07 Ekim 2010

MACBETH & CADILARI

Oyun Atölyesi kendi tarihinde dalya yaptı ve 11inci yılında (2010-11) başarılı 7 müzikalinden sonra bize bir Shakespeare yorumu daha izletiyor...

“Hain diye kime denir? Yeminler edip de yalan söyleyene. Haine ne yapmalı? Asmalı. Kim assın peki? Haysiyetli insanlar. ‘O halde, yalancılar ve yemin edenler aptaldır; çünkü öyle yalandan yemin edenler vardır ki onurlu insanları alt ederler ve onları asarlar’. (Macbeth, 4. perde, 2. sahne)
Oyun Atölyesi kendi tarihinde dalya yaptı ve 11inci yılında (2010-11) başarılı 7 müzikalinden sonra bize bir Shakespeare yorumu daha izletiyor. Koşa koşa gittik, Macbeth’in 3 cadısı olarak: Özlem Kumrular, Nilüfer Narlı ve bendeniz. Ne tesadüftür ki yönetmen Kemal Aydoğan da cadıların birini erkek oyunculardan seçmiş. Cadılar, şaman iletilerle donatılıp kullanılmış, iktidar oyunlarına ne alet oluyorlar, ne de karışıyorlar. Sadece tanrısal erk benimsemeden (haliyle insan zaaflarına düşmeden) yeterince kehanette bulunuyor, sonra da kararı, seçimi karakterlere bırakıp izliyorlar, bizim gibi. (Mimesis dergisinin yönetmenle yaptığı söyleşiyi de Oyun Atölyesi web sitesinden okumanızı öneririm.) İkinci perdeye hakim cadıların olan biteni izleyişi, bu yazgının gerçekleşeceğini de ima ediyordu ki ürkünçleştiriyordu içimizde hep bastırdığımız iktidar itini. Oyun, bu itin ipini kopardığı zaman insan olmanın rezilliklerini de sergilemesi açısından koskocaman bir aynadır da.
Shakespeare’in en sık sahnelenen başyapıtlarından ve insanın iktidar hırsı ile neler yaptığı, bu hırsın nelere mal olduğu, kıyacı ruha dönüşüp geri dönülmez bir yolda bir hatayı örtmek için eli kana bulanan iktidar delisinin en yakın şerefli dostlarını bile nasıl katlettiğini Şekspir İskoç Macduff’ın ağzından yukardaki alıntıda pek güzel ifade etmiştir.
Haluk Bilginer’in çevirisi ile yer yer şiirsel, yer yer de düzyazı metni gibi (tamamen bilinçli bir seçimle) sunulan ve de kuşkusuz kısaltılmış oyun son yıllarda yönetmenlikteki başarıları ile bütün işleri izlenesi Kemal Aydoğan’ın yine başarılı ekip arkadaşları Tolga Çebi (Müzik), Bengi Günay (Sahne, giysi, afiş tasarımı), İrfan Varlı (ışık tasarımı) ile daha ilk günlerden kapalı gişe oynamaya başladı. Mutlaka görülmeli çünkü “erdemliyle kokuşmuş, birbirine karışmış” bu iktidar sahnesinde çünkü dünya daha iyi olsun istiyorsanız, izlemekle kalmayacaksınız.
Oyunun ne hakkında olduğunu bilmeyenler haliyle afişe bakacaklardır (Bengi Günay’ı afiş ve kitapcık tasarımı, sahne ve kostüm tasarımı ile oyuna verdiği can dolayısı ile kutlarım.) Oyunların afişleri hakkında pek yazılıp çizilmez niyeyse ama bu afişteki tasarım yalınlığına ve bu yalınlıktaki metinlerarası iletilere değinmeden geçemeyeceğim. Oyun yazılı bir metin ya, üzerinde sözcüklerin yazılı olduğu kağıdın Macbeth sözcüğünün A harfinden aşağı doğru uzantısı ile bıçakla kesilmiş bir beden gibi duruşu ile verilen sözlerin, haysiyetsizce sarf edilen vaatlerin ve iktidar oyunu ile dökülen kanın iması kağıt, insan