Devletin, Kürt’ün şehrine, seçilmişine, siyasetçisine olan hışmı, sonunda gelip Batman’ı da vurmuştu...
Borcumdur.
Borcum var bir şehre benim.
Bir zamanlar dostluğuna sığınıp, sofrasına oturduğum; hasta hayatlarına dokunarak çaresizliğine ortak olduğum bir şehre borcum var benim.
Borcum var bir şehrin anılarına.
Uzak diyarların yabancılarına, yok yoksul canlarıyla kalbini ardına kadar açmış bir şehre borcum var.
Ve tanıklığım, borcumdur benim.
Borcum var insanlara benim. Batman şehrinin insanına; dağına, taşına, toprağına borcum var.
* * *
Gezi Günleri’ydi.
Yönetmenliğini Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin galası için Urfa, Diyarbakır, Batman, Tatvan, Van illerinde turnedeydik.
Belgesel film, genetik bir hastalıktan muzdarip erkek hasta çocuklarla, bu hastalığın müsebbibi olarak görülen kadınları konu ediniyordu. Hastalığın bedenlerine musallat olduğu çocuklar ve onların talihsiz anneleri; sevmekten, âşık olmaktan, evlenmekten korkan kız kardeşleri… Giderek ilerleyen bir hastalık, ebeveynlerin daha fazla erkek çocuğa sahibi olma arzusu, yeni doğan diğer hasta erkek çocuklar, yaşanan travmalar... Nihayetinde, kötü bakım koşullarında erken kaybedilen hayatlar ve onların geride bıraktıkları acılara ilişkin bir iz sürme…
Tıpkı diğer kentlerde olduğu gibi Batman’da da belediye yerel sponsorumuzdu. Gerek bir yıl önceki çekimlerde, gerekse de bir yıl sonra yapılacak filmin galasında yükün büyük kısmını üstlenmişlerdi.
Çekimler sırasında bütün konaklama, ağırlama, ulaşım sorunlarımızı çözdükleri gibi, ekip için gerekli yardımcı personel desteğini de esirgememişlerdi.
Gala için bize ayırdıkları yer Batman Belediyesi’nin 2006 yılında kente kazandırdığı Yılmaz Güney Sineması’ydı. Önemli kültür ve sanat festivallerine ev sahipliği yapan salon, teknik altyapısıyla bölge koşullarına göre çok iyiydi.
Gala öncesindeki kokteyl, afişler, duyurular, hasta ve ailelerinin taşınması vs diğer gönüllülerimizin yanı sıra yine Batman Belediyesi’nin katkılarıyla yapılıyordu.
* * *
Binaya ilk girdiğimizde, duvardaki kocaman Yılmaz Güney posteri karşılamıştı bizi. Hani 1982 yılında Yılmaz Güney’in Yol filmiyle,Cannes Film Festivali’nde, Türkiye sinemasını ilk defa olarak Altın Palmiye ile buluşturduğunda, tek yumruğunu havaya kaldırarak verdiği şu ünlü resim!
Yanında ise başka bir sürgün sanatçının kocaman posteri göze çarpıyordu. Kendilerini, sözüm ona Cumhuriyet’in seçkinleri olarak gören, kibirleri burnundan büyük; ödül vermek için davet ettikleri geceden, ağızlarında salyaları, histerik linç çığlıkları içerisinde bir güruh tarafından üzerine çatal-bıçak fırlatılmak suretiyle kovdukları Ahmet Kaya’nın resmi…
Her iki sanatçı da, sanatlarının doruğundayken, kendi ülkelerinden uzakta kalacak ve sonunda, sürgünler şehri Paris’te vatan hasretiyle öleceklerdi.
Ülkesinin Yılmaz Güney’e göstermediği vefayı ise, 2000’li yıllarda Anadolu’nun içlerinde, küçük bir Kürt kenti olan Batman gösterecekti.
Batman Belediyesi, 2006 yılında yaptıkları sinema salonuna Yılmaz Güney adını vererek onu bağrına basacak, sinemanın çirkin kralına ülkesinin göstermediği vefayı gösterecekti.
Ahmet Kaya’ya ise sinema salonunun girişindeki dev posteriyle bir saygı gösterisi sunacaktı bu kent.
Ekip olarak gururlanmıştık.
* * *
Kokteylimizi, işte bu iki sanatçının dev posterlerinin asılı olduğu salonda yapmıştık.
Film gösterimi sırasında belediye başkanı Nejdet Atalay bizzat bulunamadı. Onun adına, elindeki kırmızı karanfilleri ekibe tek tek sunarak kısa, alçakgönüllü bir konuşma yapan, başkan vekili Serhat Temel’di.
Zira, asıl başkan Nejdet Atalay cezaevindeydi. Çoğu kez olduğu gibi, o talihsiz coğrafyanın politikacılarının kaderine düşeni yaşamaktaydı.
Cezaevindeydi ve onu, özgürlüğünden beş yıl boyunca mahkûm bırakacak olan devlet, sonradan 2014 yılında kendisine tazminat ödemek zorunda kalacaktı.
