Sonunda kendisine “Ogüst” unvanı veriliyor.
Herkesin işine koşuyor, herkese çok sevecen ve cömert davranıyor, Senato’ya (Meclis’e) saygılı davranıyor, dilinden “demokrasiyi” düşürmüyor, seçim zamanı geldiğinde, kendisi güya çekilmek istediğini söylediğinde, ona karşı olanlar dâhil, oylarını ona veriyor.
“Roma İmparatoru Augustus Octavianus”.
Yaklaşık beş yüz yıl süren “Roma Cumhuriyeti’nde” öyle bir iktidar elde ediyor ki, Roma’yı tek başına yönetmeye başlıyor.
Kendisine “kutsallık” kazandıran “Ogüst” unvanı verildiğinde, amacına ulaşıyor:
“Bütün sivil ve askeri yetkileri elinde topluyor, tek adamlığını ilan ediyor”.
Beş yüz yıllık Roma Cumhuriyet’i Augustus Octavianus’un ellerinde imparatorluğa dönüşüyor.
Dönemin ünlü tarihçisi Afet İnan’a bu örneği anlatan Mustafa Kemal Atatürk devam ediyor:
“Milletin şahıslara, kendini unutacak kadar bağlanması iyi sonuç vermez. Roma örneğindeki gibi, yetkilerin tek bir kişide toplanması tehlikelidir”. (Sinan Meydan, Hafıza, s. 236).
Tarihi uyarılar
Zaten onun için “halkın kendi kendini yönetmesi”, yani:
“CUMHURİYET...”
Yasamanın, yargının, yürütmenin birbirinden ayrılması... Hukukun üstünlüğü... İnsan hakları... Temel haklar ve özgürlükler...
“DEMOKRATİK CUMHURİYET...”
98 yıldır içine doğduğumuz, içinde büyüdüğümüz Cumhuriyet...
Atatürk bir sohbet sırasında, Cumhuriyet’e dönük düşüncelerini sürdürüyor:
“Eleştirilmeyen bir hükûmet, bir cumhurbaşkanı zamanla bütün yetkileri elinde toplayabilir, iktidarını kökleştirmek ister, buna dikkat etmek gerekir”. (Sinan Meydan, aynı yerde, s.235).
Onun için parlamenter rejim içinde, kuvvetlerin ayrılığı çerçevesinde:
“DEMOKRATİK CUMHURİYET...”
Bir ömre sığar mı?
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte...
-Kadınlara siyasal haklar,
-Hilafetin kaldırılması,
-Medreselerin kapatılması,
-Tarım için Ziraat Bankası’nın kurulması,
-Sanayileşme için İş Bankası’nın kurulması,
-Yabancılara verilen maden imtiyazlarının kaldırılarak, “milli” maden kuruluşlarının açılması,
-Köy ilkokulları,
-İklime uygun tarımsal faaliyet, tohum istasyonları,
-Yol, köprü, taş ocakları için milyonlarca ağacın kesilebileceğini, ormanların yok edileceğini tahmin etmek ne kadar güç ise, “ağaçsız toprak vatan değildir” diyerek, orman devrimi,
-Kendini dünyaya anlatabilmek amacıyla Anadolu Ajansı’nın kurulması,
-Günümüzde “uçağı var, yok” tartışmalarıyla sorun yaratan Türk Hava Kurumu’nun kurulması,
-Tarımın ve sanayinin temelini oluşturan sayısız fabrikalar...”
Ve elbette “demokrasiye geçiş” çabaları.
İsyanlara, iç ve dış düşmanlara, her türlü ihanete rağmen.
Kurtuluş Savaşı sırasında:
“Başkentin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması tartışılırken, top sesleri Polatlı’dan duyulurken, Ankara’da Birinci Eğitim Şurâsı’nın toplanması”.
Tarihin aklına sığamayacak ölçüde bir efsane yaratmak:
“CUMHURİYET...
DEMOKRATİK CUMHURİYET...”
Hep Meclis ve Meclis
Kurtuluş Savaşı’na ilk adımını attığı, Samsun’a çıktığı ilk günden, Kurtuluş Savaşı boyunca, Cumhuriyet’in ilanında ve sonrasında Atatürk’ün vazgeçilmez kurallarının başında ne geliyor?..
“Meclis... Halkın iradesi!.. Seçimle oluşan Meclis...”
Günümüzde devre dışı bırakılan Meclis için Cumhuriyet’e giden yolda, Kurtuluş Savaşı hazırlıkları daha yürütülürken, Mustafa Kemal:
“- Önce Meclis, sonra ordu.
-Ben her türlü kerameti Meclis’ten beklerim.
-Meclis en meşru organdır, iktidarın her eylemi, her kararı Meclis’e dayanmalıdır.
-Meclis demokratik bir yönetimin kaynağıdır”.
Meclis, ille de Meclis, ilk günden itibaren.
“Kanla, irfanla kuruldu”
Marşların birinde diyor ya, “kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyet’i” diye...
Her türlü ihanete, yabancılarla işbirlikçilere, gericilere, Padişahın işgalcilere teslimiyetine, kendi insanına düşmanlığına, kurulan her türlü tuzağa rağmen, “kanla...”
Yani, “savaşarak, ülkeyi işgalcilerden adım adım temizleyerek...”
Ve de, “irfanla...”
Yani, “akılla, bilimle” bütünleştirerek...
“DEMOKRATİK CUMHURİYET...”
Elbette laiklik
Meclis 1920’de dualarla açılıyor. Meclis’in açılışı ve sonrasında Cumhuriyet’le birlikte dine saygı hiç bir zaman elden bırakılmıyor, “herkesin inancı, dini, kendine” kuralıyla, kimse kimsenin inancına karışmıyor.
Buna rağmen, “dinin siyasete alet edilmesini” önlemek, hiç bir zaman kolay olmuyor.
Uygarlığın yolu, bilimden ve akıldan geçerken, onların temel bir harcı var:
“LAİKLİK...”
Sadece din işlerinin devlet işlerinden ayrılması anlamında değil... O klasik bir tanım.
Aslında...
Temel hak ve özgürlüklerin, ulusal egemenliğin, hukuk devletinin temeli laiklikten geçiyor.
Ve bir de, bu nedenle:
“-98. yılında laik ve demokratik bir Cumhuriyet’in sıradan bireyleri olarak, hepimiz gururluyuz,
-Hepimizin Cumhuriyet’e olan bağlılığımız, ne olursa olsun, her geçen gün daha da artıyor”.
Kaç kere ilan edildi
“DEMOKRATİK CUMHURİYET...”
Bugün 98. yılı... 29 Ekim 1923’te ilan edildi. Ama kaç kez ilan edildi?.. Sosyal medyada yayınlanıyor:
“- Her kız çocuğu ilkokula başladığında,
- Her kadın sandık başına gittiğinde,
- Her genç fikrini özgürce ifade ettiğinde,
- Her fabrikamızda ürettiklerimiz hattan çıktığında,
- Her hasta kendine bakacak doktor bulduğunda,
- Her turist memleketimize hayran kaldığında,
- Her milli sporcumuz marşımızı çaldırdığında,
- Her bilim insanımızın başarısı, bize en büyük mirasın bilim ve akıl olduğunu hatırlattığında, Cumhuriyet bir kere daha, bir kere daha, bir kere daha ilan edildi.
Biz, bu milyonlarca kez ilan edilen Cumhuriyet’e aşığız”.
Hem de, tarihin görmediği bir aşkla!..
Desen: Tan Oral