Yaklaşık üç yıldır yanı başımızda süren, vahşetin her türlüsünün sıradanlaştığı, her gün yeni yeni katliam haberleri aldığımız, insanlık ve yarattığı değerlerin topyekûn yok oluşuna tanık olduğumuz, daha çok bölge ve sınırlar üzerine yapılan hesaplarla gündemde kalan, utanç verici bir savaş yaşanıyor. Üstelik bu öyle bir savaş ki, çok sayıda savaşan taraf ve bileşeni var, bazen taraflar ve amaçları net olarak görülemiyor, kimin haklı kimin haksız olduğu da belli değil. Kan gövdeyi götürüyor ve bizler, savaşın olası sonuçları üzerine evire çevire konuşan bir takım profesyonel yorumcuları dinliyor, “daha neler neler olacak, acaba bize de bulaşır mı?” diyerek dehşet ve korku içinde bekliyoruz.
Şimdilerde Irak topraklarına da sıçramış olan Suriye iç savaşından söz ediyorum. Savaş üç yıldır sürüyor, üç yılda ortaya çıkan yıkım ise korkunç.
Mayıs ayı raporlarına göre, 20 milyon nüfuslu ülkede, iç savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı yaklaşık 230 bin. Şehirlerin üstünde patlayan varil bombalarının haddi hesabı yok. Yıkılan bina sayısı 3 milyonun üzerinde. İç savaş nedeniyle 2 milyon 553 bin kişi ülkesini terk ederek komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmış. "Save the children" örgütünün yayımladığı rapora göre, iç savaştan kaçan 1,2 milyon çocuk Suriye’nin komşu ülkelerinde mülteci durumunda. Aynı zamanda 4,3 milyon çocuk, Suriye sınırları içerisinde insani yardıma muhtaç olarak yaşıyor.
(http://www.trthaber.com/haber/dunya/suriyedeki-ic-savasin-3-yillik-bilancosu-121339.html)
Komşumuzda çıkan bu büyük savaş bizim gündemimizde, hükümetin izlediği dış politika nedeniyle zaman zaman yaşadığımız neredeyse çatışmaya dönüşecek gerginlikler, sınır illerimize düşen bombalar, savaştan gelen dehşet görüntüleri ve en çok da mülteciler sayesinde yer alabiliyor. Hükümetin dış politikasına yönelik eleştirilerin hedefinin şaşırması insanlarımızda mültecilere yönelik ırkçı ve tehlikeli bir düşmanlık duygusu da geliştirmiş durumda. Neredeyse her Suriyeli göçmen terörist olarak görülüp, nefret konusu olabiliyor.
Son günlerde bu savaşın yeni bir aktörü çıktı ortaya: Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı bir örgüt. Bu yeni aktörle birlikte medyaya ve sosyal medyaya bir birinden korkunç haberler ve görüntüler gelmeye başladı. Üç yıldır izlediğimiz kafa kesme görüntüleri bu sefer boyut değiştirip toplu katliam görüntülerine dönüştü. Facebook, Twitter hesaplarında, haber sitelerinde sürekli katliam görüntüleri dönüyor.
İnsanı neye uğradığını şaşırtan bu görüntüler ciddi bir paylaşım sıklığına da sahip. Böyle olunca, insanın kanını donduran, uykusunu kaçıran, inciten, mutsuz eden bu görüntülerin, bu kadar çok izlenmesi ve paylaşılması konusunda düşünmek, bu durumun nedenlerini anlamaya çalışmak önemli hale geldi. Zaten bu yazımın birincil hedefi de, konu üzerinde belli bir tartışma ve düşünme zemini hazırlamaya çalışmak oldu.
Şimdi bazı sorulardan hareket ederek düşünmeye çalışalım.
İnsan bu vahşeti neden - nasıl yapar?
İnsan bu vahşeti neden izler, izlemek ister?
İnsan bu vahşeti neden filme çeker ve yayınlar?
İnsan neden bu yayınlanan filmleri arkadaşlarıyla paylaşır?
İnsan bu vahşeti neden - nasıl yapar?
Bu soru aklıma hemen Einstein - Freud mektuplaşmasını getirdi. Bilindiği gibi, ünlü fizikçi Albert Einstein bir barış savaşçısıdır, yeryüzünden bir gün savaşın tamamen silinebileceğine inanır. 1932 yılında yazdığı bir mektupta, insan ruhunun derinliklerini analiz etmeye çalışan psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’a şu soruyu yöneltir: “Bulunduğumuz konum itibariyle uygarlık için en can alıcı soru şudur: İnsan oğlunu savaş alınyazısından kurtarabilmek için bir yol var mıdır?” Freud ise bu konuda son derece karamsardır. Uygarlığın Rahatsızlığı adlı eserinde, “...Gerçekten insan, saldırganlık ihtiyacını diğer insanların zararına olarak doyurma, onların çalışmalarını karşılığını vermeksizin sömürme, rızaları olmaksızın onlardan cinsel olarak yararlanma, mallarını, mülklerini ele geçirme, onları alçaltma, onlara acı çektirme, işkence etme ve onları öldürmeye çalışır.(...) İnsanları birbirlerinin karşısına diken bu asli düşmanlık sonucunda uygar toplum her zaman çökme tehdidi altında bulunmaktadır. İnsanların işbirliği yapma konusundaki çıkarları uygar toplumu devam ettirmek için yeterli değildir. İçgüdülerden kaynaklanan tutkular, akılsal çıkarlardan daha güçlüdürler...” diye yazar.