Yılmaz Güney’e kucak açan, Ahmet Kaya’ya saygı duruşunu ihmal etmeyen Batman Belediyesi ve çalışanları, uzak batı kentlerinden, hasta hayatlarına dokunmak amacıyla şehirlerine gelmiş konuklarına da aynı sıcak yüreklilikle yaklaşmış, onları olanca konukseverliğiyle ağırlamıştı.
Şaşırmış, duygulanmıştık.
* * *
2016 yılı, ülkemiz tarihine adaletin, özgürlüğün ve barışın değil, daha çok ölümlerin, yıkımların, acıların zerk edildiği bir yıl oldu.
“Hendek savaşları” ndan sonra, sıra devletin Kürt siyasetçilerine haddini bildirme savaşına gelmişti. Seçilmişler, ya teker teker cezaevine konuluyor, ya da yerlerine kayyımlar atanıyordu.
Demokrasimizin çarkı, ancak böyle dönebiliyordu işte. Paslı, ağır aksak, kâh yavaşlayıp, kâh durarak.
Takıldığı yerde, devletin haşmetli eli devreye giriyor, cümle şeylere şöyle bir çeki düzen veriyor, kendi bildiği gibi yeniden çeviriyordu bu çarkı.
Halk tarafından seçilmişlerin yerine atanan kayyımların ilk yaptığı işlerden biri, zırhlı araçlar ve kolluk eşliğinde geldiği belediye binalarını tepeden tırnağa Türk bayraklarıyla donatmak oluyordu.
Sonrası mı?
Anlatsan, bu yazıya sığmaz. Kadın sığınma evlerinin kapatılması, Orhan Doğan, Roboski gibi anıtların parçalanarak yıkılması, şehir tiyatrolarının feshedilmesi, Kürtçe eğitim veren kreşlerin kapısına kilit vurulması, kadın şoförlere görevden el çektirilmesi, çok dilli tabelaların indirilmesi…
Ve daha onlarcası tabii…
* * *
Devletin, Kürt’ün şehrine, seçilmişine, siyasetçisine olan hışmı, sonunda gelip Batman’ı da vurmuştu.
Kayyım, ayağının tozuyla, belediyeye ait 4 halkevini, Hevî Kadın Atölyesi'ni, Şehir Tiyatrosu ile Orkestrası’nı kapatmıştı bile.
Arkasından, belediyenin Kültür ve Sosyal Hizmetlerini, sonra Kadın Politikaları Müdürlüğü'nü feshetti.
Öldürülen Kürt bilgesi, yazar Musa Anter'in tabelasını halkevinden indirmekse, kentin en büyük ağrılarından biri olmuştu.
En önemlisi ise Yılmaz Güney Sineması’nın başına gelendi.
Önce kilit vurulmuştu sinemanın kapısına!
Sonra sebebi belirsiz, şüpheli bir yangın düşmüştü payına.
Derken, geçenlerde önüme düşen bir haber videosunda izlemiştim. Yılmaz Güney Sineması yıkılarak yerle bir edilmiş, yerinde sadece hurdacılara malzeme olacak demir parçalarıyla, molozlardan oluşan bir düzlük kalmıştı…
O, artık kayyımlı belediyenin web sitesinde, güya yeniden yapılacak cafcaflı bir proje adı olarak vardı.
Batman’ın kültür ve sanat festivallerine ev sahipliği yapacak Yılmaz Güney Sineması ise yoktu artık.
* * *
Geçtiğimiz 1 Nisan, doğum günüydü sanatçının.
Doğum gününe birkaç gün kala Yılmaz Güney’i öldürdüler!
12 Eylül karanlığı eliyle, ülkesinden ayrı, sürgünler şehri Paris'te onu yıllar önce öldürmüşlerdi!
Şimdi, 2017 yılının ilk aylarında, mezarından çok uzaklarda, kendi ülkesinde onu, adıyla yaşatmak isteyen bir şehrin tam orta yerinde, atanmış bir kayyım sistemi eliyle bir kez daha öldürdüler!
Yılmaz Güney Sineması’nı yıktılar!
Önce, sebebi belirsiz, şüpheli bir yangın çıktı.
Arkasından kilit vurdular kapısına.
En sonunda dozerlerle, iş makineleriyle, kepçelerle geldiler.
Anadolu’da küçük bir şehrin, dünyanın saydığı bir sinema ustasına vefasıydı o. İşte bu vefayı bir çırpıda yerle bir ettiler!
* * *
Dedim ya, borcum vardı benim.
Belediye başkanları cezaevinde, birçok çalışanı yargıda, faaliyetleri sayısız müfettişin sorgusunda; olağan üstü zor koşullarda bize kucak açmış bir şehrin tarihine borcum vardı!
Zirvelerine tırmanıp dövizlerimizle üç dilde selam durduğumuz, sular altında kalacak bir tarihe borcum vardı.
Borcum vardı, sokaklarında, Süryanice ninniler dinleyip ev şaraplarından tattığımız o topraklara.
Batman’a, Beşiri’ye, Midyat’a borcum vardı; Hasankeyf’e, Mor Gabriel’e, Gelüşke Hanı’na…
Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen can dostları bundan böyle mama yiyebilirler mi? Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?
İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli...
Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor