Odada üç kişiyiz, biri Türkiye’nin en önde gelen çok büyük işadamlarından biri, diğeri bir Başbakan Yardımcısı, üçüncü kişi de, 17-18 yaşlarında ben, 60’lı yılların ilk yarısı. Yaz tatillerinde çalıştığım ünlü bir yer var, odaya beni çağırıyorlar, gazetede yayınlanan bir yazıyı okumam için.
Yazıyı o iki kişiye okuyorum. Yazı sütunun başlığı gibi, “Taş” gibi inen yazılardan biri. Çetin Altan yazısında her zamanki gibi, sözünü hiç esirgemiyor, kimseden korkusu yok, o devrin en büyük iş adamlarından birinin ithal ettiği mallarla ilgili yazıda hem iş adamını, hem de iktidarda bulunan partiyi sorguluyor. Yazı ikisinin de canını sıkıyor, Başbakan Yardımcısı iş adamı ile senli-benli, ona dönüyor, “merak etme, hallederiz”.
Lise son sınıf öğrencisiyim, her gün Çetin Altan’ı, (sonradan Çetin Ağabey) okuyorum. “Hallederiz” sözü içime oturuyor, nasıl halledecek? Çetin Ağabeyin yazılarını merakla izlemeyi sürdürüyorum, ya yazılarına son verilecek ya Çetin Ağabey yazıda sözünü ettiği iddialardan dolayı özür dileyecek. İki gün sonra, bir de bakıyorum ki, Çetin Ağabey aynı konuda dolu dizgin, yine bildiğini yazıyor. Kendimce rahatlıyorum.
Ne var ki, çok sürmüyor. Milliyet’e yayınlanan o yazının üzerinden birkaç ay geçiyor. Günün birinde, yine o dönemin önemli sol dergisi “Ant” Çetin Altan’ı kapak yapıyor, “Rotatife karşı kalem” başlığı ile. Sermayenin daha çok eleştirilmesine, sol düşüncenin daha fazla yayılmasına, onun vazgeçilmez iki sözcüsünden biri olan Çetin Altan’a Milliyet daha fazla tahammül edemiyor. Çetin Ağabey Akşam’a geçiyor, sol düşüncenin iki kalesinden biri Akşam, diğeri Cumhuriyet ve orada İlhan Selçuk.
Çetin Ağabey bir dönemin simgesi, bayrak onda, yazılarıyla kitlelere öncülük ediyor, o, İlhan Selçuk ve Türkiye İşçi Partisi, onlar sayesinde Türkiye Rönesans'ını yaşanıyor. Demokrasiye, insan haklarına, temel hak ve özgürlüklere, özgür düşünceye, bağımsızlığa kapıyı açıyorlar. Daha önce hiç sorgulanmayan konular, elde edilmeyen haklar o kalemin inanılmaz inat ve emeği ile gündeme geliyor. Çetin Ağabey’in de sık sık dile getirdiği gibi, “Türkiye gibi geri toplumlarda yazmak zor iş”, sonunda ya hapishane var ya işsizlik. Çetin Altan ikisinden de nasibini alıyor. “Düşünce suçu” ki, sonu hapis, düzene başkaldırma ve hak arama ki, sonu işsizlik.
Çetin Ağabey ile ilk birebir karşılaşmamız onunla yaptığım bir röportaj. Artık ben de, gazeteciliğe adım atıyorum, yıl 1973 İstanbul Cumhuriyet’te ilk aylarım. O hapisten yeni çıkmış, “Bir Avuç Gökyüzü” romanı toplatılmış, onu konuşacağız. Röportaj bitiyor, o Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Oktay Kurtböke’nin odasında bekliyor. Yazıyı Kurtböke’ye götürüyorum, Çetin Ağabey yerinden fırlıyor, yazıyı elimden alıyor, bir nefeste okuyor ve bana dönüyor, “güzel, iyi yazmışsın”. Dünyalar benim oluyor.
Daha sonra çok karşılaşıyoruz, oğulları Ahmet ve Mehmet Altan iki kadim dostum, ikisi de babaları gibi yazı adamı ve hatta torunları.
Çetin Altan’ın hayatı aslında Türkiye’de “yazı adamı olmanın” dramı, coşkusu, şanı, şöhreti, sıkıntısı, kıskançlığı, üzüntüsü, sevinci, bunları hep birlikte, sürekli barındıran bir sentez. Onun gibi etkili, hiç kimse karşısında diz çökmeyen bir yazar, bir düşünce adamı için böyle bir sentez, o güler yüzüne rağmen, içinden atamadığı bir acı olsa gerek. Keskin esprileri o acının rövanşı belki de.
Demokrasinin, düşünce özgürlüğünün kelepçeye vurulduğu Türkiye gibi bir ülkede bir düşüncenin bayraktarlığını yapmak, o uğurda her türlü çileye gülerek katlanmak, ömrünü buna adamak, ancak Çetin Ağabey gibi bir kültür adamının başarabileceği bir olay. Keskin zekası, engin bilgisi, kıvrak kalemiyle taçlanıyor Türk Basını ve edebiyatı. Ve her şeye rağmen, yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle.
Son söyleşilerinden birinde vurguladığı gibi, “demokrasiyi göremeden” aramızdan ayrılıyor. Nur içinde yat Çetin Ağabey.