27 Nisan 2020

İnsan özgürlüğü üstüne

Koronavirüs sürecinde herkesin yeni dünya, yeni yaşam teorileri ortaya attığı bu günlerde, hayatın yönünü bizim belirleyebileceğimiz sevdasını sürdürüyoruz. Bu sevdanın boşunalığı bir yana, geçmiş deneyimlerimizi gözeterek, yol açabileceği kötülükleri de unutmuş görünüyoruz. Peki öyleyse nasıl bir yaşam?

Evlerimize kapanmak zorunda kaldığımız bu günlerde, bir zamanlar alınmış ama bir nedenle okunamamış ya da sonra okurum düşüncesiyle kitaplık raflarında terk edilmiş kitaplarımızı bulabiliyoruz. İngiliz siyaset felsefecisi John Gray’in Kuklanın Ruhu adlı kitabı böyle bir buluntu oldu benim için. Alt başlığı İnsan özgürlüğüne kısa bir bakış olan kitabı bir solukta okudum. Üstelik yazarın aynı kaderi paylaşan iki kitabını daha buldum kitaplığımda (ki onlar hakkında da daha sonra yazmayı düşünüyorum). Birçok özgürlüğümüzün sınırlandığı gelecekle ilgili de çeşitli kaygılar taşıdığımız bu günlerde insan özgürlüğü konusunda yeniden düşünmek için iyi bir fırsat oldu Kuklanın Ruhu.

John Gray kitabına Heinrich von Kleist’ın ömrünün son yıllarında kaleme aldığı "Kukla Tiyatrosu" adlı denemesine değinerek başlar. Bu çarpıcı denemesinde Kleist, bütün hareketleri oynatıcı tarafından kontrol edilen bir kukla ile bilinçli bir varlık olan ve dolayısıyla yapıp etmelerine kendi özgür seçimleriyle karar verdiği varsayılan insanı karşılaştırır. Kleist’a göre kuklalar, insanın asla sahip olamayacağı bir özgürlüğü temsil ederler. Bu şaşırtıcı sonuca nasıl ulaşır Kleist? Bir kukla ve insan özgürlük konusunda karşılaştırılabilir mi? Bir kuklanın insandan daha özgür olduğu düşünülebilir mi? Bizim bilinçli bir farkındalık içinde olduğumuz, bu nedenle de davranışlarımızın özgür seçimlerimizin sonucu olduğu, bir kuklanın ise böyle bir bilinçten yoksun olduğu için özgürlüğünden söz edemeyeceğimiz düşüncesini Kleist tersine çevirir. Ona göre bizim kuklanın otomatizmine gıptayla bakmamıza neden olan şey, tam da sahip olduğumuz (ya da olduğunu sandığımız) bu bilinçli farkındalıktır. Şöyle yazar Gray kitabında: "Kleist’in denemesinde insanlar kuklanın zarif otomatizmiyle bir tanrının bilinçli özgürlüğü arasında sıkışıp kalmaktadır. Eylemlerimizin tutuk ve sarsaklığı, kendilerini hayatlarının gidişini belirlemek zorunda hissetmelerinden kaynaklanır. Öbür hayvanlar hangi yolu seçeceklerini düşünmeden yaşarlar hayatlarını. Dünyada koklaya koklaya gittikleri yolda nasıl bir belirsizlik hissederlerse hissetsinler, bu kalıcı bir durum değildir; güvenli bir yere vardıklarında rahat hissederler. İnsan ise hayatını nasıl yaşayacağı kaygısı içinde geçirir."

İnsanın özgür olduğu düşüncesinin kaynağı nedir? Bilinçli farkındalığımız sayesinde mi biz özgürüz? Yoksa bu aynı bilinçli farkındalık, yarattığı yanılsamayla bizi gerçek özgürlükten alıkoyan bir şey midir? Özgürlük, diğer canlılardan farklı olarak insana verilmiş bir ayrıcalık mı? Özgürlük, dışsal unsurlardan bağımsız içsel bir arayış mıdır? Bilinçli bir varlık olarak özgür olduğumuz savı, insani bir kibirle sahiplendiğimiz ama gerçekliği olmayan bir düşünceden ibaret mi?

Bu sorular etrafında düşünürken, insan özgürlüğü hakkında felsefe tarihinden bazı temel görüşleri hatırlayıp onları da işin içine katmadan yapamadım.

Stoacılık, Spinoza, varoluşçuluk

Antikçağ düşünce sistemlerinde, insan özgürlüğü her tür dünyevi bağların uzağında bilgi ve erdemle ulaşılan, daha çok içsel bir süreç olarak görülür. İnsan özgürlüğü hakkında etkili bir söylem geliştiren Stoacılar için özgürlük, bir seçme özgürlüğü değil, tam tersine, seçim yapma durumundan muaf olmayla mümkün olabilir ancak. Katı bir nedensellik düşüncesine bağlı olan Stoa düşüncesine göre evrende olup biten her şey belli bir amaçsallıkla önceden belirlenmiştir. İnsan doğanın bir parçası olarak bu kapsamın dışında değildir dolayısıyla insan özgürlüğü, doğayla uyum içinde, olup biteni kabullenmek ve evrensel nedensellik bilincinde olarak davranmak demektir.

