19 Kasım 2020

Bir başka, "Bir Başkadır"

Peri’nin Meryem’e olan uzaklığı, o kadar iç içe olduğu (süpervizyon aldığı) insana uzaklığıyla aynılaştı… Öyleyse hep beraber, "ben gönlümü eylerim, gerisi Allah kerim, bir başkadır benim memleketim"  

Bugünlerde üzerinde çok konuşulan, Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Netflix yapımı "Bir Başkadır" adlı diziyi (1 Sezon 8 Bölüm) geçen hafta iki oturuşta izledim. Doğrusu ilk üç bölümü izledikten sonra diziyi bitirmiştim kendi adıma, fakat sonra üstüne yazılanlar çoğaldıkça, "başlamışken bitireyim" dedim ve kalan beş bölümü de ikinci oturuşta tamamladım. Pişman da değilim.

Dizinin adı her ne kadar "Bir başkadır benim memleketim" adlı çok bilinen, türlü ortam ve yerlerin vazgeçilmezi olarak söylenegelen şarkıya gönderme yapsa da, bende bu "bir başkadır" daha çok "ben ve başkası", "ben ve öteki" anlamında çağrışımlar yaptı. Diziyi izledikçe bu çağrışım giderek daha da güçlendi. Biraz Levinas’la birlikte "ben ve başkası" üzerine düşündüm, özellikle terapi sahnelerinde, onun "başka" olan üzerinden "ben"i tanımlarken "yüz yüze"liğe yaptığı vurguyu hatırladım. Fakat bu düşünceleri uzaklaştırdım zihnimden, felsefe içinde kalmak istemedim. Dizi, hayatları bir şekilde kesişen karakterler aracılığıyla, ele aldığı toplumsal çatışma noktalarına daha çok kültürel farklılıklar temelinde yaklaşarak bir memleket tasviri yapıyordu çünkü.

Robertli, Amerika’da okumuş, her nasılsa devlet hastanesinde psikiyatrist olarak çalışan Peri için Meryem her bakımdan "başka"dır. Başka bir dünyanın insanıdır. Peri o dünyayı tanımaz bilmez ama düşmandır o dünyaya, irkilir, tiksinir adeta. Öyle ki neredeyse mesleğinin gereği olan hizmeti bile veremeyecek durumdadır. Normalde asla yan yana gelemeyecek karakterlerdir Peri ve Meryem. Terapi sürecinde Peri, kendi iç dünyasında yaşadığı çelişkilerin etkisi, biraz da Meryem karakterinin cinliği sayesinde, karşısında oturan "öteki" dünyayla ilişki kurmaya, giderek kendine, kendi iç çatışmalarına, kültürel ön yargılarına dönmeye başlar. "Başka" olana, ötekine duyulan öfke Peri’ye özel değildir, içinde bulunduğumuz ve sürekli beslenen toplumsal kutuplaşma ortamında, oldukça tanıdık bir duygudur bu bizler için. Fakat şunu söylemeden geçmeyelim, dizideki yoksul-eğitimsiz-dindar ile zengin-okumuş-laik karşıtlığının günümüz için pek geçerliliği kalmamıştır. Bu klişe, yakın geçmişimizde yaşanan siyasal gelişmeler ve değişen iktidar koşullarında, epeyce farklı bir görünüm kazanmıştır artık.

Peri’nin iç dünyasında yaşadığı çalkantıları, içine düştüğü derin öfkesini anlayabilmek için biraz geçmişimize gitmek faydalı olabilir. Böylece Peri’nin kendine tuttuğu aynaya (onun gibi Robertli, Amerika’da okumuş, zengin olmayan ama duruşuna ve kafa yapısına sahip geniş kesimler olarak) bizler de bakabilir ve kendimizle yüzleşebiliriz. Çünkü her ne kadar günümüzde görünüm farklılaşmış olsa da temel meselelerin aynı kaldığını ve gerçek anlamda bir "yüzleşme"nin henüz yapılamadığını, işin daha çok başında kaldığımızı söyleyebilirim. Tanzimatla başlayan, Cumhuriyetle birlikte ciddi bir ivme kazanan modernleşme sürecini ve bunun yarattığı toplumsal kırılmaları görmeden, bir anlamda devam eden bu süreci (ki bu derin kırılmalar yüzünden kolayca kutuplaşmalar, düşman kamplara ayrılabilmeler mümkün olabilmektedir), yeniden hatırlamadan ne Peri’yi ne de Meryem’i anlayabiliriz. Hele ki bir dizide farklı bir dilin, Kürtçe’nin (nüfusunun neredeyse 20 milyonunun anadili olan bir dilin) konuşulmasının bile heyecan yaratmasını hiç anlayamayız.

