05 Aralık 2021

İç mekân bitki çılgınlığı: Masum bir tutkunun öngörülemeyen sonuçları

#PlantTikTok hashtag'inin yalnızca TikTok’ta 3.8 milyar görüntüye sahip olduğu, Instagram'da #succulent hashtag’inin 12.7 milyondan fazla, #plants hashtag’inin ise 46.9 milyondan fazla gönderiye sahip olduğu görülüyor

Pandeminin, yeni virüs varyantlarıyla tekrar tekrar bastırdığı şu son iki yılda, iç mekân bahçeciliğinin ivme kazanmış olması şaşırtıcı olmasa gerek. Fakat iç mekânda bitki yetiştiriciliğine yönelik yeni olmayan bu ilginin, son zamanlarda tıpkı bir bulaşıcı hastalık gibi yayılması ve hatta birçoklarında saplantılı bir tutkuya dönüşmesi dikkate değer.

Aslında bitkiler, müstakil evlerden apartman dairelerine, dairelerin balkon ve oturma odalarından banyo ve tuvaletlerine kadar, ev yaşantısının çoktandır bir parçası durumunda. Ama iç mekân bitkileriyle ilgili son yıllarda gözlenen aşırı artış, tarihteki, örneğin 'relti çılgınlığı' diye anılagelen benzer örnekleri hatırlatır nitelikte.

Araştırmalara göre, ev bitkilerine yönelik ilgi özellikle gençler arasında artmış. Kişisel hobi harcamalarında, 18-34 yaş grubu, 2014'ten bu yana en çok bitkilere para harcamış. Economist'in, zamanlarını ve paralarını nasıl harcadıklarına ilişkin Y kuşağı (1981-1996 aralığında doğanlar) araştırmaları da bunu destekliyor. Y kuşağının ev bitkilerine olan bu ilgisi, günümüzde çoğu insanın bahçesiz evlerde veya küçük apartman dairelerinde yaşadığı gerçeğini yansıtmasının yanı sıra bitkilerin bize kendimizden başka bir şeyle ilgilenme fırsatı sunmasıyla da ilişkili görünüyor.

Fotoğraf: urbanjungle.tumblr.com

Ev bitkilerine yönelik ilgi, Covid-19 pandemisiyle başlamış bir fenomen değil elbet. Ama karantina döneminde, evde geçirilen zamanın artmasıyla bitki yetiştiriciliğinde tam bir patlama yaşanmış. Örneğin, yalnızca İngiltere'de, Mart 2020'den bu yana bitki satışlarında yüzde 500'lük bir artış gerçekleşmiş. Bu artışı, evlere hapsolmanın doğal bir sonucu olarak görmek mümkün. İnsanların, yeşil alanların önemini yeniden keşfettiği pandemi günlerinde, ev bitkileri dışarıya çıkamayan insanların, dışarıyı içeriye taşımalarının bir yoluna dönüşmüş gibi.

Buradan azıcık cüretkâr bir yoruma kapı aralarsak, belki de zorunlu ev hapsiyle, modern evlerin insanın biyolojik varlığına en uygun doğal ortamlar olmadığını ilk kez bu ölçekte deneyimledik ve bitkileri içeriye taşıyarak, ev içlerinde kendi mikro-doğalarımızı yarattık. Sosyal mesafeli, kaygı ve belirsizliğin hakim olduğu bir ortamda, bitkilerin, evinde kapana kısılmış insana bir şekilde yardımcı olduğunu anlamak bu nedenle zor değil. Evcil hayvanların yerini aldığı dahi söylenen ev bitkileri, bu süreçte pek çok insana yoldaş olmuşa benziyor.

Öte yandan, bu masum sevginin bir de istenmeyen sonuçları var. Bitkilere yönelik ilgi artışı, sadece iç mekân bitki yetiştiriciliğinin dünya genelinde daha geniş bir popülasyona yayılmasıyla açıklanmıyor, fakat azımsanmayacak bir popülasyonun bunu kontrolsüz bir meraka dönüştürmesi ve daha da kötüsü, soyu tükenme tehlikesi altındaki bitkileri de koleksiyonuna ekleme azmiyle tezahür ediyor. Elmayı sevmek için elma tarafından sevilmeye gerek yok belki. Ama bu tek yönlü sevgi saplantıya dönüştükçe, sevmek ile sahip olmak sanki birbirine karışıyor. Ve bir adım sonra, severek yok etmek başlıyor.

