90’lı yıllar… Cumartesileri karşıdan vapur ya da dolmuş ya da ikisi vasıtasıyla AKM'deki 11.00 sabah konserlerine gelir, oradan çıkıp Ağacamii Sokak’taki Bursa Kebapçısı’nda iskender yer, sonra matineye bir oyuna ya da akşamüstü seansına bir filme girer, yine çıkıp Çiçek ya da Nevizade'de yeme-içme eşliğinde film/oyun/konser tartışır, geceyi Kemancı’da kötü rock ve punk eşliğinde kusarak sonlandırır ve sabah 4 dolmuşlarıyla karşıya eve dönerdik.
Liseden bahsediyorum, yaş 17-18… İstanbul Film Festivali biletleri için AKM önünde termos, battaniye ve uyku tulumlarıyla sabahlamalar, biletleri alabilmiş olabilmenin zaferiyle Sütiş'ten yeni çıkan sıcak poğaçaları yemenin zevki... Biz şehre, sanata, kültüre aşık çocuklardık ve ona ulaşabileceğimiz bir merkezimiz vardı… Şehrin kültürel merkezi böyle bir şeydir, merakı olan çocuğu kültürün en yükseğinden en sokak seviyesindekine böyle egalite içinde alıştırma potansiyeli olan yerdir. Üstelik biz böyle bir cumartesiyi haftalık lise harçlığımızla karşılayabiliyorduk…
17 yaşımda İstanbul Film Festivali’nde 2 haftada film izleme rekorum 52 idi, neredeyse okula gitmeme izin günlerimi bitiriyordum bu yüzden. Yarışa girerdik, kim hangi yıl en çok film izleyebilecek diye... Aramızda film meraklısı vardı, opera meraklısı vardı, tiyatro ve konser meraklısı vardı. Aynı lise ve sınıfta okuyor, Çiftehavuzlar, Suadiye, Nişantaşı, Yeşilköy ve Levent’te oturuyorduk. Hepimiz hafta içi okula gidiyor, hafta sonuysa kendi kültürel ilgi alanlarımız için, Taksim’de ve Beyoğlu’nda buluşuyorduk... Bu ekipten sahne sanatları eleştirmeni, arkeolog, hukukçu ve seramikçi çıktı.
Şimdi şehir alabildiğine ve anlamsız büyüdü. Şehir planlaması olmadığı için, sonradan yaratılmış semtlerden birine gittiğiniz anda yolunuzu/yönünüzü bulamazsınız. Ne bir merkez vardır, ne de ona çıkan sokaklar düzgün bir çizgidedir. Her yere gelişigüzel binalar inşa edilmiştir. Çünkü bu semtler, eski gecekondu yerleşimlerinin büyümüş halidir.
Şimdi, banliyölere gittiğinizde de aynı plansızlıkla karşı karşıya kalıyorsunuz; adeta gecekondu semtlerinin 2’nci 3’üncü level’ı bu zengin banliyöleri… Bir planlama yok, bir sürü şey yapılmış oralara ama, yapılan şeylerin tam bir anlamı ve işlevi yok.
Kozmopoller katlı büyür tabii, ve kozmopolün bütün uydu kentlerine, merkezde olanların daha da iyisi sağlanmaya çalışılır ki, rant devam etsin… Ama bu hep bir simulacra, bir taklit olmakla kalır.
İstanbul’un kültürel merkezi Taksim’dir, Beyoğlu’dur… Ataşehir, Başakşehir, Bahçeşehir, Maslak filan, İstanbul’un yeni banliyöleridir. Gerçek İstanbul hâlâ çok eski haritaların koruduğu gibi aslında… Eski şehirdışılıklarda şu an gökdelenlerin yükselmesi şehiriçinin gerçek ruh ve enerjisini asla etkilemiyor. İstanbul, Beyoğlu, Eminönü ve Fatih’tir, boğaz köyleridir, İstanbul biraz Unkapanı, biraz Kadıköy ve Suadiye, bir çeyrek Yeşilköy, azcık da Adalar’dır….
İstanbul Türkiye’nin New York City’siyse, Beyoğlu/Taksim’i de, Broadway’i, Sohosu ve Village’idir.
Yani, şehrimizin kültürel merkezi Taksim/Beyoğlu’dur… Bu merkeze çok ihanet edildi son zamanlarda, ruhu tüketilmeye çalışıyor hâlâ… Fakat pardon, 500 yıllık gelenekten bahsediyoruz, Beyoğlu genel geçer politikaları asla sallamamış bir semtimizdir. Sapasağlam durur, bekler… Fakat buralarda var olan tiyatro konser ve sinema salonları rehabilite edilmedikçe, buralara bir apartman dairesinde ya da garajda da olsa yeni sahneler açılmadıkça, gelecek birkaç neslin kültürden, sanattan filan anlamasını beklemeyin, 30 yıl sonra Beyoğlu, yine Beyoğlu olacaktır, ama şimdiden önlemini almazsak, o Beyoğlu’ndan kültüre âşık çocuklar çok daha az çıkacaktır…