Şili’nin başkenti Santiago’ya yaklaşık 100 km mesafede Pasifik okyanusu kıyısında onlarca tepe üzerine kurulmuş turistik Valparasio şehrinde dolaşıyorum. Merdivenler, duvarlar her yer rengarenk. Beni buralara biraz Pablo Neruda’nın izleri, biraz da Pasifik sularında yüzme isteğim getirdi. Şili’nin ilk liman kenti olan Valparasio’da hem kolonyal mimarinin seçkin örnekleri hem de tenekeden yapılma derme çatma evler yan yana. 2003 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınan 500 bine yakın nüfuslu bu şehrin eğri büğrü sokaklarında dolaşıyorum…
İlginçtir, Şili’nin yakın geçmişinde en çok adı geçen ve ülkenin kaderini etkilemiş iki siyasi kişilik de bu şehirde doğmuş. Salvador Allende ve Augosto Pinochet. Biri 1970 yılında seçimle iktidara gelmeyi başarmış sosyalist bir devlet başkanı. Diğeri 1973 yılında, başkanlık sarayını havadan karadan bombalayarak iktidara el koyan, acımasız bir askeri diktatör.
Yakın siyasi geçmişi darbelerle örülü, üstelik sonuncusunun daha dumanı tütmekte olan bir ülkenin insanı olarak ister istemez Valparasio sokaklarını arşınlarken kafamda Allende ve Pinochet’le beraber bizim 12 Eylül, Kenan Evren, yeni anayasa düzenlemeleri dönüp durdu. Ne biz, 12 Eylül 1980, ne de Şili, 11 Eylül 1973 darbesinin etkilerinden tam olarak kurtulabilmiş değiliz. Üstelik üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen bir türlü yırtıp atamadığımız 82 Anayasası, üzerinde yapılan yeni düzenlemelerle sivil bir diktatörlüğe evrilme riskini taşıyor.
Valparaiso sokaklarında dolaşırken, bu şehrin iki çocuğu üzerinden Şili’de olup bitenleri yeniden hatırlamakta yarar var diye düşündüm. Neruda’nın “Valparasio’nun bütün merdivenlerini dolaşırsanız bütün dünyayı gezmiş olursunuz” demesi gibi, biz de buradan yola çıkarak belki bizim topraklarımızda olup bitenleri daha iyi anlayabiliriz.
Salvador Allende, zengin bir ailenin çocuğu. Hem liseyi hem de tıp fakültesini doğduğu şehirde yani Valparaiso’da tamamlar. Üniversitede solcu bir öğrenci lideridir. Diktatörlük karşıtı eylemlerinden dolayı bir ara tutuklanır. 1932 de tıp fakültesini bitirir. Sosyalist Parti’yi kurar. 1937’de milletvekili olur. Devletin çeşitli sağlık kurumlarında doktorluk, Valparaiso Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapar. 1939 yılında sağlık bakanı olur. Her zaman dar gelirlilerle, işçi ve yoksullarla ilgilendiği için bu kesimlerde çok sevilir. Bakanlığı döneminde sosyal yasalar çıkması için çalışır. 1943’te Sosyalist Parti genel sekreteri olur.
Salvador Allende 1970’te kurduğu komünistleri, sosyal demokratları, radikal solu da içine alan Unidad Popular’a (Halk Birliği) Hristiyan Demokratları da katmayı başarınca, 1970 seçimlerinde 4. Kere aday olduğu devlet başkanlığı seçimlerini kazanmayı başarır. Allende’nin kafasında sosyalist bir Şili vardır. Yoksullar için hızla çeşitli sosyal politikalar geliştirir. Yabancı işletmeleri devletleştirir ki bu ABD’nin işlettiği bakır madenlerine yönelik bir uygulamadır. Küba ile diplomatik ilişkiler kurar, Fidel Castro 1972’de ülkeyi ziyaret eder. Tahmin edersiniz ki bütün bunlar ABD’yi fazlasıyla tedirgin eder ve CIA çok geçmeden işe koyulur. Ülkede ekonomik ve siyasi sıkıntılar baş gösterir. Halk Birliğini oluşturan güçler arasında görüş ayrılıkları başlar. Allende istediği politikalar için gerekli desteği bulamadığından bu politikaları hayata geçiremez. 18 gün önce genelkurmay başkanı olarak atadığı Augusto Pinochet öncülüğünde 11 Eylül 1973 tarihinde gerçekleşen ABD destekli darbede teslim olmayı reddeder ve orada öldürülür ya da söylendiği gibi intihar eder.