Fotoğraf: urbanjunglebloggers.com

Pandemi, yok eden saplantılı bitki sevgisine de kayda değer bir etki yapmış. Seralarda yetiştirilen iç mekân bitkilerinin, bitki meraklılarının halen temel kaynağı olmasına karşın, bazı takıntılı bitki koleksiyoncularının özel renk ve şekillerde bitkilere sahip olma arzusu, yabani bitki talebinde büyük bir artışa neden olmuş. PlantonicLove'un kurucusu Rabeeya Amjad, koleksiyoncuları yaygın ev bitkilerinin artık tatmin etmediğini ve daha ender bulunan türlere rağbetin arttığını söylüyor. Dünya çapında nesli tükenme tehlikesi altında olan sukulentlerin çoğu, şu anda takıntılı koleksiyoncular tarafından arzu ediliyor. Nesli tükenmekte olan türler için talebin yüksek ve arzın düşük olması ise bitki karaborsasını oldukça kârlı hale getiriyor ve bu da şaşırtıcı olmayan bir şekilde bitki kaçakçılığında bir artışa neden oluyor.

Kaçak bitki avcılığı yeni bir sorun değil, ancak pandemiyle birlikte ev bitkilerine artan rağbet, durumun dünya çapında daha da kötüleşmesine yol açmış. Guardian'daki bir makalede, dünya çapındaki karantina kaynaklı iç mekân bitki çılgınlığının Filipinler'de kaçak bitki avcılığını teşvik ettiği vurgulanıyor. Kaçak avcılar özellikle nesli tükenmekte olan türleri topluyorlar ve yasadışı bir şekilde bitki koleksiyoncularına satıyorlar. "Kaçak avcılık nedeniyle, Kenya ve Güney Afrika'daki birkaç ender bitki türü, nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya." Yine ikonik saguaro kaktüsleri de, kaçak avlanma ve yanı sıra iklim değişikliği nedeniyle yok olma tehlikesinde olan bir başka yabani bitki grubu.

Dolaylı da olsa sosyal medya da bu trendi destekleyen bir işlev görüyor. Ender türlerin alıcıları ile satıcıları bu ortamda birbirlerini daha rahat bulabiliyor. Sağladığı bu bağlantı kurma imkânıyla sosyal medyanın, örneğin, yasadışı sukulent toplayıcılığını artırdığı ve bitki kaçakçılarının alıcı bulmasına yardımcı olduğu iddia ediliyor. Telegraph'taki bir habere göre ise, Instagram ve TikTok'ta paylaşılan ev bitkisi fotoğraflarının sayısındaki patlama, bir bitki karaborsanın oluşmasına ve Afrika'nın bazı bölgelerinde bitki kaçakçılığının önemli oranda artmasına yol açmış. Örneğin, #PlantTikTok hashtag'inin yalnızca TikTok'ta 3.8 milyar görüntüye sahip olduğu ve Instagram'da #succulent hashtag'inin 12.7 milyondan fazla, #plants hashtag'inin ise 46.9 milyondan fazla gönderiye sahip olduğu görülüyor. Dolayısıyla yasa dışı ekonomilerde, özellikle de sosyal medya bir pazar yeri işlevi görüyorsa, talebi kimin yönlendirdiği konusunda dikkatli olmak önem taşıyor.

Başta zararsız, masum bir sevgi gibi görünen ama kolayca rayından çıkıp sevmek, sahip olmak ve yok etmek şeklinde ilerleyen tutkulu canlı koleksiyonculuğunun örneklerine tarihte de rastlamak mümkün. Yukarıda da adını geçirdiğimiz ve 170 yıl önce İngiltere'de bir bulaşıcı hastalık gibi tüm toplumu etkileyen 'eğreltiotu çılgınlığı' (Fern Craze veya Fern Fever) örneğin, günümüzde sadece kültür dünyasına miras bıraktığı keyifli hatıralarıyla değil fakat doğada bıraktığı olumsuz etkileriyle de hatırlanıyor.

Eğreltiotu çılgınlığı

19. yüzyılın ortalarında İngiliz toplumunun büyük bir kısmı relti çılgınlığı/deliliği olarak bilinen Pteridomania tarafından ele geçirildi. Bu çılgınlık, kısa bir süre içinde Büyük Britanya'nın tamamına ve tıpkı bulaşıcı bir 'hastalık' gibi yayıldı. Çiçekli rakiplerinin gösterişli çekiciliğinden yoksun mütevazı eğreltiler, Viktoryen Dönem İngilteresi'nde yaşayanlar için bir bitkiden çok daha fazlasıydı ve İngilizler eğrelti otları için 'çıldırıyordu'.

Eğrelti çeşitlerinden oluşan vintage bir baskı, 1920.