bedeni çağrışımlarından tarihe uzanıyor. Macbeth sözcüğünün ilk harfi M ise, insan bedeninden yüzülmüş deri gibi aşağıya doğru kanlı izdüşümü ile hem başı çeken kralın kanlı iktidarının kalık ya da ne yazık ki tarih boyunca gelen bu yazgının bundan sonra da sürebileceğine dikkatleri çekerken tacı da anımsattığı için insanın kendi içindeki ötekine olduğu kadar izdüşümünde giyotine de benzetilebilir. Afişin yalınlığından geçen bu ileti, oyuna yerleştirilen çocukla da perçinleniyordu. Bilinç ögesi gibi kullanılan çocuk, başta ‘rollerblade’ ayakkabıları üzerinde, markalı şortu ve tişörtü içinde sahnede dönüp durdu, sonra topunu izleyiciye fırlattı ve yabancılaştırma etkisini hem oluşturdu, hem de kırdı, finalde ise minik davulu ile Teneke Trampet’teki veledi anımsatarak bu kanlı tarihte, daha ne masum çocukların canilere ya da kurbanlara dönüşeceği, daha ne iktidar oyunlarının yineleceğine görsel ve işitsel uyarılar geldi. Bir zalim gitti ama zulmün sonu geldi diye sevinmeyin iletisi ile bitti oyun. Tek bestenin vurmalı çalgıları ile önceleri bizleri ürküten ve oyunun atmosferine uyumlu, bütünsel etkisine katkı amacı ile yapılmış müzik ise oyunun sonuna doğru açıldı ve biz dışarı çıkarken bizimle birlikte uzadı geldi. Her ayrıntı, “bu oyunlar burada kalmıyor” kıssadan hissesine hizmet ediyordu.
İktidar illetinin günümüze uzantıları çember sahne merkezinin iki yanındaki Hrant Dink’in katlinden sonraki gazetelerde gördüğümüz ve artık belleğe utanç ikonumuz olarak kazınan fotoğrafının sahneye taşınmış hali ile daha koltuklarımıza otururken zihnimizi kurcalamaya başlıyordu, çünkü karakterlerden biri sahne ortasında kıvranıyordu, olayların yer alacağı yuvarlak sahnenin zemini kuru kafalar, ayakkabılar ve bir iki de kuruyup gitmiş kafalar üzerindeki taçlardan oluşmaktaydı. Sahne tasarımının söylemini haliyle hemen okuyuverdik.
Thespis’in Delileri adlı kitabımda da vurguladığım gibi, ille de iyi oyunculuk diye tuttururum hep. Başrollerden Macbeth’i oynayan İlker Aksum başta olmak üzere bütün oyuncular hem ‘casting’ açısından doğru seçimlerdi hem de oyunculuk becerileri açısından. İlk gösterimlerden birini izlediğimiz için kimi oyuncuların telaffuzunda ve vurgularında bazı hatalar yakaladıysak da oyunculuk dengeliydi. Aksum’un feveranlı oyunculuğu Macbeth karakterine yakışırken, nedense Lady Macbeth oyunculuğunda Esra Kızıldoğan’ı tip olarak doğru seçim gördüysem de, oyunculuğunda soğuk ve içten pazarlıklı bir karakter çizmesi beklentisiyle gitmiş olmalıyım ki ilkin bu beklentimi doyuran oyunculuğu daha sonra ses tonundaki sıcaklık, hatta şefkat tınıları ile özellikle delirdiği sahneye hazırlıksız yakalanmama yol açtı. Kanın ellerden çıkmayışı Lady’den önce Kral Macbeth’in ağzından döküldüğü için de oyunun benim belleğimde kalan en çarpıcı sahnesi, bu yorumda bir karşı-zirve (anti-climax) gibi geldi. Belki de oyunun katarsis’ten muaf bir trajedi oluşundandır. (Öküzün altında buzağı arama huyumdan da olabilir.) Bu noktada Ahmet Cemal hocamızın da çevirisi ile oyuna katkısına teşekkür edildiğini hatırlatmak gerek.