Diğer Valparaiso’lu Augusto Pinochet, Amerika’da eğitim görmüş bir askerdir. 1973 yılında ordu adına ele geçirdiği iktidarını 1990 yılına kadar sürdürür ve 1998 yılına kadar da ordunun başkomutanı olarak kalır. Ölene kadar da Şili’de kimse ona dokunamaz. İktidara gelir gelmez yoğun olarak gördüğü ABD desteği sayesinde ekonomik bir canlanma sağlamış olmasından dolayı iktidarı boyunca belli bir kesimin desteğini almayı başarır.
Pinochet önderliğindeki 4 kişilik cunta, iktidara gelir gelmez siyasi partileri kapatır ve özellikle sosyalist muhalefete karşı acımasız bir kıyıma girişir. Binlerce insan tutuklanır, işkence görür, öldürülür ya da kaybedilir. 1974’te anayasa yürürlükten kaldırılır. Diğer cunta üyelerini de etkisizleştirerek bütün gücü kendi elinde toplayan Pinochet, ekonomik alanda ABD rehberliğinde liberal bir politika izler.
Pinochet iktidarına karşı muhalefetin sesi ancak 1982-83 yıllarından itibaren çıkmaya başlar. Pinochet 1987’de siyasi partilerin kurulmasına izin verir. 1988 yılında, kendine duyduğu güvenle başkanlığını sürdürmek adına yaptırdığı halkoylamasından %54.5 oranında “hayır” çıkar. Bu onun ilk yenilgisidir. 1989’da yapılan seçimlerini Hristiyan Demokrat Parti kazanır. Pinochet 1990 yılında iktidarı devreder fakat 1998 yılına kadar genelkurmay başkanlığını sürdürür. Sivil iktidar 1991 yılında yolsuzluk ve insan hakları ihlalleriyle ilgili soruşturmalar başlatırsa da bunlar istendiği kadar ileri gidemez.
Pinochet 1998’de tedavi amaçlı bulunduğu Londra’da, bir İspanyol savcının iktidarı döneminde, İspanyol vatandaşlarının öldürülmesinden sorumlu tutarak suç duyurusunda bulunması üzerine tutuklanır. Bütün dünyayı adeta sevince boğan bu kararla 16 ay ev hapsinde tutulur. Sağlık nedenleriyle serbest bırakılınca ülkesine döner. 2006 yılında geçirdiği kalp krizi sonrasında Santiago’da ölür. Hükümet devlet töreni yapmaz ve ulusal yas ilan edilmesi taleplerini de reddeder. Ailesi saldırı olasılığı nedeniyle mezar yaptırmadığı için bugün bir mezarı yoktur.
Bizim 12 Eylül darbesi ve Kenan Evren’den hesap soramamamız gibi Şili halkı da ne yazık ki Pinochet’ten hesap soramadı. Bunda kuşkusuz iki darbenin de sistematik bir şekilde uzun yıllar boyunca yaptığı düzenlemeler sayesinde aslında iktidarı bırakmış olmamalarının etkisi büyük. Her ne kadar kimse anmak istemese de Pinochet’in hayaleti ülkenin üzerinde dolaşmaya bugün de devam ediyor aslında. Diğer Valparasio’lu Allende ise duvar resimlerinde gülümsüyor, öldürüldüğü başkanlık sarayı Moneda’nın önünde heykeli var. Sarayın bir bölümü de 1973 darbesi için müzeye dönüştürülmüş.
Pasifik okyanusu manzaralı 45 tepe üzerine kurulu Valparaiso sokaklarında dolaşmaya devam ediyorum. Merdivenler, duvarlar rengarenk. Pinochet döneminde bir protesto biçimi olarak yaygınlaşan grafiti geleneği şehrin hatta ülkenin neredeyse temel karakteristiği olmuş. Dünyanın birçok yerinden gelen ünlü grafiti sanatçıları belediyenin de desteğiyle şehri adeta bir sanat galerisine çevirmişler. Bu tepelerin bazılarına ulaşım 1800’lü yıllardan kalma asansör veya fünikülerlerle sağlanıyor. En yüksek tepelerden birinde Neruda’nın müze evi var. Ev de şehir gibi yüksek, beş katlı ve bir gemiyi andırıyor. En üstte kaptan köşkü, Neruda oradan ve evin her yerinden Valparaiso’ya ve pasifik okyanusuna bakıyor...