Çılgınlığın tohumları, 1828'de, İngiliz Doktor Nathaniel Bagshaw Ward'ın (1791-1868) bir güve krizalitini yumurtadan çıkarmaya çalışırken, eğreltilerin nemli ve sızdırmaz bir kapta filizlenebildiğini keşfetmesiyle atıldı. Ward bu keşfine dayanarak, 1829'da, sisli İngiltere'de egzotik bitkileri canlı tutabilmeyi başaran ve sonrasında Ward Camekânı (Wardian Case) adı verilecek olan camdan bir teraryum geliştirdi. Eğreltiler egzotik değildi. Soğuk, nemli İngiliz ormanlıklarına aitlerdi. Ward Camekânları, seri olarak ve kolayca üretilebiliyordu. Bahçeciliğe ilgileri artan Viktoryalıların nemli ortamı seven eğreltileri evlerinde yetiştirmelerini kolaylaştırdığı için de oldukça idealdi.

Wardian Case 

Ward'ın buluşu, botanikçi George Loddiges'in (1786-1846) Doğu Londra'da dünyanın en büyük serasını inşa etmesinin önünü açtı. Eğreltiler perilerle, sihirle ve doğanın daha ilkel yönleriyle ilişkilendiriliyordu. Fakat Loddiges, inşasına çok fazla para harcadığı serasına ziyaretçileri çekebilmek için bu bitkilerle ilgili, o dönem insanlarının kayıtsız kalamayacağı efsaneler yaydı. Eğrelti toplamak zeka göstergesiydi, üstelik hem erkekliğe hem de zihinsel sağlığa iyi geliyordu. Loddiges ayrıca, insanları, kırsala giderek farklı türden eğreltileri kendi başlarına bulmaya teşvik etti.

Botanikçi komşusu Edward Newman (1801-1876) ise Loddiges'in tüm efsanelerini destekleyen 'İngiliz Eğrelti Otlarının Tarihi' (1840) adlı bir kitap yayımladı. Kitap kısa sürede çok satanlar arasına girdi. İngiltere'de 1837-1918 yılları arasında eğrelti otları konusunda yayınlanan yaklaşık yüz kitaptan en popüleri, eğrelti çılgınlığının yaygınlaşmasına yardımcı olan işte bu kitaptı. Newman'ın gerçek bir eğrelti meraklısı olup olmadığı veya Loddiges'in söylemlerine gerçekten inanıp inanmadığı bilinmiyor, ama ne olursa olsun yazdıkları pek çok insanı etkiledi. İnsanlar bulabildikleri en nadide örnekleri satın alıp evlerindeki seralarda yetiştirmeye başladılar. Bu tutku, kısa sürede eğrelti koleksiyonculuğuna evrildi ve ülkenin kalanına hızla yayıldı. Tüm ülke bir eğrelti çılgınlığına kapılmıştı. Viktoryalılar, eğreltilerle ilgili son çıkan rehber kitapları da yanlarına alarak kırsala gittiler ve İngiltere'de bulunan yaklaşık 70 endemik eğrelti türünün hepsini bulmaya çalıştılar.

'Eğreltiotu Toplama' (Helen Allingham), (The Illustrated London News, July, 1871)

relti çılgınlığının etkisi, bitkilerin somut varlıklarıyla da sınırlı kalmadı. Viktorya İngiltere'sinde eğrelti desenleri her türden nesnenin üzerinde görünmeye, insanlar olur olmaz her şeye eğrelti motiflerini basmaya başladı. Mobilyalarını, kıyafetlerini ve mücevherlerini eğrelti desenleriyle süsledi. Eğrelti otları cam, tekstil, çanak çömlek, ahşap, kâğıt, çaydanlık, mezar taşları ve hatta kremalı bisküvilerde bile dekoratif bir motif olarak yaygın bir şekilde kullanıldı. Birleşik Krallık'ta bugün bile popüler olan kremalı bisküvilerin (Custard Cream) üzerinde, o günlerden miras barok tasarımı eğrelti otları vardır ve İngiltere'de ne zaman bir eski eşya dükkânına gitseniz, eski çay setleri veya dikiş kutularının üzerinde eğrelti desenlerini görmeniz veya kuru eğrelti yapraklarının saklandığı bir albüme rastlamanız oldukça olasıdır.


İlk kez 1908'de üretilen Custard Cream bisküvileri

Bir Ward Camekânı almaya parası yetmeyenler bile geri kalmayıp, hiç değilse bitkinin yapraklarını topladılar. Bu yaprakları albümlere bastırdılar veya çiçek aranjmanlarında kullandılar. İster canlı yetiştiriliyor isterse de kurutulmuş halde albümlerde sergileniyor olsun, kendi eğrelti koleksiyonuna sahip olmak aranan bir statü sembolü haline geldi. Başından beri eğrelti toplama, o dönemde sınıf engellerini aşabilen çok az hobiden biriydi. Fabrika işçileri ve çiftçiler, aristokratlar ve bilim insanları kadar hevesli koleksiyonculardı. En yoksul bireylerin bile yepyeni bir tür keşfetmesi için gerçek bir olasılık vardı -ki bu olasılık sınıf atlamaya kıyasla çok daha gerçekçiydi. 

