Şömine başında anlatılan hayalet öykülerinden, çağdaş korku ve fantastik kurgularına kadar kışın karını, karanlığını ve sessizliğini kendine fon yapan hikâyeler...
08 Aralık 2016 17:10
“… uçurumun kıyısından bakmış meraklı bir gezginim ve korkuyla geri basmış biriyim. Biliyorum bu yeterince tuhaf ve korkutucu ama bildiklerimin ötesinde daha ürkütücü derinlikler ve korkular var, kış gecelerinde ateşin etrafında anlatılanlardan daha inanılmazları var.” Korku edebiyatının ustalarından Arthur Machen, bu satırların yer aldığı Büyük Tanrı Pan adlı başyapıtını 1890’larda yazmıştı. H.P. Lovecraft’tan başlayarak günümüze kadar birçok korku ve fantastik kurgu yazarına ilham verecek olan bu uzun öykü, korkunun anlam kümesindeki müphemliğin üzerinde duruyor, bilinmeyenden duyduğu korkuyla bıçak sırtında yaşayan modern insanın içine düştüğü dehşetleri anlatıyordu. Gerçek hayattaki korku ile edebi korkuları da karşılaştırmayı ihmal etmiyordu Machen.
Halihazırda sokaklar canavarlarla doluyken, insanların buz gibi kış gecelerinde evlerine çekilip bir ateş ya da şömine başında birbirlerine perili öyküler anlatmaları neye işaret ediyordu? Bilinmeyenin, görünmeyenin soğuk hakikatine karşı bir ısınma, evcilleştirme çabası mı? Dışarıdaki ölüm ile doğamızdaki, içimizdeki ölüm bilgisine karşı bir savunma mı? Ya da daha popüler haliyle söylemek gerekirse, “kaçış edebiyatı” mıydı bu kış gecesi öyküleri?
Amerikalı yazar Dorothy Scarborough, 1917’de yayımlanan ve fantastik edebiyata dair yapılmış ilk kapsamlı akademik çalışmalardan biri olan The Supernatural in Modern English Fiction [Çağdaş İngilizce Edebiyatta Doğaüstü] adlı eserinde de aynı konuyu, tam da en doğru dönemde tartışarak başlıyordu işe. Gündelik hayat ile kurgunun karşılaştırmasını yapan yazar diyordu ki, “Eğer Dante iş çıkışı saatlerindeki trenlere şahit olsaydı, Cehennem’i yeniden yazmak zorunda kalırdı.” Bu işin şakasıydı elbette, ama kendi dönemiyle 18. yüzyılı karşılaştıran Scarborough, eskiden doğaüstü öykülere daha çok inanıldığını da itiraf ediyordu. 1700’lerde daha fazla boş zamanı olan insanların şömine başında hortlak öyküsü dinlemek için daha fazla sebebi vardı ona göre. Yeni yüzyılın insanı, şömine başında mistik öyküler anlatamazdı artık, çünkü onların ister görkemli, gotik bir malikânede ister taşrada bir kulübede sosyal olarak bir arada kalmasını sağlayan şömine başı öykü anlatıcılığı bitmiş, yerini küçük dairelerdeki kaloriferlerin başında, kış gecelerini kalabalıklarla değil, yalnız başına, birey olarak geçiren yeni bir insan tipi almıştı. Artık tüylerimizin ürpermesi sadece soğukla ilgili olamazdı; edebiyatın da tüylerimizi ürpertmesi, ruhumuzu dondurması, korkunç öykülerle buz kesmemizi sağlaması gerekecekti. Korkunun iklimi hep kış olmuştu ve sanki giderek daha soğuk olması gerekiyordu.