Tanrı ile doğayı bir ve aynı anlamda kullanan Spinoza için Tanrı her şeyin "içkin" nedenidir ve her şey doğa veya tanrının yapısından zorunlu olarak çıkar. Spinoza’ya göre özgür olan demek, "kendi yapısının zorunluluğuyla var olan ve eylemlerini yalnızca kendisi belirleyen" demektir. Böylece özgür olmak sadece Tanrıya özgü bir hâl olarak belirlenir. Fakat önemli bir ayrım olarak altını çizmeliyiz ki bu özgürlük bir istenç özgürlüğü değildir. Tanrı, bir istenç olarak değil, içsel nedenlerden kaynaklı zorunluluk olarak eyler. Bu onun özgürlüğüdür. Tanrı veya doğanın bir parçası olarak insan da nedenlerin zorunluluğuna bağlıdır. İnsan özgür değildir. Kendini özgür sanması, eylemlerinin nedenlerini bilmemesinden kaynaklanır. Ünlü eseri Etika’da şöyle der Spinoza, "…Yuvarlanan bir taş hayal et, bu bize özgürlüğü anlatmaz. Şimdi istersen taşın, hareket etmekteyken düşündüğünü ve hareket etmek için elinden geldiğince çaba gösterdiğinin farkında olduğunu düşün. Emin ol ki, sadece kendi çabasının farkında olduğundan ve buna karşı hiç de kayıtsız olmadığından bu taş özgür olduğunu ve hareketini istediği için sürdürdüğünü sanacaktır. Herkesin sahip olduğu için övündüğü ve sadece insanların iştahlarının bilicinde olup onları belirleyen nedenleri tanımalarına dayanan şu insan özgürlüğü işte böyle bir şeydir. Bir bebek, sütü özgürce içtiğine, genç bir delikanlı öç almaya ya da ödleğin tekiyse kaçmaya özgürce karar verdiğine inanır."

Modern dünyaya doğru yol aldığımızda, Stoacılık ve Spinoza’nın özgürlük anlayışına karşı bir görüş olarak öne çıkan varoluşçu felsefe, insanın mutlak bir şekilde özgür olduğu görüşüne dayanır. Varoluşçu akımın önemli düşünürü Sartre’a göre, insan dünyaya atılmış bir varlık olarak "özgürlüğe mahkûmdur." Hayatı anlamlandırmak ve olup bitenlere yön vermek insanın elinde ve onun sorumluluğundadır. Yapmamız gereken, kendimizin de ötesine geçerek bütün insanlık için bu sorumluluğu sırtlanmaktır. Özgürlükle birlikte gelen bu zorunlu sorumluluk aynı zamanda bizim üzerimizde ağır bir yüktür.  

İnsanın özgür olduğu yolundaki kanaatimiz nereden kaynaklanır?

Bütün bu görüşlerle birlikte kitaba yeniden döndüğümüzde yazarın bizi getirdiği nokta, insanın bilinçli bir varlık olarak özgür olduğu düşüncesinin, onun diğer varlıklar içinde özel bir yere sahip olduğu saplantısından kaynaklandığıdır. Bu özel olma fikri, günümüzde de etkisini sürdürmektedir ve insana doğaya hükmetme, onu yeniden dizayn etme, doğayla birlikte kendi türünün geleceğini belirleme yolunda cesaret vermiştir. Bu cesaret sayesinde de bilimsel düşüncenin neredeyse bütün davranışlarımızın nedenlerini ortaya koyduğu günümüzde, bir yandan bilim sayesinde olup biten her şeyin, insan eylemleri de dahil, bir nedeni olduğu temel kabulüne sahipken, bir yandan insanın özgür seçimler yapabildiğini söyleyebiliyoruz. Oysa "özgür iradenin yalnızca bizde olacağı fikri, insanların doğal dünyadan ayrı oldukları yollu bilim değil din kaynaklı doğmanın bir başka örneğidir."

Koronavirüs sürecinde herkesin yeni dünya, yeni yaşam teorileri ortaya attığı bu günlerde, hayatın yönünü bizim belirleyebileceğimiz sevdasını sürdürüyoruz. Bu sevdanın boşunalığı bir yana, geçmiş deneyimlerimizi gözeterek, yol açabileceği kötülükleri de unutmuş görünüyoruz. Peki öyleyse nasıl bir yaşam? Bu sorunun cevabı belki de hem doğanın hem de insanın olduğu gibi kabul edilmesinden geçiyor. Öyle ya, ne doğanın ne de insanın istediğimiz özelliklere sahip bir yenisini yapmak çok da bizim işimiz değil.

Kuklanın Ruhu, John Gray, Çev:Dürrin Tunç, Yapı Kredi Yayınları 2017

Yazarın Diğer Yazıları

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

“Etkin” olmaya çağrı: “Naturans III, Yeni Gündelik Yaşam” 

Çetin Balanuye, Naturans üçlemesinin bu son kitabında bizi, etkin olmaya ve diğer etkin insanlarla bir arada olmaya, dostluğa davet ediyor. Ben de bu davet doğrultusunda, bir ilk hareket olarak, herkese bu kitabı okumayı öneriyorum

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

"
"