05 Mayıs 2020

Salgın günleri ve insanlığın ilerleme/gelişme ülküsü

Hepimiz öleceğiz ve bu dünyanın pek de umrunda olmayacak…

İnsanın en sorgusuz ve kolayca kabul ettiği yanılgılarının başında, geçmişten bu güne insanlık olarak ilerlediğimiz ve bu ilerlemenin gelecekte de süreceği düşüncesi gelir. Bu ilerleme ilkelden gelişmişe, kötüden hep daha iyiye olarak görülür. Öyle ki tarihte zaman zaman görülen insanlıktan çıkma, geri düşme anları, gelişme yolunda karşılaşılmış ufak tefek kaza anlarıdır. Tarihin okları hep daha, daha iyiyi gösterir. Üstelik sonu da yoktur bu ilerlemenin, yani nereye kadar ilerleyeceğiz, dünyayı bitirdik diyelim, sonrasında bir iki çevre gezegeni fethettik, yeni yaşam alanları bulduk, ölümü yendik… Sonrası? Sonrası yoktur. İnsanlık ilerleyecek hatta bir noktada kendini bile aşacak, ama asla durmayacaktır… Üstelik, büyük ölçüde bu yanılgıya bağlı olarak kendini gösteren, geleceği önceden belirleme tutkusu, insanı doğa ve toplumsal yaşam üzerinde sonu pek de iyi bitmeyen birçok maceralara da sürüklemiştir.

Ağır pandemi koşullarında gerek doğa karşısındaki konumumuz gerekse yaratmış olduğumuz uygarlığımızla yaşadığımız yüzleşme, yaygın kabul gören bu düşünceyi yeniden sorgulamamız gerektiğini hatırlattı hepimize. İnsanlık olarak bilebildiğimiz kadar geçmişimizden başlayıp bu günlere kadar gelirsek gerçek anlamda bir ilerlemeden söz edilebilir mi? Eğer gerçekten daha iyiye doğru bir ilerleme söz konusuysa geleceğimizi de kolayca kestirebileceğimizi, belirleyebileceğimizi söyleyebilir miyiz?

Fiziksel dünyada elde edilen başarılar kuşku götürmez bir şekilde hayatımıza çok şey katmıştır. Fakat ilerlemeyle kastedilen şeyi bu fiziksel başarılar olarak görmek ne kadar doğrudur? Beşbin yıl önce yaşamış bir insana göre biz daha "iyi" insanlar mıyız? Daha mı mutlu yaşıyoruz? Görünüşe bakılırsa onlar da gündelik ihtiyaçlarını karşılamak peşindeydiler, biz de, onlarda olan arzular, tutkular bizlerde de var, onlar da savaşıyorlardı, biz de, kötülük ve vahşet sayılabilecek deneyimler onların hayatında da vardı bizim hayatımızda da var. Öyleyse bu yanılgıyı besleyen, bu kadar kolay kabul edilebilir kılan ne olabilir?

İnsanlık tarihi açısından bakılınca çok eski sayılmaz bu düşünce. Tarihin akışının ilerleme sayılabilecek bir gelişme çizgisi olarak algılanması, aklın egemenliğine dayalı bir evren algısının sonucudur. Mitoloji ve dinsel algıda böyle bir çizgi yoktur, daha çok döngüsel bir anlayış hâkimdir bu düşünce ve inanç sistemlerine. Modernizmle birlikte gelişen ve kabul gören çizgisel tarih anlayışında ise insanlığın bir yerden -belirli- bir yere doğru gittiği varsayılır. Bilimsel gelişmelerle elde ettiği bilgi insan hayatını kolaylaştırıp ömrünü uzattıkça, insan, doğa karşısında (kendi doğası da dahil), daha önce sahip olmadığı büyük bir güç elde etmiş, bu güçten kaynaklı güvenle hem doğanın hem de toplumsal yaşamın geleceğini belirleyebileceği sanısına kapılmıştır. Bunun hem doğa hem de toplumsal yaşam açısından sonuçları -gezegenimizin çevre sorunları açısından geldiği durumu, yeni bir toplum, yeni bir insan yaratma sevdasıyla girişilen toplumsal projelerin, savaşların, ideolojiler yarattığı yıkımı düşünürsek- birer felaket olmuştur.

Görünen o ki bilimsel devrimler ve sanayi devrimi sonrası insan aklıyla elde edilmiş pratik başarılar ve bilimsel gelişmenin ivmelerek sürmesi insana gelecekte başaracağı şeyler konusunda inanılmaz bir güven kazandırdı. Bu güvenin verdiği güç sarhoşluğuyla doğa üzerinde bir üstünlük duygusuna kapıldık. Böylece, her şeyin üstesinden gelebilecek, hatta geleceği belirleyebilecektik. Darwin’in insana diğer türlerle aynı yasalara tabi olduğunu hatırlatan görüşleri laik düşünce sistemlerinde kabul görmekle birlikte pratikte o kadar da etkili olmadı. İnsan bu "sıradanlığı" kendine yediremedi. Tek Tanrılı dinlerin kutsal metinleri insana bu ayrıcalığı vermişti zaten, geriye üstünlüğü pekiştirecek hayaller peşinde koşmak kalıyordu ki insanlık bunu fazlasıyla yaptı.

Oysa, içinde bulunduğumuz kozmos ve onun içinde Koronavirüs'ten bile milyonlarca kat küçük sayılabilecek gezegenimiz insanın hükmedebileceğinin çok ötesinde bir sistemdir. Üstelik kozmosun her parçası gibi o da sürekli bir değişim, dönüşüm halindedir. Eğer evrenin kimi yasaları varsa -bu da tartışılabilir bir konudur- diğer her şey gibi, evrenin bir parçası olarak bizler de o yasalara tabiyiz. En basit haliyle, insanın yeryüzündeki çok kısa sayılabilecek varoluş serüvenini düşündüğümüzde, sonsuza kadar var olmayacağımız kesindir. Bunu gezegenimiz için de, güneş sistemi için de söyleyebiliriz. Ama her koşulda net olan bir şey var ki içinde yaşadığımız gezegen insanlıktan çok sonra da yaşayacaktır, tıpkı çok öncesinde var olduğu ve yaşadığı gibi. İnsan türü olarak gezegenimizde, bizim yol açtığımız iklim değişikliği, birçok canlı türünün yok olması gibi felaketler sonuçta bizim türümüz için de yüksek olasılıkla felaketler getirecektir. Fakat yine de gezegenimiz insanlığın temelli yok oluşundan sonra, sonsuz akış içinde kendini yenileyip, başka başka yaşam biçimlerine ev sahipliği yapacaktır.

Bugün bilimsel bilgi bize gelecekle ilgili çeşitli bilgiler verebilir, bu bilgiler ışığında geleceğimizle ilgili kimi öngörülerde bulunup hayatımızı kolaylaştırabilir, dünyayla daha uyumlu bir hayat sürdürebiliriz. Fakat bir hayvan türü olarak kendimizi aşmak, geleceğimizi bilmek, onu belli ölçülerde belirleyebilmek, kontrol edebilmek insan için bir hayalin ötesine geçemez. Spinoza’dan düşündürücü bir alıntıyla bitirelim: "…Bizler dış nedenlere bağlı olarak çok değişik heyecanlar yaşıyoruz ve ters esen rüzgarlarla altüst olan dalgalar gibi akıbetimizden ve yazgımızdan bihaber çalkalanıp duruyoruz." (Ethica, III. Bölüm, LIX, Önerme, Not)

Hadi biraz mütevazi olalım, hepimiz öleceğiz ve bu dünyanın pek de umrunda olmayacak…

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"