Korku edebiyatının köşe taşlarından biri olan Algernon Blackwood, doğayı bir kahraman olarak kullanmayı tercih ediyordu öykülerinde ve kış, kar ve soğuk, ünlü öykülerinden birisinin, “Karın Cazibesi”nin odağında yer alıyordu. 1911’de yayımlanan bu öyküde, Alpler’in yamacındaki bir dağ köyüne giden Hibbert’ın dehşetle sonuçlanacak macerası anlatılıyordu. “Daima iki dünyanın bilincinde olan Hibbert, bu dağ köyünde üç dünyanın bilincindeydi,” diye başlıyordu öykü. Blackwood, sadece şömine başında anlatılsın diye ucuz hayalet öyküleri yazan biri değildi, korkunun felsefi tarafıyla ilgileniyor ve neden, nasıl korktuğumuzu öykülerinde işlemeye çalışıyordu. Söz konusu üç dünya, modern İngiliz turistin dünyası, misafir/yabancı olarak içine girdiği köylülerin dünyası ve tabii ki kendini buz gibi bir dehşetin içinde bulacağı vahşi doğanın dünyasıydı. Diğer yandan alttan alta başka bir dünyanın, dördüncü bir dünyanın da öyküsünü anlatıyor ve bunu diğer üç dünyaya da yediriyordu Blackwood. Bu dördüncü boyut, fantastiğin alanına giriyordu.
Evet, bir hayalet öyküsüdür bu, ama başrolünde İngiliz turistin mi, karla birlikte kendini gösteren kadın hayaletin mi yoksa bizatihi karın, kışın mı olduğu da tartışmalıdır. Gerçekleşecek fantastik olayın temelinde kar yatar. Henüz öykünün ilk sayfalarında bu atmosfere davet eder Blackwood: “Dünya, karın altında boğulmuştu,” der ve sayfalar boyunca bir çığ altındaymışçasına okuruz öyküyü: “Kar her şeyi kaplıyordu. Sesi ve mesafeyi boğuyordu. Evleri, sokakları ve insanları boğuyordu. Yaşamı boğuyordu.”
Kar, adeta doğaüstü bir kahraman, bir güç olarak ele geçiriyordu öykünün kahramanı Hibbert’ı. Öykünün ortalarında karşısına çıkan gizemli kız ise, karın, kışın vücut bulmuş hali gibiydi. Onun cazibesine kapılan kahraman, bilinmeyen bir gücün albenisine tutsak bir şekilde kızın peşinden gidiyor ve korkunç bir yolculuğa çıkıp güç bela geri dönüyordu. Onun öyküsü sonraki kuşaklar için bir efsane haline gelecekti. Daha sonra olay yerinde çekilen fotoğraflarda kardaki izler, öykünün fantastik boyutunu tartışmalı kılıyordu, çünkü hem kahramanın hem de karın vücut bulduğu gizemli kızın izlerinin olması gereken yerde, sadece bu öykünün başından geçtiğini iddia eden İngiliz turist Hibbert’ın ayak izleri vardı. Bu kız bir hayalet miydi yoksa kahramanımız karın büyüsüne, bilinmeyenin gizemine kapılıp hayal mi görmüştü? Çoğu fantastik eserde olduğu gibi burada da yorum okurlara bırakılıyordu Blackwood tarafından.
Diğer yandan Blackwood, önemli olanın hayaleti gören kişinin durumu olduğunu düşünen bir yazardı. O yüzden hayalet var mıdır yok mudur diye tartışmak yerine, öykü kahramanının, modern kentten gelip yaban diyarlara yolculuk yapan kişinin kara, kışa, soğuğa hangi gözlerle baktığını görmek, Blackwood’un doğaüstü unsurunu nasıl kullandığını sezmek için daha doğru bir yönelim olacaktır. Sonuçta, bu öyküye bir hayalet öyküsü olarak bakmak usulen doğrudur, ama karın ve kışın insanı nasıl boğduğunu ve delirttiğini anlatan bir cinnet ve dehşet öyküsü olarak bakmak da gereklidir.
Blackwood’un bu öyküde kardaki ayak izleriyle sembolize ettiği fantastik edebiyat tartışmasını, Türkiye’de korku edebiyatı dediğimizde akla gelen ilk isim olan Giovanni Scognamillo’nun korku öykülerinden birinde, “Kardaki İzler”de de görmek mümkündür. Neredeyse yüz yıl arayla yayımlanan “Karın Cazibesi” ve “Kardaki İzler” adlı öykülerde, kar ve kış farklı rollere bürünür fakat her iki eserin doğaüstü yanı temel olarak “kar” üzerinde temellenir.