Yere saplandığı andan itibaren saplayanın sonunu getirene değin sahnede kalan çelik kılıç ise hem Kral Arthur ve Merlin Efsanesi’ne, iktidar hırsına gönderme olarak, hem de kan döküleceğine ima olarak görülebilir. Kılıcı çıkarıp güç gösterisi yapan kral olur tüm beylerin denediği üzere iması vardır, tamam, fakat bu kılıç sahne zemininden (bu topraklardan) çıktığı zaman ancak o kılıcı oraya hırsla saplayanın canını almak üzere de çıkacaktır, oyunun bu yorumundaki olay örgüsü gereği. Kan dökenin kanının döküleceği iması oyunun çoğu boyunca sahnede o kadar göz önünde bir ima ki görmezden gelmeyi yeğliyoruz. Tıpkı hayatta yaptığımız gibi. Lady Macbeth’in bu kılıcı bacak arasına alıp oynaması ise fallik göndermeleri ile üzerine ayrıca yazı yazılası bir gösterge. Kadının içindeki erilliği, iktidar özlemini, iktidarın cinsiyetler ötesi varlığını ima etmekten çok daha derin anlamları var. Yönetmen Kemal Aydoğan’ın iktidar ile fallus ilişkisini kurmasını takdirle karşılıyor, fallomorfik örüntülerin farkında oluşunu 7 müzikalinde de farkettiğimi belirtmekle geçiştiriyorum şimdilik, çünkü kanlı/habis/hastalıklı dünya düzeninin fallomorfik (çük-merkezli) oluşuna, bu kuruluma kitap boyutlarında kafa yoruyorum bu sıralar. 
İlkin Hrant Dink cinayetine, daha sonra ise yakın tarihimizin tüm faili meçhul kıyımlarına, iktidarın üzerinde ikamet ettiği kanlı oyunlara gönderme olarak sahnede bırakılan 3 nesneyi hatırlatayım: İktidara alet ve yataklık etmeyi marifet bilen medyayı simgelediğine inandığım buruşturulmuş gazete, kıyılanları ve ölümü anımsatan kurukafa ve altı aşınmış emektar ve haysiyetli insanlarımızın ayakkabısı. Bu üç nesne döngüsel kurguda bizi oyunun başına götürdüğü gibi, fikri, iletiyi tiyatronun dışına da taşımamızı sağladı. İktidar oyunları ile ilgili tümceler kurmak, bu illetin gidişatına dur demek için bir bilinç tazeleme ya da uyandırma işlevini de Macbeth’in bu yorumu yerine getirmiş oldu. Sahnenin görsel olarak bellekte kalan metni o sahnede kaldıysa da, iletisi afişteki kanlı bıçak izi gibi unutma hastalığımızı ortadan ikiye yarıveriyor.
Oyunun kitapçığında, Oyun Atölyesi’nin tüm çalışanlarının ismen yazıldığını görüyoruz. Birbirine bağlı vefalı bir ekibiz, aileyiz biz diyorlar ve bu ileti mekânda ve ürünlerinde izleyicilere hemen geçiyor. Bu üretici birliğe imreniyorsunuz ve bu iletiyi hayatınızın başka alanlarında çoğaltmak üzere ayrılıyorsunuz tiyatrodan. Haluk Bilginer’i ve onun oyuna emeği geçen bütün ‘cadılarını’ yürekten kutluyorum. Nice on yıllara!

Yazarın Diğer Yazıları

Yalnızlar Evrenkenti & Recep

Ben bilmem, eşim bilir. Yumuşatılmış dahi olsa bilen beydir. \"Bilmek,\" kolayca kazanmanın yolunu bilmek olmuştur

TİYATROFOBİ!

Tiyatro korkusunun kökleri Yunanca theatron (izleme yeri) ve phobia (korku) sözcüklerinin birleşimine dayanır...

SATILMIŞ & BOSHLAND!

Bilim kurgu uzmanı ve yeni yılın ilk günü çok erken yitirdiğimiz canım arkadaşım...

"
"