Bizi aynı zamanda şiddetin kaynağını sorgulamaya götüren bu soru, Freud gibi içgüdüsel nedenlere bağlanıp, toplumsal yaşamın etkisinden soyutlanarak yanıtlanabildiği gibi, tamamen toplumsal etkenlerle açıklanabilecek bir davranış olarak da görülebilir. Bu iki görüş için de destekleyici örnekler bulmak mümkün. Şiddet uygulayıcıların, yaptıklarına haklı gerekçeler bulmaya çalışarak bir anlamda kendilerini ikna etme, vicdanlarını rahatlatma çabaları, şiddetin sadece insan doğasından, içgüdülerden kaynaklanmadığını gösterir. İşlediği cinayete, bulunduğu toplumsal çevreden, yakınlarından destek alan kişi kendisinde önemli bir güç bulur. Bu anlamda, ideolojiler, dini ve ulusal değerler yüklenmiş savaşlar şiddeti “meşru” ve kolay yapılabilir kılarlar. Tagore’un deyişiyle, “Genel bir hukuk bilincine sahip her toplumun; kin, yalan, casusluk veya cinayet olarak nitelendirdiği olgular, ulus belirlemesinin soyut bir ilkesi uğruna gerçekleştirildiği anda, haklı eylemler olma niteliği kazanır.” (Şiddet Nerede Başlıyor, Rafael Moses, Cogito sayı 6-7, YKY)
Söz konusu ettiğimiz IŞİD cinayetlerine bu çerçeveden baktığımızda, hem içgüdüsel, engellenemeyen bir şiddetin kontrolsüz bir şekilde açığa çıkışını, öte yandan, işlenen cinayetlere dinsel, ideolojik amaçlar yüklenerek haklı gösterilmeye, normalleştirilmeye çalışıldığını görebiliriz.
İnsan bu vahşeti neden izler, izlemek ister?
Geçmişten bu güne açık alanlarda yapılan infazların her zaman büyük ve meraklı kalabalıklar tarafından izlendiğini biliyoruz. Bu anlamda yeni bir şey yok. Peki, kalabalıkları cinayetleri izlemeye iten ne olabilir? Bu soru için ilk etapta aklımıza üç yanıt geliyor.
Birincisi; kişi, cinayeti izlerken, kurban edilenin kendisi olmamasından dolayı rahatlıyor ve belirli bir haz duyuyor.
İkincisi; kendini şiddeti uygulayanla özdeşleştirip, içindeki engellenmiş saldırganlık isteğini, onun üzerinden boşaltmış oluyor.
Üçüncüsü ise; hep birlikte izlenen bu şiddet gösterisi sayesinde toplumsal saldırganlık arzusunu da doyurmuş oluyor.
Vahşet ve cinayetin, kendisine seyirci bulması eskiden beri her zaman rastladığımız, alışıldık bir durum, günümüzdekileri farklı kılan şey ise, cinayetlerin artık kameralar önünde işlenmesi, yani şiddet gösterisinin, şiddeti yapanlar ve izleyicileri tarafından, kameralarla, cep telefonlarıyla fotoğraflanıp videoya çekilmesi ve dolayısıyla da şiddetin milyonlarca göz tarafından izleniyor olmasıdır.
İnsan bu vahşeti neden filme çeker ve yayınlar?
Cinayetleri işleyenler, bu filmleri çekip medya ve sosyal medyaya servis ederek, aslında hem düşmanlarına gözdağı vermekte, hem de kendi taraftarlarına ne kadar güçlü olduklarını gösterip propaganda yapmaktadırlar. Söz konusu coğrafyada ölümler zaten son derece sıradan, gündelik kabul gören bir olgudur. Bu anlamda filmi çekenler, bakın şimdi artık biz öldürüyoruz, acımasızca öldürüyoruz, öldürme gücü artık bizde ve bu gücü açıkça ve dehşetli bir şekilde kullanıyoruz mesajı vermektedirler.
Öte yandan, bütün vahşet artık objektifler önünde gerçekleştiğinden, kameraların kendisini izlediğini bilen katil adeta bir oyuncuya, yaptığı eylem de sanal bir oyuna dönüşüyor.