"Osmanlının küllerinden" yeni ve modern bir ulus yaratma amacı taşıyan Cumhuriyet’in temel mottosu "ilerleme ve medeniyet arzusu" oldu. Batıda belli düşünsel ve ekonomik temeller üzerinde yükselen ve uzun yıllara yayılan Aydınlanma, Türkiye’de "toplumu yeniden biçimlendirme" projesi olarak vücut buldu. Bu projenin temel odakları etnik farklılıkların olmadığı "tek dil, tek devlet, tek milletten" ibaret yeni bir ulus yaratmak (Türkleştirme politikaları), geçmişi tamamen olumsuzlayarak üzerine sünger çekmek, yaşanan her türlü sıkıntının nedeni olarak da eskiyi ve dini sorumlu tutmak oldu. Auguste Comte’un pozitivizm anlayışından beslenen laikleşme politikaları bu anlamda çok önemliydi. Yeni ve modern bir toplum yaratma projesi doğrultusunda çok kısa bir sürede art arda devrimler gerçekleştirildi. Her türlü geri kalmışlığın nedeni olarak görülen din ve "eskiye" ait kültürel unsurların tamamı bizzat devlet eliyle kontrol edilip, düzenlendi. Bu radikal değişimlerin doğal olarak toplumsal karşılığı olmadı, olamadı. Zaman içinde hepsi özellikle "merkez"de bir "görüntü ve imaja" dönüştü, taşra ise, kültürel anlamda merkezden koptu, bildiğimiz taşra olarak kalmaya devam etti.

Projeye yönelik tepkiler her zaman devlet otoritesinin daha da güçlendirilerek bastırılmasıyla halledildi. Böylece taze Cumhuriyetin bir türlü demokrasisi olamadı. Demokrasi ve laiklik hep bir görüntü olarak kaldı, tıpkı başörtüsünün, laik-islamcı geriliminde bir görüntüye (sembole) dönüşmesi gibi. O gün bugündür yaşadığımız bütün sarsıntılı dönemeçlerde hep aynı sorunlar ve onun uzantıları belirleyici oldu. 50, 60,70, 80, 90’lı yıllarda 2000’li yıllarda yaşadığımız sancıların kaynağı değişmedi. Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda da aynı dertlerden muzdarip olduğumuzu görebiliyoruz. Ne yazık ki bu dertler sağlıklı bir yüzleşme sürecinden geçmedikçe dizinin son bölümünde olduğu gibi tatlı bir bitirişle de sonlanamıyor. Ve ne zengin, ne Amerika’da okumuş ne de dinci olan en geniş kesimler için bir takım tabuların yarattığı zihniyet hep aynı kalıyor. Memleketin bir türlü aşılamayan bu temel sorunları aynı zamanda demokrasimizin de kamburları.

Şimdi dönüp bu açıdan diziye baktığımızda, Peri’nin içine düştüğü çatışmayı daha iyi anlayabiliriz. Cumhuriyet değerleriyle yetişmiş bir ailenin kızı. En iyi okullarda okumuş, eğitimli, zengin ama kafası bir o kadar da karışık. "Ülke benim, ama onlar güçlü" diyor. Bir düşman edasıyla "onlar" dediği memleketin çoğu aslında. Aynı sıkıntıyı dizide Kürtçe konuşulmasının bir "cesaret" olarak görülmesinde de bulabiliriz. Aslında "tek millet, tek devlet, tek dil" zihniyetinden bir arpa boyu yol gitmediğimizi de gösteriyor. Bu zihniyet, en baştan beri "öteki" olarak gördüklerini yok sayma üzerine kuruldu, bu topraklarda bir zamanlar komşumuz olan insanları belleklerimizden kazıdı. Kalanları ise asimile etmek için her türlü yolu denedi. Böylece nüfusun yüzde yirmisinin konuştuğu bir dil yok sayıldı, öcüleştirildi. Beraber yaşadığımız şehirlerde, apartmanlarda, komşumuzun anadilinden bir iki sözcük bile bilmiyor olmamız garipsenmedi. Peri’nin Meryem’e olan uzaklığı, o kadar iç içe olduğu (süpervizyon aldığı) insana uzaklığıyla aynılaştı… Öyleyse hep beraber, "ben gönlümü eylerim, gerisi Allah kerim, bir başkadır benim memleketim."  

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti