08 Ocak 2020

Mine Söğüt’le "Ahlak Belanızı Versin" atölyeleri

Katıldığım "Ahlak Belanızı Versin" adlı atölye çalışması, Sokrates'in diyaloglarında ortaya çıkarmaya çalıştığı ve logos-bios karşıtlığından doğan rahatsızlığın benzeri bir rahatsızlığa yol açtığını söyleyebilirim

İlkçağ Yunan filozoflarından Sokrates, karşısındaki kişiye zor anlar yaşatan diyaloglarında, kişinin söyledikleriyle eylemleri arasında bir uyum olup olmadığını ortaya çıkarmaya çalışır. Sokrates bu diyaloglarda kişileri yargılayan biri konumunda değildir; diyalog süresince kişinin kendiyle yüzleşmesini sağlayarak, değerlendirme ve yargılamayı yine kendisine yaptırır. Sokrates için bir insanda olması gereken en önemli değer, söyledikleri, düşündükleriyle (logos) eylemleri yani nasıl yaşadığı (bios) arasındaki uyumdur. Bilindiği gibi Sokrates, canı pahasına bu uyumu koruyabilmiş ender örneklerdendir.

İnsanın sözleri, düşünceleri ile yapıp ettikleri, yaşantısı arasındaki bu uyum bizim ahlaksal bir varlık olarak kendimizi gerçekleştirmemizin dolayısıyla da 'ahlaksal' ve 'iyi' birer insan olmamızın en temel belirleyenidir. Binlerce yıldır düşünürlerin 'kendini bil' diyerek öğütledikleri kendini tanıma, sorgulama ve kendinle yüzleşme sanıldığının tersine son derece zor ve sancılı bir süreçtir.

Geçen hafta sonu İzmir'de Geçen hafta sonu İzmir'de katıldığım "Ahlak Belanızı Versin" adlı atölye çalışması, Sokrates'in diyaloglarında ortaya çıkarmaya çalıştığı ve logos-bios karşıtlığından doğan rahatsızlığın benzeri bir rahatsızlığa yol açtığını söyleyebilirim. Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarından da tanıdığımız öykü ve roman yazarı Mine Söğüt, bir yıl önce başlattığı ve "Ahlak Belanızı Versin" adını verdiği atölye çalışmalarını farklı şehirlerde sürdürüyor. Katılımcıların kendi 'ahlaksal' değerleriyle yüzleşmelerini sağlamayı amaçlayan atölyelerin amacı ve içeriği hakkında Mine Söğüt'le konuştum.

"Ahlak Belanızı Versin" atölyeleri nasıl bir düşünceden doğdu? Nasıl gelişti?

Ben edebiyata ve yazarlığa kuramsal yaklaşabilen biri değilim. O yüzden bugüne kadar edebiyat ya da yazarlık üzerine atölye yapmayı hiç düşünmedim. Ancak geçen yıl Atölye Libro'yu yöneten editör arkadaşım Çiğden Su ile konuşurken, özellikle gazete yazılarında üzerinde çok durduğum 'Ahlak' kavramına dair katılımcılarla birlikte düşünüp tartışabileceğimiz bir atölye yapma fikri çıktı ortaya. Basın ahlakından yola çıkarak kişisel ahlakımızı masaya yatıracağımız farklı okumalar yapacaktık ve bu okumaların ışığında aklımızın ve kalbimizin hangi tuzaklara nasıl düştüğünü anlamaya çalışacaktık.

İlk atölye, ikişer saatlik beş buluşma olarak gerçekleşti. Haftada bir gün yaptığımız ve beş hafta süren o atölyedeki deneyim hem benim için hem de katılımcılar için çok heyecan verici oldu. Ancak beş haftalık bir programın sürekliliğini sağlamak herkesi biraz zorlamıştı. O yüzden zaman içinde içerik biraz daha rafine hale geldi ve "Ahlak Belanızı Versin" iki gün üst üste yapılan üçer saatlik buluşmalara dönüştü.

Basit ama ihmal edilmiş bir bakış açısına davet

Neyi amaçlıyor bu atölyeler?

Daha önce düşünmediğimiz şeyleri düşünmeyi. En kestirme cevap bu. Ama çok derin düşüncelerden bahsettiğimi zannetmeyin. Tam tersine basit ama ihmal edilmiş bir bakış açısına davet bu atölye. Elimizde çeşitli dönemlerde, farklı meseleler üzerine kaleme alınmış bir iki köşe yazısı, eski bir çocuk dergisinden metinler ve bir üçüncü sayfa haberi oluyor.

Hepsini didik didik ve tekrar tekrar okuyoruz. Her okumada daha önce fark etmediğimiz bir şeyi fark ediyoruz. Bu esnada güvendiğimiz, bel bağladığımız, hatta inançla savunduğumuz birçok politik, sosyal ya da ahlaki değerin tepetaklak olduğunu görüyoruz. Farkındalığımızın yüksek olduğunu varsaydığımız kritik noktalarda bile nasıl hatalar yapabildiğimizi, neleri gözden kaçırdığımızı fark ediyoruz. Ve daha önce düşünmediğimiz şeyleri düşünmeye başlıyoruz. Sansürsüz, tereddütsüz ve samimi bir sorgulanın ardından sert bir yüzleşmeye doğru yelken açıyoruz.

