30 Aralık 2013
Ekonominin en hassas kırılganlık noktasını temsil ettiği için haklı olarak en çok konuşulan konu cari açık oluyor. Cari açığın aslında iki boyutu olduğundan bahsetmiştim: 1. açığın kendisi ve 2. bence bilhassa bugünün ortamında çok kritik hale gelmiş olan finansmanı için ne gibi kaynakların bulunabileceği. Yine hatırlanabileceği gibi, açığı olan bir ülkenin dış finansman ihtiyacı o yılın cari açığından çok daha büyük bir rakamı kapsıyor. Nitekim 3 yazı sonrası göreceğimiz gibi, Türkiye gibi kronik cari açığı olan bir ülkenin bir dönemin dış finansman ihtiyacı o dönemin cari açığının 5 katı kadar olabiliyor. Bunun nedeni açığı olan ülkenin o dönemin cari açığı için bulması gereken finansmana ek olarak, aynı dönemde, geçmişteki cari açıkları finanse etmek için kullanmış olduğu vadesi dolan borçlarını ödemesi ve eğer kullanılan diğer finansman kaynaklarında döviz çıkışları olmuşsa ülkeden çikan bu dövizlerinin yerini alacak ek finansman bulması gerekir.
Bu dizinin ilk yazısında da belirttiğim gibi, Türkiye ekonomisi yakın geçmişte finansman konusunda çok şanslı bir dönem yaşadı: 2008 krizi öncesi, küresel finansman konjonktürü riske olan yüksek iştah nedeniyle likiditenin bol olduğu bir dönemi temsil etti. Ancak, kriz sonrası, hem sermaye piyasalarında hem de reel sektörde riske olan iştah kurudu.
Riske olan iştahda büyük çaplı azalmanın yaşanmış olduğunu kriz sonraki dönemde faizlerin çok düşük olması kanıtlıyor: Sermaye piyasalarında yatırımcıların ‘emin liman arayışı’ içinde olmaları, gelişmiş ülkelerde 10 yıl vadeli hazine bonolarının nominal faizinin yüzde 1-1.5, hatta Japonya ve İsviçre’de yüzde 1’in altına düşmesinden sorumluydu. Tabii ortalama yüzde 2’ye yakın enflasyon beklentileri de hesaba katıldında bu dönemin nominal faizleri reel faizlerin eksi olduğu anlamına geliyor.
Ancak, riske olan iştahın kurumasına rağmen kriz sonrası döneminde likidite kıtlığı yaşanmadı. Bu konuda gelişen ülkelerin imdatına başta Fed olmak üzere gelişmiş ülke merkez bankaları geldi. Krizin etkilerini nötralize etmek için merkez bankaları daha önce şahit olunmamış süreyi ve miktarı kapsıyan likidite yaratan işlemlere angaja oldular. Sonuç olarak, Türkiye’nin dış finansman ihtiyacını nispeten güçlük çekmeden karşılaması mümkün oldu. Ancak, hemen şunu da eklemek gerekiyor: Türkiye 2006 – 2008 yıllarında dış finansmanı kaliteli kaynaklar kullanarak (yani, doğrudan yatırımlar gibi uzun vadeli kaynaklar) karşılayabilirken, kriz sonrası dönemin dış finansman kaynakları gittikçe düşük kaliteli olmaya başladı (kısa vadeli ve ürkek kaynaklar). Nitekim, son yıllarda, kısa vadeli kaynaklar toplam finansmanın yüzde 80’nini temsil eder hale geldi.
Ancak, ülke, bilhassa Mayıs 2013 sonrası, dış finansman bulma konusunda çok kırılgan bir durumda. Bunun 3 nedeni var: 1. Fed 18 Aralık’ta aylık tahvil satın alma işlemini 85 milyar dolardan 75 milyar dolara indirme kararını verdiğini açıklamış olması. 2. Türkiye’nin yakın geçmişte düşük kaliteli (yani, kısa vadeli ve ürkek) kaynaklara bağımlı hale gelmiş olmasi. 3. Gezi olayları öncesi Türkiye’de hâkim olan politik istikrarın bu olaylar ve daha sonra yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle önemli derecede bozulmuş olması.