Scognamillo’nun metninde Blackwood’unki gibi bir kar/kış/soğuk iması ön planda değildir ama öyküdeki canavarın geldiğine, var olduğuna dair kanıt, kardaki izlerdedir. Scognamillo’nun Lovecraft üslubuyla yazdığı bu “canavarlar aramızdadır” temalı öyküde, kardaki izlere inandığımız ölçüde anlatıcının bahsettiği canavarlar da sahici hale gelir bizim için. Belki de bu yüzden anlatıcı sürekli olarak kimsenin kendisine inanmayacağını vurgular takıntılı bir şekilde. Bu okuduğumuz öykü, canavar olduğu iddia edilen, suçlanan birinin ağzından dinlediğimiz bir savunmadır aslında. Finalde canavarlar sokaklarda serbesttir, ama masum, sıradan biri olduğunu ispat etmeye çalışan anlatıcımız ölüme mahkûm olur. İşte bu ispat, fantastik bir unsura, kardaki ayak izlerine bağlıdır, ama elbette Scognamillo bu kanıta kulak asmayacak olan egemen düzenin, akıl ve mantık dünyasının eleştirisini yapar bu öyküde. İnsan, bilinmeyeni inkâr eden bir düzeni muhafaza ettikçe, canavarlar evimize kadar girecektir.
Aslında Blackwood’un yaptığını, fantastik unsurlara başvurmadan en iyi yapan yazarlardan biri Jack London olsa gerek. Hayatta kalma, vahşi doğayla baş etme gibi konuları eserlerinin merkezine aldığında, tıpkı bir gotik edebiyat yazarı gibi sıklıkla ölümden, ölümlülükten, hayvani içgüdülerden, bilinmeyenin yarattığı dehşetten bahseder London. Korku yazarlarının doğaüstünde bulduğu karanlık ile London’ın doğada bulduğu karanlık birbiriyle örtüşür. Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı gibi romanlarında ya da Beyaz Sessizlik, Ateş Yakmak ya da Yaşama Hırsı gibi öykülerinde insanın ve kültürün karanlık tarafına nasıl eğildiğini, ayrıca doğanın insafsız yanına nasıl eğildiğini de görürüz. Bu bağlamda, Jack London gibi fantastik kurgu yazarı olmayan birinin elinde de, korkunun ikliminin kış olduğunu görebiliriz. Artık kardaki izlerin hayal ürünü olup olmadığını tartışmak yerine, karın, kışın dehşetinin ne büyük olduğunu ve elbette insanın ne ölçüde zayıf ya da güçlü olduğunu tartışırız. Genel olarak bakıldığında, London’ın modern insanı müphemliğiyle, gri bölgeleriyle temsil etmeyi tercih ettiğini söylemek mümkündür. Uygarlığın ne kadar kurtarıcı olduğunu anlatmak için yazılmamıştır onun öyküleri. “Öteki”yi, yabani ve barbar olanı inkâr eden bir yapı da sergilemez London. Onun canavarları doğaüstü değildir belki, ama doğal olduklarını iddia etmek bile yeterince “fantastik” bir edebi girişimdir. Bu yüzden, yukarıdaki doğaüstü Blackwood ve Scognamillo örneğine karşılık London’ın “gerçekçi” örnekleri bize aynı madalyonun iki farklı yüzünü gösterebilir.
Örneğin, medeniyete varmaya çalışan kahramanların macerasının anlatıldığı Beyaz Sessizlik’te, öykünün adından da tahmin edileceği gibi, asıl kahraman kardır, kıştır. Doğanın kendisi, insana ölümlülüğünü hatırlatan, onun bilinmeyenle ilgili bastırılmış düşüncelerini yüzeye çağıran, Tanrı’ya, Evren’e, her şeye karşı bir korku duygusu geliştirmesini zorunlu kılan, ona kendinden daha büyük, daha yüce bir şeyler olduğunu depremlerle, çığlarla, yıldırımlarla ve en önemlisi de “sessizlik”le gösteren bir canavar gibidir adeta. Bu nedenle, aynı anda yüce, güzel ve korkunç (ki bu kavramların birlikteliği gotik edebiyat teorisinde sıkça vurgulanan bir durumdur) olan doğanın kahramana dönüştüğü bu öykünün adının “Beyaz Sessizlik” olmasına şaşırmamak gerekir. Ayrıca Blackwood’un ya da dönemin başka bir korku yazarının elinden çıkmış olsa, kimsenin yadırgamayacağı bir başlıktır bu. Öykünün 1899’da yayımlandığını, korku edebiyatında önemli eserlerin verildiği bir dönemde yazıldığını da belirtmekte fayda var. Zira Jack London, bilinmeyenle ilgili korkularımızın edebiyatta sıklıkla işlendiği bir dönemde yazmıştır.