Fransız düşünür Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında, 1985 yılında yaşanan Heysel Stadyumu olayına değinir. Hatırlayalım, Liverpool-Juventus takımları arasındaki futbol maçında taraftarlar arasında çıkan kavga ve sonrasında bir duvarın çökmesiyle yaklaşık 40 taraftar hayatını kaybetmişti. Baudrillard olayı değerlendirirken şunları söyler: “Bizim şiddetimiz, aşırı-modernliğimizin ürettiği şiddet, terördür. Simülark bir şiddettir bu. Tutkudan çok ekrandan doğar, görüntülerin doğasıyla aynı yapıdadır. Şiddet, ekranın zihinsel evrende açtığı oyuk aracılığıyla, kuvve halinde, ekranın boşluğundadır.”
Yaşanan vahşette, ya da cinayetlerin bu şekilde yaşanmasında orada bulunan kameraların ve o görüntüleri yayınlayan ekranların payı nedir? Baudrillard’la birlikte yaşanan şeyin gerçekliğini kaybedip bir simülasyona dönüştüğünü söyleyebilir miyiz? Bu konu üzerinde düşünülmesi gerekir. Şiddetin varlığını kameraların olup olmamasına bağlayamayız belki ama, kameraların şiddeti yaygınlaştırıp çoğalttığını , olağanlaştırdığını, çekeni ve izleyeniyle insanlığı topyekün sarstığını söylemek mümkün.
İnsan neden bu filmleri arkadaşlarıyla paylaşır?
Peki bu görüntüleri facebookta twitterda arkadaşlarıyla paylaşan kullanıcılar, acaba hangi duygu ve düşüncelerle hareket ediyor olabilirler? Şöyle bir mesaj vermeyi mi amaçlıyorlar acaba?
Bakın dünyada ne korkunç şeyler oluyor, bunları görelim, bilinçlenelim ve bütün bunlara karşı duyarlı olalım, sesimizi çıkaralım ve savaş istemediğimizi haykıralım. (veya)
Bakın bu vahşiler nasıl birbirlerini yok ediyorlar, bunları görelim ve bu vahşiler gibi olmadığımıza şükredip onlardan uzak duralım. (veya)
Bakın çok yakınımızda bu ölçüde bir vahşet yaşanıyor, bize sıçramaması için hem dikkatli olalım hem de sınırlarımızı kapatalım.
Belki de bunların hiç biri değil; aslında, bu görüntüleri yayınlayan insanı içindeki şiddet duygusu yönlendiriyor ve yaptığı şeyden içten içe gizli bir haz duyuyor.
Nedeni ne olursa olsun bütün bu paylaşımlar kötülüğün sıradanlaşmasına, vahşetin olağanlaşmasına, insanın en vahşi haline dönmesine hizmet ediyor gibi görünmekte. O hali bilmiyor değiliz aslında, insanlık tarihi boyunca farklı zaman ve coğrafyalarda sık sık yaşadık bu durumu. İnsanlık adına elde edilmiş olan bütün kazanımlarımızın yok olması durumudur bu. Son üç yıldır bolca kafa kesme görüntüleri izledik, şimdi ise, toplu katliamlar yapılıyor. Haberlerde “1500 kişinin kurşuna dizilme görüntüleri” filan deniliyor, kötülük sıradanlaşıyor, biz paylaştıkça çoğalıyor, çeşitleniyor.
Kafası kesilen, beyni parçalanan, ensesine kurşun sıkılan bir insanın veya benzeri şeylere maruz kalan bir hayvanın, bir canlının fotoğrafını veya videosunu paylaşırken yapılan eylem, paylaşılan bütün diğer şeylerden daha dikkatli olmayı ve üzerinde biraz daha düşünmeyi gerektiriyor. Ayrıca, yayınlanan, paylaşılan görsellerin onları görenlerde bireysel olarak yaratabileceği olumsuz etkilerinin de hesaba katılması gerekir. Evet, şiddet içimizden gelen, tamamen yok edemeyeceğimiz bir dürtü olabilir, ama her zaman övündüğümüz “insanlığımızla”, yarattığımız uygarlıklarla, değerlerimizle bu şiddet dürtüsüyle baş etmek için mücadele veriyoruz ve bu konuda epeyce başarı elde ettiğimizi de söyleyebiliriz. Sahip olduğumuz, insanlık adına elde ettiğimiz kazanımları çoğaltmak ve koruyabilmek bizim temel görevimiz olmalıdır.
Jose Ortega Gasset’nin dediği gibi, “Kaplan, kaplan olmaktan kurtulamaz, kaplanlıktan çıkamazken, insan sürekli insan olmaktan çıkma tehlikesiyle yaşar…”
Unutmayalım ki, insanlıktan çıkmak, yaşadığımız dünyada çok da zor değil...
Twitter: @ymbymb