Fed’in, konusuna dönersek, şu noktadan kimsenin şüphesi yok: Fed’ın likidite azaltımı sabit kalmayacak, sağlanan likiditenin dozajı yavaş-yavaş küçülecek ve ileri bir tarihte likidite enjeksiyonları tamamen duracak. Hatta, Fed bir noktada yarattığı likidite okyanusunun muhtemel bir enflasyon yaratmasını ve/veya varlık balonları oluşturmasını önlemek için piyasalardan para çekmeye başlayacak (tahvil alma yerine satmaya başlayacak). Yani, para enjekte etme politikası sıkı para politikası uygulanmasına dönüşecek. Fed’in bilançosunda şu anda 4 trilyon dolarlık tahvil birikmiş vaziyette. ABD’in GSYH’nin 2012 sonunda 15 trilyon dolar olduğu nazarı dikkate alınırsa, Fed’in bilançosundaki tahvillerin çok yüksek bir miktara ulaşmış olduğu ortaya çıkıyor.
Fed’in politika değişikliği tabii ki niteliksel olarak tüm gelişen ülkeleri aynı yönde etkiliyor. Ancak, son yıllarda Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı hem yüksek seviyelerde oldu ve bu durum yakın gelecekte de devam edecek. Ek olarak, son yıllarda Türkiye dış finansman ihtiyacının yüzde 80 gibi yüksek oranını kısa vadeli finansman kaynaklarıyla karşılamakta durumunu düştü. Bu demek oluyor ki, Fed politikasındaki değişimin tetikleyeceği finansman bulma güçlükleri Türkiye’yi, diğer gelişen ülkelerden daha derin olarak etkileyecek. Ayrıca, Endenozya, Hindistan, ve Brezilya faiz oranlarını önemli ölçüde artırdılar. Bu faiz artısları döviz finansman kaynaklarının bu ülkelerden kaçmasını önleyici olabilecek, hatta belki de yeni kaynaklar çekmelerini mümkün kılabilecek.
Dış finansman bulmayı zorlaştıran bir diğer faktör ise yine diğer gelisen ülkelerden farkı olarak geçmiste dış finansman çekmemizi kolaylaştıran ülkede politik istikrarın olması durumu, önemli dereceli politik istikrarsızlığa dönmüş durumda. İstikrarsızlık yaratan faktörler arasında Gezi Parkı olaylarına gösterilen orantısız tepki, gazeteci ve silahli kuvvetler üyelerinin yeterli şeffaflığı olmayan bir hukuki sistem çerçevesinde yargılanmaları, ve son günlerde su yüzüne çıkan ve büyük boyutlu gibi görünen yolsuzluk soruşturmaları yer alıyor.
Bu konu, belki de Fed’in politika değişikliğinden daha da önemli. Nitekim, soruşturmalar başladıktan sonra 10 gün içinde TL dolara karşı yüzde 7 değer kaybetti, BİST’deki değer kaybı TL olarak yüzde 15, dolar olarak yüzde 21 civarında oldu, ve faizlerde önemli çaplı yükselmeler yaşandı. Bu veriler, Fed kararı sonrası diger gelişen ülkelere oranla çok daha sert tepkiyi temsil ediyor. Benzeri ülkelerle Türkiye için Fed’in politikası ortak olan bir faktörü temsil ettiği için, Türkiye sermaye piyasasında yaşananlar, ülkenin artmış olan politik riski için yatırımcıların talep ettikleri primin ne kadar yüksek olduğunu kanıtlıyor.
