“Kokuların öyle bir inandırıcılığı vardır ki, sözlerden, gözle görmekten, duygudan, iradeden daha güçlüdür. Savılıp atılamaz bu inandırıcılık, soluduğumuz havanın ciğerlerimize işleyişi gibi, o da içimize işler, doldurur bizi, hepten ele geçirir, çaresi yoktur.” Patrick Süskind, Koku
Mine Kırıkkanat’ın bundan sekiz yıl önce Radikal’de yazdığı “Halkımız Eğleniyor” başlıklı yazıyı hatırlar mısınız? Hani şu “don paça soyunmuş geviş getirerek yatan adamlardan”, “siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü, mangal yelleyen … ayaklarında ya da salıncakta bebe sallayan kadınlardan” bahsettiği Beyaz Türk ırkçılığının şahikası skandal yazıyı? Garip bir koku takıntısı vardır o yazıda. Kırıkkanat’ı en çok “dağları taşları saran kesif et kokusu” rahatsız etmiştir havalimanından şehre inerken. “Yamyam olmadıklarına” hayıflanmıştır. “Kara halkımız” nedense “denize kıçını dönmüş” et yemektedir. Zaten “balık sevseler ... kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar ... bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da” olmayacaklardır. Velhasıl Sahil Yolu’nda “Arabistan bile değil, Etiyopya’nın ete doymuş hali, “Etobur İslamistan’” başlamaktadır.
Hakkını yemeyelim, Beyaz Türk ırkçılığının tek temsilcisi Mine Kırıkkanat değildir elbette. Kırıkkanat’ın “kıllı kara halkı” varsa, Bekir Coşkun’un da “göbeğini kaşıyan adamları” vardır ya da Yılmaz Özdil’in “bidon kafalılari”. İşin garip tarafı, saydığım yazarların bazılarında da aynı koku takıntısının olmasıdır. Yılmaz Özdil’in 13 Ağustos 2007 tarihli “Bidon Kafa” yazısında şöyle bir pasaj vardır örneğin: “Bak şimdi sen, çoluk çocuk kokarcaya döndün, Afrikalılar gibi fellik fellik yıkanacak dere arıyorsun ... Senin sırtından koltuk sahibi olanlar ... ise Perrier’le San Pellegrino’yla jakuzide banyo yapıyor köpük köpük”.
Uzun lafın kısası, son dönem Beyaz Türk ırkçılığının (genelde ırkçılığın) önemli referanslarından “koku” meselesi. Şimdi filmi hızlıca ileriye saralım ve kendini “Zenci Türklerden” sayan Başbakan Erdoğan’ın 13 Haziran günü, yani Gezi Olayları sona ermeden iki gün önce, AKP Belde Belediye Başkanları toplantısında sarfettiği sözleri hatırlayalım: “Şu anda çok enteresan. Aynen o gezi parkını çevrecilik adına, açık konuşacağım pislikten geçilmiyor. Sidik kokusundan geçilmiyor. Bir çoğu büyük abdestini oraya yapıyor. Samimi olanları kastetmiyorum. Bazı otellere gidip ihtiyaçlarını gideriyorlar. Orada her şey ücretsiz biliyorsunuz. Kaynağı enteresan. Her durum orada meşru. Bunu da güya çevrecilik adına yapıyorlar.”
Başbakan'ın Gezi’nin koku sorununa vurgu yaptığı tek konuşma bu değil tabii. Daha da ilginci, bu vurguyu yapan sadece Başbakan da değil. Karikatürist Hasan Kaçan’ın Başbakanla yaptığı özel görüşmeden sonra kameralar karşısında söyledikleri malum: “15 gündür orada o çocukların neler çektiğini, neler yaşadığını, banyo yok, yiyecek yok. Korkunç bir şekilde idrar kokuyor, pislik kokuyor. Bir insanın yaşayabileceği durumda değil artık Gezi Parkı”. Bir de bu kadar göz önünde olmayanlar. Örneğin kendini gazeteci-araştırmacı olarak tanıtan twitter kullanıcısının 9 Haziran’da ardı ardına attığı iki twit (imlaya dokunmuyorum): “İki saattir gözlem için Gezi Parkı’na gittim. Abi polisin gaz sıkmasına gerek yok. Zaten pis kokudan ve pislikten çoğu verem olur. Çok kötü”; “Gezi’de cidden böyle giderse bir salgın hastalık ortaya çıkar. Dayanılamaz bir koku ve her taraf pislik içinde”. Ya da aynı temanın sözümona “mizahi” yorumu, bu kez bir sivil toplum aktivistinden: “Gezi’de hijyen Hindistan standartlarının da altına düşmüş durumda. Salgın hastalıklar başgöstermeden tomalar bu sefer su sıksa iyi olacak.”