Ateş Yakmak ve Yaşama Hırsı adlı öyküler de çok farklı değildir. Ölüm korkusuyla boğuşan bir kahramanın macerasına tanık oluruz her iki öyküde de. Birinde kahraman teslim olur kışa, dondurucu soğuğa. Diğerinde ise direnir, kurtulur kıştan, ama soğuğun yarattığı korkunun, elbette ölüm korkusunun etkisi hayatı boyunca onunla birlikte kalacaktır. Dehşet, onun içinde bir yerlerde donmuştur, kalmıştır. Buzlar eriyince yok olmayacak bir korkudur çünkü bu. Belki de bu yüzden, şömine başında anlatılacak öykülerin kimileri, örneğin Blackwood’unki gibileri, kaloriferli apartmanların aydınlık odalarında da aynı dehşeti barındırmaya devam eder. İnsan ölümlü oldukça, bilinmeyenin gizemini koruyacağını, korkunun da var olmaya devam edeceğini gösterir bu bize. Korku edebiyatı öykülerinde doğaüstü korku unsurlarıyla karşılaşan kahramanlar nasıl dönüp de başlarına gelenleri anlatıyor ya da anlatmaya çalışıp kelimeleri yetersiz buluyorsa, London’ın kahramanları da geri dönüp “soğuğun ne olduğunu” anlatmak ister. Soğuk, kış, kar; hepsi neredeyse korkuyla eş anlamlıdır London’da.
Korkunun doğaüstü ve gerçekçi boyutuna verilen bu örneklerin yanında, Charles Dickens’ın Bir Yılbaşı Şarkısı başlıklı uzun öyküsünü değerlendirmek yeni bir bakış açısı kazandırabilir, çünkü öncelikle Dickens 19. yüzyılın yazarıdır; 1870’ler ve sonrasındaki kalkışmaya (Stevenson, Le Fanu, Bram Stoker ve diğerlerinin belli başlı eserlerine) yetişememiş de olsa gotik edebiyatın zirvede olduğu dönemin, 1790’ların izlerini takip etme şansı bulmuştur. Daha da önemlisi, Dickens aslen gerçekçi bir yazar olarak kabul edilmiş olsa da, en ünlü eserlerinden biri, bir hayalet öyküsü olan Bir Yılbaşı Şarkısı’dır ve bunun yanında bir cilt dolduracak kadar hayalet öyküsü daha mevcuttur. Tabii bunların korku edebiyatının alanına girip girmediği tartışmalıdır. Bu öykünün başka bir özelliği de kış mevsiminin, yeni yılın, Noel’in, bir başlangıç, yeni bir sayfa olarak değerlendirmesiyle ilgilidir. Bu kez korkularımız soğuğun dehşetine ya da kardaki ayak izlerine değil, geçip giden zamana ilişkin olacaktır.
Andersen’in 1845’te yayımlanan ünlü Kibritçi Kız masalı kadar olmasa da, Dickens’ın 1843’te yayımlanan Bir Yılbaşı Şarkısı yer yer bir kış masalı naifliğine sahip bir öykü anlatır. Didaktik bir öyküdür bu. Konusu ölümdür, kahramanlarımız hayaletlerdir ama bir korku öyküsü demek mümkün değildir, en fazla, Dickens’ın gotik edebiyatın klişelerini yeri geldiğinde uygun bir şekilde kullandığı söylenebilir.