Bildiğim kadarıyla atölye çalışmalarını farklı şehirlerde, ilçelerde yaptınız, yapmayı sürdürüyorsunuz. Her atölye 6 saatlik bir çalışmadan oluşuyor. Ne kadar zaman oldu başlayalı? Yaklaşık kaç kişi katıldı atölyelerinize?

Ben "Hadi gelin burada da bir 'Ahlak Belanızı Versin' yapalım" diyen mevcut atölye mekanlarının davetlerine genelde olumlu cevap veriyorum. Hatta kitapçılarda, kafelerde ve neredeyse evlerde bile yapabiliriz diye düşünüyorum. İhtiyacımız olan tek şey ortak metin okumamızı sağlayabilecek bir projeksiyon makinesi ve etrafında toplanabileceğimiz bir masa.

Bir yıl içinde İzmir, İstanbul ve Urla'da toplam 10 atölye oldu. Herkesin konuşabildiği, birbirini dinlediği bir ortamda, ortak bir tartışma ve birlikte düşünme alanı oluşturmamız gerekiyor. O yüzden katılımcı sayısını 20 kişi ile sınırlı tutuyorum. Şu ana kadar "Ahlak Belanızı Versin" atölyesine 200'e yakın kişi katıldı.

Kimler katılıyor, sizin belli bir hedef kitleniz var mı? Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Katılımcılarda kadın erkek dengesi olması ve farklı yaş gruplarının bulunması her zaman için tartışma ortamını daha bereketli kılıyor. Ama biliyorsunuz genelde erkekler bu tür etkinliklere ilgi duymuyorlar. O yüzden her grupta en az iki, en çok beş erkek oluyor. Yaş olarak da daha çok 40 yaş üstü geldi bugüne kadar. Ama arada gençler, hele öğrenciler olduğu zaman ahlak meselesine otopsi daha derin kesikler atılarak yapılıyor ve etkili tartışmalar ortaya çıkıyor. Hedef kitle hayata farklı açılardan bakmayı göze alan ve "Neden" sorusunu başkalarına olduğu kadar kendisine de sormaya cesaret edebilen, mevcut düzende neyi nasıl değiştirebileceğini sorgulayan herkes.

Neden "Ahlak Belanızı Versin", kime yönelik bu hitap?

Tabii ki insanlığa, haliyle bize, kendimize. Tıpkı dinsel inanç sistemleri gibi, inanç dışı düşünce sistemlerinde de her şeyin 'dışarıdan' geldiğini kabul eden 'kaderci' bir yaklaşım hakim. Dış güçler ya da iç güçler ama hep başka güçler tarafından inşa edilmiş sorunlu bir hayatı sırtımızda taşıdığımızı, başkaları tarafından kurulan bir düzenin mağduru olduğumuzu düşündüğümüz bir kurban psikolojisine kendimizi ikna ediyoruz. Oysa, o itiraz ettiğimiz düzen, gücünü bizim tercihlerimizden ve itiraz ettiğimizi zannederken aslında farkında olmadan onayladığımız temel değerlerden alıyor.

Anladığım kadarıyla atölye sonunda her katılımcı kendi içinde, kendi 'ahlakıyla' bir tür bireysel yüzleşme yaşıyor. Bu durum katılımcılar için rahatsız edici olabiliyor mu?

Evet, hem de çok sert ve sarsıcı bir yüzleşme yaşanıyor. Ve evet insanlar bu yüzleşmeden rahatsız da oluyorlar çünkü daha önce hiç yaşamadıkları farkındalıklar yaşıyorlar. Ama zaten bunun için bir araya geliyoruz. Çoğu beni gazete yazarı ya da edebiyatçı olarak tanıyan okurlar oldukları için birlikte yapacağımız bir çalışmadan neşeyle ya da huzurla çıkma ihtimalleri olmadıklarını bilerek katılıyorlar atölyeye.

Atölyelerinize katılan insanlarda bir değişim yaşattığınızı düşünüyor musunuz? Böyle bir hedefiniz var mı?

Böyle bir şey hedeflemek haddim değil. Kimse altı saatlik bir buluşma ve tartışma ortamından sonra köklü bir değişim geçirmez tabii ki. Ama daha önce hiç düşünmediği şeyleri düşünmeye başlayabilir. Daha önce değer vermediği şeylere değer verebilir. En önemlisi, daha önce duymadığı kuşkuları, bundan sonra duymayı isteyebilir. Behrengi'nin, Küçük Karabalık masalını bilirsiniz. Kitabın sonunda, masal biter, tüm küçük balıklar uykuya dalarlar, sadece tek bir kırmızı balığın aklı masalda kalır ve onun gözüne uyku girmez. Yaptığımız bu çalışmayla bir kişinin bile azıcık uykusu kaçsa, bana yeter.