Sınıflar arası farkı görünmez kılan eğrelti düşkünlüğü, cinsiyet ayrımını da kadınlar yönünden yumuşatmıştı. Eğrelti toplayıcılığı, kadınlar arasında da oldukça popüler bir aktiviteydi. Fakat kadınlar için aktivitenin toplumsal önemi, basitçe moda ve eğlenceli bir uğraş olmasının ötesindeydi. Eğrelti toplamak, erkek egemen Viktorya toplumunda kadınların kendi başlarına yapmalarına izin verilen ender faaliyetlerden biriydi. Kadınlar ormanlarda eğrelti otu arama gezilerine davet edilmekle kalmadılar, fakat aynı zamanda bu gezileri yanlarında bir refakatçi olmaksızın kendi başlarına da yapabildiler. Eğrelti gezileri ve avcılığı, kadınlara, çoğunun daha önce hiç tatmadığı bir özgürlük hissi yaşattı. Eğrelti çılgınlığını tanımlamak için 1855'te 'Pteridomania' terimini icat eden yazar Charles Kingsley, genç kadınlar için 'romanlar ve dedikodular'dan çok daha sağlıklı bir meşguliyet olarak bu eğilimi övdü.

'Eğrelti Toplayıcı', Charles Sillem Lidderdale, 1877

Kadın erkek, çoluk çocuk ve farklı sosyal sınıfları etkisi altına alan eğrelti çılgınlığı 50 yıldan fazla sürdü. Kraliçe Victoria'nın ölümüyle azaldı. Fakat Pteridomania'nın etkileri, trendin kendisinden çok daha uzun sürdü. Zararsız bir tutku gibi görünse de bu durum, Birleşik Krallık'ta endemik eğrelti türlerinin dramatik bir şekilde azalmasına yol açtı. Killarney eğrelti otu gibi türler, İskoçya'nın bazı bölgelerinde ve İngiltere'nin güneybatısında nesli tükenme riski altına girdi. Seralarda farklı türden pek çok eğreltinin bir arada yetiştirilmesi ise bazı yeni türlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Viktorya Dönemi koleksiyoncularının coşkusu ve aşırı toplamanın etkileri İngiltere'nin bazı bölgelerinde hâlâ bir sorun olmayı sürdürüyor. Eğreltinin yerini daha sonra orkide (Orchidelirium) aldı ama çılgınlığı süresi ve kapsamı bakımından hiçbir zaman eğreltininkine yetişemedi.

Pandemi, ev bitkilerine yönelik ilgiyi olduğu gibi, azımsanmayacak bir popülasyonun bir yönüyle eğrelti çılgınlığını hatırlatan ender bitki türü koleksiyonculuğunu da arttırdı. Öte yandan günümüz dünyası, Viktoryan dünyadan epey farklı. Günümüzde geçmişe oranla daha az bitki çeşidi, çok daha fazla sayıda insan var ve bu insanlar, dünyanın en uzak köşelerinde bile olsalar, sosyal medya üzerinden alışveriş yapabilecek kadar birbirlerine yakınlar. Belirli bir yerde yetişen spesifik bir bitki türüne ilgi duyan, belki de bir ülkeden sadece birkaç kişi çıkar. Ama bu, dünya ölçeğiyle çarpıldığında ve yanı sıra, türü tehlikede kimi bitkilerin sadece bir futbol sahası kadar bir alanda var oldukları düşünüldüğünde, talebin arzı geçmesi büyük olasılıktır. Sonuçta, dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış bir grup insanın masum tutkusu, örneğin Filipinler'deki bir dağ bitkisini yeryüzünden kolayca silebilecektir.

Günümüzde, tutkulu koleksiyoncularla kaçak avcıların iş birliği, bir sevmek ve yok etmek ilişkisidir. Belki de bu nedenle doğa ile ilişkimizde sırada, elmanın da bizi sevmesi gerektiğini konuşmak vardır.

Yazarın Diğer Yazıları

Dün her şey daha güzeldi...

Dünün daima daha güzel olduğu düşüncesi, sürgün edebiyatından önce, nostaljinin konusudur. Bir kelime olarak nostalji, “eve dönüş” ve “acı” anlamlarına gelen Yunanca sözcüklerden türer.

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün, nostalji ve yas

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha az parçalanmış ve belki daha mutlu.”

İsmi dışında tamamen yazısız ve sadece resimlerden oluşan bir roman okudunuz mu?

'The Arrival' tamamen yazısızdır. Belirli bir sistematik dahilinde bir araya getirilen görseller, illüstrasyonlar ve simgeler, hikâyenin çeviriye gerek kalmadan ve yeryüzündeki hemen herkesçe anlaşılmasını mümkün kılar