Baş kahramanımız Scrooge’un ortağının ölümüyle başlar öykü. Scrooge, acımasızdır, insanlık söz konusu olduğunda buz gibi biridir, “nereye gitse soğuğunu da beraberinde götürür,” neredeyse kış mevsimi gibi tarif edilir yazar tarafından. Jack London’ın Beyaz Sessizlik’i gibi insafsızdır. Kar bile cömerttir ama Scrooge asla… Tıpkı Ateş Yakmak’taki kahramanımız gibi hayal gücü zayıf biridir. Böylece gotik edebiyatın klişelerinden birini de kullanmış olur Dickens. Hayalet görecek olan kahraman, bu konuda münkirdir genellikle. Korkar önce ama öykü ilerledikçe yüzleşmek zorunda kalır bilinmeyen güçlerle. Bu yüzleşme, az önceki örneklerde olduğu gibi doğa ya da doğaüstü üzerinden olabilir. Burada ise kahraman, hayaletler aracılığıyla zamanda bir yolculuk yapar, kendi geçmişini, şimdisini ve geleceğini görür. Hayaletlerin gelişi “çanların çalması” ile müjdelenir. Scrooge, yaptığı hatalardan ders çıkarır ve kendi içinde bir dönüşüme gider. Karakterini değiştirmeye karar verir, adeta bir günah çıkarma öyküsü haline gelir Scrooge’un macerası.
Karanlığı sever Scrooge, ama bunun sebebi okült bir ilgi, gotik bir merak değildir. Alıştığımız korku kahramanlarına kıyasla bambaşka bir karanlık sevgisi vardır onun, çünkü karanlık “ucuz”dur. Bu ironik tutumun yanında, gotik edebiyattaki zaman ve ölümlülük temasını öykünün merkezinde tutmaya çalışır Dickens: “Duvardaki gotik pencereden sürekli Scrooge’u sinsice gözetleyen, kilisenin aksi çanının eski kulesi görünmez oldu.” Evet, insana bir gün öleceğini hatırlatan çanların kulesi görünmezdir artık. Dini bir korumanın da dışında kaldığının bir göstergesidir bu. O artık geçmiş, bugün ve geleceğin birbirine karışacağı kâbusvari bir gece geçirecek ve hayaletlerin dünyasına girip çıkacaktır.
İlk gelen hayalet şöminenin karşısına oturur ki Dickens bu ayrıntıyı boş yere kullanmaz. “Hayalet sanki bunu yapmaya çok alışkınmış gibi” oturur şöminenin karşısına. İlk cümlesi de “Varlığıma inanmıyorsun,” olur. “İnanmıyorum,” der Scrooge cevap olarak. Şömine başında korku öyküsü anlatma geleneğini kayda geçirir böylece yazar. Ama artık öykü bir yana dursun, hayaletin bizzat kendisi gelmiştir o şöminenin başına. Geldiği zaman da yeni yılın kutlandığı zamandır. Ders almak, hataları düzeltmek, kötülüğü iyiliğe dönüştürmek için bir fırsat olduğuna inanılan bir zaman. Düşmanlıkların dostluğa dönüşeceği bir barış zamanı. Dickens, bu klişeleri, insanın kendisiyle nasıl barışacağını anlatmak için kullanır. Scrooge gölgesiyle yüzleşmiştir sonuçta. Artık insafsız ve soğuk biri olmayacaktır. Kendi içindeki buzları eritmiştir. Artık kar ve dolu gibi, o da cömert olacaktır.
Kış mevsimini bir dönüşüm zamanı olarak kurgulayan Dickens, bunu yaparken ölüm korkusundan ve bilinmeyen güçlerin etkisinden beslenir. Aslında onun kahramanı, vahşi doğada, Beyaz Sessizlik’te hayatta kalmayı başaran bir Jack London kahramanından ya da kar, kış, kıyamette kendisini dehşetin ortasında bulan korku edebiyatı kahramanlarından çok da farklı değildir. Hepsi geri dönüp o korkuyu anlatmak, aktarmak, yüzleşmek niyetindedir, ama söz konusu dondurucu ölüm korkusu olduğunda hepsi sessizdir.
Doğa sessizdir.
Dehşet sessizdir.