TCMB uyguladığı faiz koridoru politikasının tavan faizini Temmuz’da 75 puan (binde 75), Ağustos sonunda ise 50 puan artırdı. Bu konuda 3 noktayı vurgulamak istiyorum: 1. Yukarda bahsedilen ve Fed’in politikasına kırılgağı olan diğer gelişen ülkelerin faiz artırışları daha büyük boyutlu idi. 2. Ağustos’da tavan faizi yüzde 7.75’e çıkarıldığında, Temmuz enflasyonunun yüzde 8.8 olduğu açıklanmıştı, yani faiz yukarı çekilmiş olmasına rağmen, yeteri kadar yüksek seviyede değildi. 3. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, faiz koridor politikası effektif faizin ne seviyede olduğu konusunda belirsizlik yarattığı için, TCMB’nin tavan faizini artırmış olması yatırımcılara sıkı para politikası uygulanacağına dair kuvvetli bir sinyal gondermemiş oluyor.
Dış finansman kaynakları bulma konusunda yaşanan güçlüklerin en önemli nedeni, ülkenin artık yapısal hale gelmiş kronik cari açığına hala bir çozüm bulumamış olması oluyor. Çözüm bulma bir yana, bu probleme çözüm bulmak için önemli dereceli bir efor bile sarfedilmekte olduğunu sanmıyorum. Yani, cari açık için çözüm arayışları ülkenin bu günkü ekonomik gündeminde yer almıyor.
Türkiye hem kriz öncesi hem de kriz sonrası yaşanan likidite bolluğu nedeniyle dış finansman konusunda önemli bir sıkıntı çekmedi. Likidite bolluğu cari açık için yapısal olan bir çözüm bulma için bir fırsat dönemi yaratabilecekken, tam tersine, finansman kaynaklarının, düşük kaliteli de olsa, nispeten kolayca bulunabilmesinin yarattığı rehavet ekonomi için zararlı oldu. Belli ki geçmişteki politikaların devamı cari açık probleminin devam edecek olması anlamına geliyor.
Einstein’ın meşhur mizahı bir gözlemini bilirsiniz: “çılgınlığın bir tanımı aynı şeyleri yapmaya devam etmek, ama, buna rağmen, değişik sonuçlar beklemektir”. Türkiye de cari açık yaratan aynı politikaları uygulamaya devam ediyor. Tabii ki sonuç aynı olacak. Bu problemin yarattığı dış finansman bulma boyutlu güçlükler ileriye yönelik olarak ekonominin en hassas kırılganlık noktası olmaya devam edecek, hatta kırılganlık seviyesi daha da yükselecek.
Türkiye’nin cari açık oranı (CAO, cari açık/GSYH) dünya standartlarına göre çok yüksek olmaya devam ediyor. Örneğin, 2013’un ilk 9 ayında bu oran yüzde 7.9 seviyesinde gerçekleşti (milyar dolar): (49.011/619.69). Orana yıllık olarak bakarsak, 2012 4’üncü çeyreği – 2013’ün 3’üncü çeyreği arasındaki bir senelik dönemde CAO’nun yüzde 7.2 olmuş olduğunü görüyoruz (59.146/821.88). Bu ikinci rakamın daha düşük olması büyük bir ihtimalle 2012, 4. çeyreğinde büyüme hızının sadece yüzde 1.4 olması açıklıyor. The Economist dergisinin son sayısında (21 Aralık) 2013 için tahmin edilen CAO yüzde 7.4. Derginin örnekleminde 57 ülke var. Yüzde 7.4’lik CAO, 57 ülke arasında Türkiyeyi ikinci yüksek CAO’lu ekonomi yapıyor. Liste başında yüzde 7.5 ile Ukrayna, 3. yüksek oranlı ülke yüzde 7 ile Güney Afrika, listenin 4’üncü sırasında ise yüzde 4.9 ile Peru yer alıyor.
Ülkenin cari açığı gittikçe bir bozulma trendinde. Ek olarak sık sık belirttiğim gibi Türkiye ekonomisinde cari açık ile büyüme hızı arasında yapısal nitelikli direkt bir ilişki var. Bu nedenle ihracatın ithalatı karşılama oranı sabit bile kalsa, Türkiye’de ekonomi büyüdükçe cari açığın artması aritmetik bir gerçek oluyor. Ancak, Türkiye ekonomisinde 1 dolarlık ihracat için 1 dolardan yüksek ithalat gerekiyor.
Ayrıca, büyüme hızı yükseldikçe cari açığın aritmetik bir gerçek olarak artmasına ek olarak, ihracatın ithalatı karşılama oranında da ek bir bozulma yaşanıyor, ve cari açık daha da büyük boyutlu oluyor. Nitekim, 2003-2012 döneminde 1 dolarlık ihracat için gereken ithalat sırasıyla şu şekilde gerçekleşti:1.47 dolar, 1.54, 1.59, 1.63, 1.59, 1.53, 1.38 (2009), 1.63, 1.79, 1.55 (2012). Bu veriler ihracatın ithalatı karşılama oranının büyüme hızı ile orantılı olarak bozulduğu hakkındaki hipotezi destekliyor. Örneğin, büyüme yerine eksi yüzde 4.7’lik bir daralma yaşandığı 2009’da ve büyümenin sadece yüzde 2.2 olduğu 2012 yılında ihracatın ithalatı karşılama oranında bir önceki seneye kıyasla nispeten bir düzelme gerçekleşmiş olduğu görülüyor.
Bırakın nihai mal ithalatını, Türkiye 1 dolarlık ihracat için 1 doların üstünde ara malı ithal ediyor. 2003’de 1 dolarlık ihracat için 1.05 dolarlık ara malı ithalatı gerekirken, 1 dolarlık ihracatın için gereken ara malı ithalatı gittikçe artarak, 2011’de 1.28 doları buldu. 2003-2011 döneminde 1 dolarlık ihracat için 1 dolardan az ara malı ithalatı sadece ekonomide daralma yaşanan 2009 yılı için geçerliydi (0.97 dolar).
Bir ülkede cari açık durumu yapısallaşmışsa bunun nedenleri araştırılmalı. Bu konuda görüş ayrılıkları olan taraflar bir araya getirilmeli ve sağlıklı/yapıcı bir tartışma ortamı yaratılmalı. Böyle bir tartışmanın yer alması için normal platformlar bilimsel seviyeli ekonomik konferanslar olur. Malesef, Türkiye’de böyle bir gelenek oluşmamış. Ükede ekonomik yöneticilerin ve konu üzerinde bilimsel çalışmalar yapmış akademik ve diğer ekonomistlerin katılabileceği ekonomi konulu bilimsel konferanslar düzenlenmiyor.
Ekonominin problemleri ve bu problemler için çözüm önerilerinin bilimsel seviyede tartışılacağı konferansların eksikliğinin maliyeti yüksek. Örneğin hükümet 16 ay önce cari açığa yapısal bir çözüm olacağını düşündüğü bir teşvik paketini yürürlüğe koydu. Paketi incelediğimde, söz konusu ithalat ikamesi programının cari açık konusuna iddia edildiği gibi yapısal bir çözüm getirmeyeceği sonucuna vardım. Bu konuda yaptığım analizi şu yazıda açıklıyorum: (“Teşvik Paketi Cari Açık Problemini çözemez” http://t24.com.tr/yazi/tesvik-paketi-cari-acik-problemini-cozemez/6297 ). Nitekim, bu güne kadar, bu paketin cari açıga çözüm getirmekte olduğuna dair bir delil yok.
Ülkenin kronik cari açığı olduğu biliniyor. Ayrıca, yukardaki rakamların gösterdiği gibi ihracat ithalatı, hatta ara malı ithalatını bile karşılayamamakta. Acaba bunun nedeni ülkenin yanlış, yani, mukayeseli avantajı olmayan malları ihraç etmesi olamaz mı? Örneğin, Türkiye’de imal edilen televizyonların AB ülkelerindeki pazar payı yüzde 50 civarında. Ama, bu TV’lerin en önemli parçaları ithal edilmekte. Bu ithalatın ne kadar olduğuna bağlı olarak, belki de bu ürünün ülkeye sağladığı katma değer çok düşük bir miktarda. Eğer durum böyle ise, TV imalatı konusunda ülkenin karşılaştırmalı avantajı olmayabilir. Durum bu ise, ülkenin kaynaklarını daha yüksek katma değer yaratan ürünlere yöneltmesi gerekir. Kronik açığın nedenini belirlemek için ihracat kalemlerinde Türkiye’nin mukayeseli avantajı olup olmadığı belirlenmeli.
Teşvik paketinin cari açık problemine bir çözümü temsil etmediğini açıklayan yukarda bahsettiğim yazıdan sonra, bir başka yazımda Türkiye’nin karşılaştırmalı avantajının hangi sektörlerde olabileceği konusuna epey zaman ayırıp, bu sektörlerleri bir analiz çerçevesinde belirlediğimi sanıyorum (“Cari Açık Problemine Yapısal Bir Çözüm Önerisi” http://t24.com.tr/yazi/cari-acik-problemine-yapisal-bir-cozum-onerisi/6305 ). Bu konuda görüşlerimi bazı iş adamlarına açıkladığımda ilgi gösterdiler. Belki görüşlerimde yanılıyorum. Belki de tespitlerim doğru. Bu ve başka çözüm önerilerinin ekonomik yetkililer yöneticiler ve hem akademik toplum, hem de iş dünyasının ekonomistlerinin bir araya geleceği bilimsel bir konferansın probleme çözüm bulunmasına katkısı olabileceğini sanıyorum.
Bence ihracat kalemlerinin yüksek bir oranı Türkiye’nin karşılaştırmalı avantajı olmayan ürünleri içeriyor. Nedense, ekonomiden sorumlu yöneticiler ‘yerli otomobil’, ‘her ne pahasına olursa olsun yüksek hızla büyüme’ gibi konulara odaklanmış durumdalar. Bu hedefleri yakalamak bir gurur kaynağı olabilir, ama bence ekonomik mantıktan yoksun düşünceleri temsil etmekte.
Her şeyden önce, neredeyse her ülke her hangi bir ürünü üretebileceği, önemli olan konunun alternatif maliyet kavramı olduğu bilincinin yerleşmesi gerekiyor. Örneğin K. Kore ekonomik olarak geri bir ülke, ama doğru-dürüst çalışmamasına rağmen füze yapıyor. Eminim bir gün çalışanı bile yapabilecekler. Ama, ne pahasına? K.Kore’de iklimin uygun olmadığı yıllarda kim bilir kaç bin insan açlıktan ölüyor?
Ekonomik yetkililer hayalperest olmak yerine, konu hakkında düşünmüş/araştırma/analiz yapmış olan ekonomistlerle bir araya gelip, ülkenin ‘karşılaştırmalı avantajinın’ hangi sektörlerde olduğunu belirlemeye çalışmalılar.
Faizler iniyor çıkıyor, döviz değer kazanıyor, değer kaybediyor. Ama, cari açık problemi makro şartlar ne olursa olsun devam etmekte. Ekonomik yöneticiler sık olarak problemin ‘yapısal’ olduğunu kabul ediyorlar. Ama, onlara göre, problemi yapısal yapan husus enerji bağımlı olmamız. Enerjinin en büyük ithalat kalemi olduğunu kimse inkâr edemez.
Yine de enerji konusunda iki noktanın vurgulanması gerekiyor.
