Özene bezene yazdığı yazıyı gazetenin genel yayın yönetmenine veriyor. Çetin Altan yazıyı tam uzatıyor, o genel yayın yönetmeni yazıyı, yani iki sayfayı elinden düşürüyor. O genel yayın yönetmeni gibi seksen tane “gazeteciyi” cebinden havada çıkartacak Çetin Ağabey eğiliyor, yazısını yerden alıyor, o adama yine veriyor. Adam yine yere düşürüyor, Çetin Ağabey yeniden yerden alıyor, yeniden veriyor ve bu dram arka arkaya tekrar ediyor.
Çetin Ağabey hapisten çıkmış, işsiz. “Seninle artık mezara kadar beraberiz” diyen patron laflarına karnı tok. O anlı şanlı kaleme kimse iş vermiyor. Sonunda bir patron, “tamam gel, burada yaz ama imzasız”. Gazete Bab-ı Ali’nin en büyük gazetelerinden biri, genel yayın yönetmeni de, neyse şimdi sıfat kullanmayalım, artık hayatta değil, “sen Çetin Altan’sın ama, ben de burada genel yönetmenim” tavrında, yazıyı yere düşürerek, sözüm ona kudret taslıyor.
80’lerin ikinci yarısında Turgut Özal’la çıktığımız üç günlük Karadeniz gezisi sırasında sabah, akşam Çetin Ağabey ile beraberim. Sekiz, on gazeteci daha var, hepsi de ünlü ve iddialı. Çetin Ağabey ile otobüste yan yana oturuyoruz, yemekte yine aramızda kimse yok.
Akşam saat 22, Rize, kaldığımız Çay-Kur tesislerinde yemekten sonra Çetin Ağabey’in çevresini sarıyoruz. Anlatıyor, Napolyon ile Goethe karşılaşmasından başlıyor, Puskin’in düelloda ölümüne, Sarıkamış faciasından Osmanlı’nın kaybettiği ama, bizim tarih kitaplarında yer verilmeyen savaşlarına, arada Ahmet Muhip Dranas’tan, Yahya Kemal’den, Nazım’dan dörtlükler, sonra yaşadıklarına dönüyor. Yukarıda aktardığım olayı anlatırken uzaklara dalıyor, bir süre sessiz kalıyor, sabahın ilk ışıkları doğarken Çetin Ağabey hala anlatıyor ve dönüp dolaşıp, o feci sahne aklına geliyor, yazıyı yerden aldığı o menhus an. Çektiği acı bizi de sarıyor, o tarihte aradan on beş yıl filan geçmiş olmalı, “Bab-ı Ali böyle bir yer, sırtını kimseye dönmeyeceksin”. Ben dahil, o gün çevresinde kim varsa, onun bu sözünün ne kadar doğru olduğunu kendi hayatında yaşayarak öğrenmeyen yoktur herhalde. Bab-ı Ali mi, çömezinden kralına kadar yüzüne gülüp, sözler verip sırtından hançerleyenler bahçesi. Kıskananlar korosu eşliğinde.
Çetin Ağabey çok çekti ama, çok da keyifli yaşadı. Fransız sosyalistlerinden Babeuf’ten yaptığı çeviride komünizm propagandası suçu bulunuyor. Bulan bilirkişiler 60’lı yılların ünlü ordinaryüs profesörleri, hukukçu ve sosyologlar. Çetin Ağabey 7.5 yıla mahkum oluyor, o bilirkişiler sayesinde. O koca koca profesörleri toplum vicdanı mahkum ettiğinde ve mahkemede aklandığında, Çetin Ağabey, “dokunmayın aslanlara” diye döktürüyor.
Rize’de kendisine bir seçim yazısını hatırlatıyorum. Seçim günü malum, siyaset yazmak yasak. 1965 seçimlerinin yapıldığı gün, kendisi dahil, TİP’in on beş milletvekili ile Meclis’e girdiği o seçimlerde, Çetin Ağabey’in tarihe geçen yazısı. “Nasılsınız, iyi misiniz”, başlıklı yazıda işçiler, emekliler, çiftçiler, emeği ile geçinen dar ve orta gelirli sınıftan insanları tek tek sayıyor ve son satırda onlara “nasılsınız, iyi misiniz” diye soruyor. Muhteşem bir zekanın ürünü.
Çektiği acıları, verdiği kavgaları gülerek anlatırken, bazen çocuksu, bazen ders anlatan hoca ciddiyetinde, hep mütevazı, sanki koca bir kuşağı etkileyen o değil.
“Bab-ı Ali’de sırtını kimseye dönmeyeceksin”, hep bunu söyledin ama, yine de döndün be Çetin Ağabey. Çünkü, tersini yüreğin kaldırmadı hiçbir zaman.