Bu (ciddi ya da “sarkastik”) yorumların doğruluğunu tartışmanın anlamı yok. Gezi kokuyor muydu, kokmuyor muydu, kokuyorsa ne kokuyordu, Başbakan “her durum orada meşru” derken ne kastediyordu... Bu soruları sormak, Kırıkkanat’ın ya da Özdil’in yazılarında öne sürdükleri ırkçı tezleri ciddiye alıp tartışmaktan farksız. Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim üç nokta var.
Birincisi, şimdiden üzerine söylenmemiş söz kalmayan Gezi Olayları’nın fazla üzerinde durulmayan bir yönü. Toplumdaki kutuplaşmanın, adını koyalım bölünmenin, ne kadar derinlere indiği; kültür, sınıf, yaşam tarzı üzerinden sürdürülen çatışmanın özünde nasıl bir ahlaki hiyerarşi ve “ötekini” dışlamaya dayandığı. Samimi olanlar ihtiyaçlarını otellerde giderirken, samimi olmayanlar – kimlerse onlar – büyük abdestlerini ortalığa yapıveriyorlar!
İkincisi, “Zenci” ya da mağdur olmanın kendiğilinden dışlayıcı, ahlaki üstünlük öngören bir dilin kullanılmasına engel olmadığı. Bu, ırkçılık, milliyetçilik çalışanların yabancı olduğu bir olgu değil. Nitekim “Milliyetçiliğin İyisi Kötüsü” başlıklı yazıda bu temaya değinmiştim.
Üçüncüsü, Zenci Türk dilinin Beyaz Türk diliyle şaşırtıcı benzerlikleri, ki bu ilk iki noktaya göre daha beklenmedik. Beyaz Türk’ün zihin dünyasındaki Afrika’nın izdüşümü Zenci Türk’ün zihninde Hindistan’a ya da bir “insanın” yaşayamayacağı yere tekabül ediyor (Gezi Parkı’nı işgal edenler, haydi diyelim hepsi CHP’li, ulusalcı, darbeci, “insan” değil mi?). “Etobur İslamistan”, salgın hastalıkların başgösterebileceği “pis”, abdestini çalılara yapan işgalcilerin (Başbakanın gözünde terörist, yukarıda anılan AKP sempatizanları gözünde romantik devrimci, solcu, ulusolcu, vb.) “harikalar diyarına” dönüşüyor. Ve bu dil homojenleştiriyor, dışlıyor, hatta – mizah perdesinin arkasına saklansa da – “tomaları gönderin, su sıksın”a varacak kadar saldırganlaşıyor.
Kemalist toplum mühendisliğinin mirasçısı Beyaz Türk ırkçıları hiç yakınmasın. Bu canavarı onlar yarattılar. “Zenci Türkleri” aşağıladılar, ikna odalarına soktular (bu noktada söz konusu sınıfsal/kültürel ayrışmada Kürtlerin, Alevilerin ya da gayrımüslimlerin adlarının nedense anılmadığına da dikkat çekelim). Zenci Türkler iktidarı Beyaz Türklerin elinden almayı başardıklarında – haklı olarak – öfkeliydiler. Yıllar boyu biriktirdikleri mağduriyet hikayeleri, sessizce sırtladıkları bir yük vardı. Bu bir yerde, bir şekilde ortaya çıkacaktı. Çıktı da. Bunu bir yere kadar da anlayışla karşılamak gerekiyor. Öte yandan yıllar boyu mağdur edilenlerin kendilerini mağdur edenlerin diline ve zihniyetine sarılması ahlaki üstünlüklerini kaybetmelerine de yol açıyor.
Unutmamak gerekir ki, elitizmin panzehiri anti-elitizm ya da sığ bir popülizm değil. Gezi Parkı’ndakilerin ya da AKP’nin bu olaylar karşısında takındığı tavrı eleştirenlerin hepsini tuzu kuru Beyaz Türkler olarak algılamak, toptancı bir bakışla dışlamak, sadece öfkeyi yeniden üretiyor, toplumdaki bölünmüşlüğü derinleştiriyor. Geçmişin Beyaz Türkleri nasıl bugünün Zenci Türklerini yarattıysa, “koku siyaseti” de yarının yeni Beyaz Türklerini yaratıyor. Toplum da bu arada bir şiddet sarmalının içinde yitip gidiyor. Süskind’in dediği gibi, koku hepimizin içine işliyor.