1980 öncesiydi.
Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, henüz lise 3’üncü sınıf öğrencisiydim.
Sol Yayınları’dan* çıkan “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, “Felsefenin Temel İlkeleri”, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, “Burjuva demokrasisi ve Proleterya Diktatörlüğü” ve kapakları mat – pastel renkli, malum diğer o zor kitapları anlamaya çalışırken; Beatles, Led Zeplin, Pink Floyd... dinleyen ağabeyim sayesinde tanışmıştım Lois Althuser’le.
Yüzümde bitmek bilmeyen sivilcelerle, zihin dünyamın ben kulaç attıkça bulanıklaşan derin sularında, insanoğlunun değişmez trajedisiyle baş başa kalmış ve nefes almakta zorlanan bir yeni yetmeyken, benden üç yaş daha büyük olan ağabeyim; yatağının altında duran deri kırmızı bavulunda sakladığı ve anlamaya çalıştığım o buğulu dünyanın bütün sırlarını bana bir çırpıda bahşedeceğini sandığım kitapları arasından çıkardığı, “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” adlı eserini uzatmıştı bir gün.
Gerçek o ki, ne okumayı bitirebildim, ne de bir paragrafından birşey anlamam mümkün oldu.
Vaziyeti anlayınca: “Boşuna çabalama. Kim olacağına ve nasıl bir toplumda yaşayacağına sen karar veremezsin. Sen sadece duvardaki bir tuğladan ibaretsin.”, meâlinde birşeyler söylemişti.
Doğrusu şaşırmıştım. Daha da kötüsü, benim için kırmızı bavuldan çıkan bir rehberle işler daha da karmaşık bir hâl almıştı.
Bu kez bana: “Sınıfa öğretmen geldiğinde neden ayağa kalkıyorsun?” diye sormuştu.
Bir ara da Türkçe sözlerini söyleyerek Pink Floyd’tan We don’t need no education’u dinletmişti.
Tarih 12 Eylül 1980’di.
Her zaman Türk solunun kafasını karıştırmayı becerebilen ordu yönetime el koymuştu.
Etrafımda tanıdığım yoksul hiçbir insan yoktu ki, gözaltına alınıp eziyet görmesin, kalpleri ve umutları kırılmasın...
Doğrusu ben şanslıydım. Çünkü askerler babamın, 12 Eylül öncesinde vekaleten baktığı Belediye Başkanlığı görevine devam etmesine onay vermişlerdi.
Dahası var: Çerkez bir ailenin çocuğuydum ve Reyhanlı’da başka bir dünyada yaşadığımız bir mahallemiz vardı. İçinden temiz ırmaklar akan, bahçeleri çiçekler ve meyve ağaçlarıyla dolu, namuslu insanların yaşadığı tertemiz evlerinin kireç badanalı duvarlarında her zaman, kırmızı harflerle, “Yaşasın halkların kardeşliği” yazan, bize ait bir mahalle...
İçinde, Cemil Meriç’in de büyüdüğü Bayır Mahallesi.
Kimi zaman kızlı erkekli arkadaşlarla gece yürüyüşlerine çıkardık.
Mehtaplı gecelerde; Tanrı’nın, Amik Ovası’nın bereketli topraklarında boy salan pamuk fidanlarının üzerinden yüzümüze üflediği tatlı esintileriyle aklımız, kimi zaman iç geçirdiğimiz geçmişe, kimi zamansa özlemini duyduğumuz geleceğe dair değişik hülyalara dalardı.
Bazen susar, bazen kahkahalarla yıldızları hoplatırdık.
İşte öyle gecelerden birinde, sırtımda yeşil parkam, eve yalnız dönerken; hani sokakta kimse yokken insan, tepesinde dolunay, iki elektrik direği arasında belirsizleşen kendi gölgesine doğru yürürken, adımlarını duyar ve sanki arkadan kendisine doğru yaklaşan bir helikopter sesiyle titreşen ense tüyleriyle irkilir ya, işte tam öyle bir anda, arkamda çınlayan bir polis düdüğü sayesinde anlamıştım, Althuser’le ilgili olarak ağabeyimin ne demek istediğini.
Yıllar önce birgün Mülkiyeliler Birliği bahçesindeyken Ankara’ya Joan Baez’in geleceğini duymuştum.
1988 yılının Temmuz ayıydı.