Çalışmanızda basın ve basınla olan ilişkilerimiz önemli bir yer tutuyor. Bu seçiminizde etkili olan düşünce nedir? Basın yayın organlarının bireyin ahlaksal yargılarının oluşmasında belirleyici olduğu yönünde bir düşünce mi yoksa sizin de bir gazeteci olmanız mı?

Her ikisi de. Ben, hem bireysel hayatımda hem de meslek hayatımda, "başka bir ahlak"ın mümkün olduğuna inanırım ve kendi ölçülerimde yaşarken de yazarken de ısrarla bunu savunurum. O yüzden insanlıkla ilgili itirazlarım nasıl ahlak algısının kökten değişmesine yönelikse, meslekle ilgili itirazlarım da yine bu alandaki ahlaki kriterlerin değişmesine yönelik. Kötü yapılan bir gazetecilikten yakınırken bu kötülüğün nereden kaynaklandığına odaklanmak lazım. Misal, matbaa işçisinin asgari ücretle çalıştığı bu yoksul ülkede bir köşe yazarı ya da genel yayın yönetmeni o işçinin kat be kat fazlası bir maaş alıyorsa... O köşe yazarı, o genel yayın yönetmeni gazetecilik değil başka bir iş yapıyordur. Okuduğunuz da gazete değil bambaşka bir şeydir. Düğümü bu noktadan çözmeye başladığınızda zaten mevcut ahlak hemen yıkılır ve siz kendinizi ahlakı da gazeteciliği de yeniden tanımlarken bulursunuz. Bu arada gazete zannettiğiniz şeyin size ülkeden ya da dünyadan haberler taşıyan bir yapı değil, aklınıza ve vicdanınıza gerekli biçimi veren bir aracı kurum olduğunu çözmekle lanetlenirsiniz.

Bu çalışmaların bir gazeteci ve yazar olarak Mine Söğüt için nasıl bir anlamı var?

Ben yazarken kendime ve insanlığa acımasız, sert sorular soran ve bu soruların sarsıcı ve gerçekçi cevaplarının peşinde koşan biriyim. Bu atölyede, yazarken bir başıma yaptığım bu zorlu yolculuğu hiç tanımadığım 20 kişiyle birlikte tekrar ve tekrar yapıyorum. Her seferinde yepyeni şeyler öğreniyorum. Daha da önemlisi yepyeni şeylerin farkına varıyorum. Bu açıdan benim aklımı ve bakış açımı çok zenginleştiren bir deneyim. Bir de zorlu meselelere başkalarıyla birlikte odaklanmak ve aynı kaygılar, aynı incelikler ve aynı yapıcı duygularla çıkış yolları arayabildiğimizi görmek, karanlığa gözümü dikme hatta o karanlığa daha da diklenme cesaretimi arttırıyor.

Sonuç olarak 'ahlak' gibi sınırları son derece esnetilebilen, oldukça 'kaygan' diyebileceğimiz bir değerler alanında bizler nasıl bir konumdayız? 'Biz Türkler' diyerek belli genellemeler yapılabilir mi? Elde ettiğinizi düşündüğünüz bir takım sonuçlar var mı?

"Ahlak Belanızı Versin" atölyesi bu coğrafyanın ve bu zamanın meselelerine odaklanan bir çalışma ama evrensel değerler ve evrensel ahlak üzerinden bir sorgulama. O yüzden genelleme yaparken 'Biz Türkler' demekten çok 'insan' demek daha doğru oluyor. Atölyenin ilk günü birbirimizi tanırken önce herkes kısa bir ahlak tanımı da yapıyor. Son gün, başlangıçta yaptığımız tanımları da göz önünde bulundurarak ahlakın ne olduğunu bir daha aramızda tartıyoruz. Ve başlangıçta ahlakı tanımlarken kıstas aldığımız bir çok değerden artık kuşku duyduğumuzu görüyoruz. Daha da önemlisi şimdiye kadar zerre 'kuşku' duymadığımız ahlakımızın sadece bizim değil, başka insanların da hayatında nelere mâl olabileceğini fark etmiş oluyoruz. Buradan benim çıkardığım en net sonuç, önemsediğimiz meselelere gerçekten vakit ayırıp, kendi aklımızla, kendi fikrimizin peşine düştüğümüz, sürüden ayrılmayı göze aldığımız ve farklı düşünmekten korkmadığımız anda başka bir ahlak gerçekten mümkün. Bu iki gün içinde toplam altı saat süren buluşmalarda vardığım genel sonuç bu. Atölyenin sonunda dünyanın değişmesi için önce bizim değişimi göze almamız gerektiğine hep birlikte ikna oluyoruz. Ve kendi küçük değişimlerimizin peşine düşmek üzere dağılıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti