Oysa, köyü boşaltıldıktan sonra şehirdeki dairesinde yalnızlık çekerken sokaktan gelen at ve koyun sesleri işittiğini zanneden, rüyasında kendini ineğinden süt sağarken gören yaşlı kadının anlattıklarını okuyunca insan büyük fikirlere boş vermek, sadece bu kadını birilerine anlatmak istiyor. Bunun gibi, okuyanı çarpan ve hemen başkalarına anlatma isteği uyandıran daha onlarca kişi, anekdot, cümle var Çernobil’den Sesler’de: Terk etmek zorunda bırakıldığı Çernobil’deki baba evine bir gece gizlice dönen ve evin, aile tarafından büyük değer verilen kapısını (aile geleneğine göre, ailede biri öldüğünde, bu kişi gömülmeden önceki gece kapı sökülür, cenaze kapının üstüne yatırılırmış) çalıp motosikletine bağlayarak şehirdeki yeni evine götüren ve daha sonra küçük kızı radyasyon yüzünden öldüğünde onu da bu kapının üstüne yatıran adam. Çernobil’de görev yaptığı süre içinde gördüklerinden, sadece, girdiği boş bir evde bulduğu bir kediyi ve burada yaşamış çocukların eve gelecek kişilere hitaben yazdığı notları hatırlayan asker. Radyasyonlu evleri yıkıp, ağaçları kesip, topraktaki mahsulleri ve hatta toprağın kendisini küreklere doldurup büyük çukurlara gömen görevlilerin yarattığı tekinsiz, neredeyse gerçeküstü manzara. Sadece kendileri olan, anlatılmak, dışarı atılmak için anlatılan hikâyeler.
Bu hikâyelerin bir araya toplandığı Çernobil’den Sesler’in “yazarı” diye anılan Svetlana Aleksiyeviç’in esas yaptığı, yazarlıktan daha mütevazı bir şey aslında: Üç yıl boyunca Çernobil’den yüzlerce kişiyle görüşüp anlattıklarını kaydetmiş, sonra bu görüşmeleri “monologlar” biçiminde bir araya getirmiş, “çekirdeklerine” ulaşıncaya kadar monologları kısaltmış, sıraya koymuş, hepsine birer başlık atmış. (Aleksiyeviç’in, mütevazı rolünün dışına, kitaba yazdığı iki sayfalık sonsözü saymazsak bir tek bu başlıkları koyarken çıktığını söyleyebiliriz belki: “Kapıların Üzerine Yazılmış Bütün Bir Hayat Hakkında,” “Radyasyonun Neye Benzediği Hakkında,” “Eski Kehanetler Hakkında,” “Ayışığıyla Aydınlanmış Bir Manzara Hakkında,” “İsa’yı Düşerken Gördüğünde Dişi Ağrıyan Adam Hakkında,” “Çehov’suz ve Tolstoy’suz Yaşayamayacak Olmamız Hakkında,” “Hayatta Korkunç Şeylerin Sessizce ve Doğallıkla Meydana Gelmesi Hakkında”… Bir de, birkaç kişiye ait sözleri art arda dizip “korolar” oluştururken: Askerler korosu, avcılar korosu, çocuklar korosu…) Kısacası, hayal edip “yazmaktan” değil, aynı insanlarla tekrar tekrar konuşup onlardan söküp aldığı hikâyeleri kaydedip düzenlemekten ve sunmaktan oluşuyor Aleksiyeviç’in yaptığı iş. Kendisi olmasa unutulup gidecek, hatta hiç bilinmeyecek hikâyeleri bulup çıkaran, kurtaran bir aracıdan ibaret sadece.
2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün böyle bir figüre verilmiş olmasının radikal derecedeki (ama hâlâ hak ettiği kadar tartışılmamış) önemi de burada yatıyor: Bir “röportör,” bir gazeteci olarak Aleksiyeviç’in şahsında, görüştüğü (ve kitaplarının ortaya çıkmasını sağlayan) bütün o insanlara da verilmiş oldu ödül. Nobel’in Aleksiyeviç’e verilmesinin ima ettiği bir başka şey de en az bunun kadar önemli ve radikal: “Edebiyatçı” sayılmak için “yaratıcı yazar” olmak şart değil; Aleksiyeviç’in, doğmasına değilse de gelişip yeni bir olgunluğa kavuşmasına olanak sağladığı daha mütevazı bir “yazarlık” türünün de (tek bir yaratıcı yazarın “dehasından” değil onlarca farklı insanın seslerinden meydana gelen “kolektif” bir edebiyatın da) “yaratıcı” denen edebiyata denk, hatta zaman zaman ondan daha sarsıcı şeyler ortaya koyması, “büyük edebiyat” çıkarması mümkün. Nobel Edebiyat Ödülü’nün, “Sovyet insanı”nı ve “duyguların gündelik hayatı” dediği şeyi araştırıp kaydeden Aleksiyeviç’e verilmesi böylece edebiyatın tanımını, sınırlarını da genişletmiş oldu. Çernobil’den Sesler’in ileride sadece Aleksiyeviç’in edebiyatının değil, bu yeni edebiyatın da en sarsıcı ve öncü örneklerinden biri sayılacağına kuşku yok.