“Çiçek Çocukları” gibi askılı, “Ecevit mavisi” penye tişörtü ve üzerinde rengarenk çiçekleriyle havalarda uçuşan uzun eteği ve gitarıyla Türkçe“Hep beraber” diyerek başlamıştı Joan Baez, “No Woman No Cry”ı söylemeye. Tıpkı Amik Ovası’nın tatlı esintileriyle sağa sola huşuyla sallanan pamuk fidanları gibi Hipodrom'da yüzlerce genç insan, naif ümitlerle baktığı geleceğin neler getireceğinden habersizce, “Everything is gonna be all right (Herşey düzelecek)” diyerek eşlik ediyordu şarkıya.
Daha sonra bir Pete Seeger bestesi olan “We shall overcome”ı dinlemeyi sevmiştim Joan Baez’den. Ne kadar sahici ve ne kadar Bayır Mahallesi’ndekine benzer bir duygu dünyasında bulurdum kendimi, “El ele yürüyeceğiz. Bir gün el ele yürüyeceğiz. Bütün kalbimle inanıyorum. Bir gün üstesinden geleceğiz. Barış içinde yaşayacağız...” dizelerini dinlerken.
Geçtiğimiz 4 Ağustos gecesi Rogers Waters geldi İstanbul’a. Ağabeyimle birlikte, İTÜ stadyumundaki şanslı insanlardan birisi de bendim. Malum şarkıyı dinlemiştim hatıralar içinde: “Daha fazla eğitime ihtiyacımız yok!” diyen.
Geçen hafta T24’te beni geçmişe götüren ve üzüntüyle okuduğum bir habere rastladım. Nükleer silahsızlanmadan 2011’deki Wall Sreet’i İşgal hareketlerine kadar birçok politik kampanyaya aktif destek veren; ABD’de mitinglere ve protesto yürüyüşlerine şarkılarıyla ruh katan ve bu yönüyle Joan Baez’in ilham kaynağı olan Amerikalı efanevi folk müzik sanatçısı Pete Seeger, 94 yaşında New York’ta vefat etmişti.
Tanrı'dan rahmet diledim ona ve Joan Baez’in Hipodrom konseri geldi aklıma.
“Where have all the flowers gone?”ı (Bütün çiçekler nereye gitti?) dinledim önce.
Sonra diğerlerini...
Anladım ki, geçmiş biz ölünceye kadar, gelecekse sonsuza kadar sürecek.
Bana “okula gitmenin ne işe yaradığını” soran kızım Janset’in hatırlattığı bir Pete Seegers şarkısıyla bitireyim de meseleyi siz bağlayın:
“Bugün okulda ne öğrendin, benim sevgili oğlum?
Washington’un hiç yalan söylemediğini öğrendim.
Askerlerin nadiren öldüğünü öğrendim.
Herkesin özgür olduğunu öğrendim.
Polislerin benim arkadaşım olduğunu öğrendim.
Adaletin asla bitmeyeceğini öğrendim.
Devletin güçlü olması gerektiğini,
Devletin her zaman haklı olduğunu, asla haksız olmadığını,
Liderlerimizin en iyi insanlar olduğunu,
Bizim onları tekrar ve tekrar seçtiğimizi öğrendim.”
...
İyi pazarlar diliyorum.
[email protected]
“What did you learn in school today,” adlı şarkıyı dinlemek için tıklayın:
http://www.youtube.com/watch?v=Wf5Jn8O3s0c
* Sol Yayınları'nı çıkaran İkinci Yeni’nin isim babası, cesur insan Muzaffer İlhan Erdost’u saygıyla ve katledilen kardeşi İlhan Erdost’u rahmetle anıyorum. Muzaffer İlhan Erdost’un kardeşi için yazdığı aşağıdaki şiir, herkese tekrar 12 Eylül’ü hatırlatasın:
ilhan gelir türküler'le
türküler'le biz elele
güleriz güzel günlere
ilhan uzatmış kadehi
güler gözlerinin içi
çağıldar cümle sevinci
ilhan'la biz nezarette
yanyana bir kanepede
akar gündüz uçar gece
ilhan'ı gördüm düşüyor
yanım ateşe düşüyor
elim kolum yetişmiyor
ilhan'ı gördüm yaralı
gözleri kandan hareli
yüzü güllere çevrili
ilhan'ın paltosu kanlı
alazlanmış tüter canı
düşmüş omuzdan kolları
ilhan ilhan, ilhan ilhan
sular çavlan kuşlar pervan
gittin mi can gittin mi can