1. 2003-2011 dönemini kapsayan seneler için enerji-dışı cari açığı hesapladım. Şu gerçek ortaya çıktı: bu dönemde, 2003 ve 2009 seneleri hariç enerji ithalatı sıfır bile olsa yine de cari açığımız olacaktı. Üstelik 2010’dan 2011’e enerji-dışı cari açık yüzde 135 artmış. Dolayısıyla, enerji ihtiyacımızin neredeyse tümünü ithal etmek zorunlulugunda olduğumuz gerçeğinin arkasına saklanmak, cari açık konusunda başka problemlerin de olduğunu hasır-altı etmek oluyor. Şunu hatırlatmakta fayda var: doğru teşhis yapmak yerine kendimizi aldatma eyilimimiz olursa, doğru tedaviyi belirlememiz mümkün olamaz.
2. Acaba ekonomik yöneticiler Güney Kore ekonomisini incelediler mi? Türkiye gibi Güney Kore de neredeyse tüm enerji ihtiyacını ithal ediyor, ama buna rağmen kronik cari fazla yaratıyor. Örneğin, Economist dergisi bu ülke için 2013 cari açık fazla oranını yüzde 4.7 olarak tahmin ediyor. Tüm enerji ihtiyacını ithal etmesine rağmen, bu ülke devamlı cari fazla yaratırken, aynı durumda olan Türkiye niçin kronik olarak cari açık veriyor? Bence, bunun nedeni basit: bu ülke mukajeseli avantajı olan ürünleri ihraç ederken, sanıyorum, Türkiye kaynaklarını karşılaştırmalı avantajının olmadığı ürunleri üretip ihraç etmek için kullanmakta.
Türkiye doğrudan yatırım çekmekte sadece sadece nicesel açıdan güçlük çekmiyor. Aynı zamanda, nitelik olarak da yüksek katma değerli doğrudan yatırımlar için çekici bir ülke olarak algılanmıyor. Yine Güney Kore’ye baktığımızda bunun muhtemel nedenini görebiliyoruz: The World Global Economic Forumun Küresel Rekabetlilik Raporuna göre Yüksek eğitim ve meslek eğitimi dünya sıralamasında G. Kore 22’inci iken, Türkiye 65’inci sırada.
Türkiye’de üniversiteler, YÖK ve rektör, dekan, seçimleriyle uğraşırken, bir üniversitenin yeni bir ders başlatması için YÖK’ten izin alması gerekirken, ve bu izin alma süresi 1 seneyi aşabilirken, G. Kore’liler tüm zamanlarını gerçek eğitime odaklanarak israf ediyorlar!
Aynı kaynaktan bir başka istatistik: inovasyon konusundaki sıralamada G. Kore 20’inci, Türkiye ise 47’inci.
Bundan sonraki 2 yazı ülkenin ekonomik problemlerine için ne gibi politika reçetelerinin uygun olacağı konularını inceleyecek. İlk yazı, kısa vadeye odaklanacak ve TCMB’nin acil olarak para politikasını netleştirmesi ve faizleri yukarı çekmesi gerektiğini savunacak. Ayrıca, merkez bankasının faiz koridoru politikasından vaz geçip, diğer merkez bankaları gibi şeffaf bir faiz politikası uygulaması gerekiyor. Yazi, ayrıca, faizin yükseltilmesinin ekonominin hangi problemlerine çözüm getireceğinin analizini de yapacak. Daha sonraki yazı ise, çözümü orta vadede mümkün olacak konularla ilgili çözüm önerilerini içerecek.
Yunanistan, onur kırıcı şartları kabul ettikten sonra bile sadece ve geçici olarak ‘direkten dönmüş’ olacak
'Ҫılgınlığın bir tanımı, aynı şeyleri yapmaya rağmen, değişik sonuҫlar beklemektir'
Avrupalı olma kavramı, Amerikalı olma kavramına kıyasla pamuk ipliği kuvvetindedir
© Tüm hakları saklıdır.