Yandaş medya tüm coşkusuyla, bastırılmış ‘‘darbe girişimi’’ni ya da başarılı ‘‘darbeyi kışkırtma’’ eylemini tartışıyor. Galiba yanlış oldu; düzelteyim: Güzelleme yapıyor, kutsuyor ama tartışmıyor. Eşsiz bir karşı duruş efsanesi yazılıyor; noktası virgülüne. Birkaç şüpheci yaklaşım, pişmanlık, masumiyet, aldatılmış olmanın hüznü, farkına varmanın tesellisi, mağduriyet derken öyle bir karmaşık duygular alaşımı ve döngüsü var ki... Kim nerede duruyordu, kim kimin yandaşı, yalakasıydı, kim kime düşman kim kime dosttu(?) hepsi birbirine karıştı. Olan da demokrasi sözcüğüne oldu. Top, tüfek ateşiyle, isiyle dumanıyla, tekbiriyle tedbiriyle, ihanetiyle adanmasıyla, ölüsüyle kahramanıyla... Tam bir közleme demokrasi... ve kurtarılmış olmanın muzaffer hali... Neyin hayatta kaldığını, neyin öldüğünü kestirmek zor; ama kesin olan bir şey vardır ki Recep Tayyip Erdoğan siyasi figür olarak her zamankinden daha güçlü bir konumdadır. İnşa ettiği siyasi rejimin destekçi kitlesi daha da pekişmiş durumdadır.
Oysa bu isyan ve darbe halleri ne modern Türkiye’ye ne de asırlarca o topraklarda hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’na yabancı hallerdi; yüzyılların bildik iktidar oyunları işte. Tarikat, teşkilat isyanları, Batı emperyalizminin o coğrafyada kurguladığı doğrama egzersizleri, sekülerizm ve feodalizm çatışkısı... Güdülmeye odaklı hiyerarşinin genetik kodlarına işlenmiş olduğu bu coğrafya insanının, her zaman önünde eğileceği bir yüce makamın olmasını istemesini de tuhaf karşılamayalım. İşte Recep Tayyip Erdoğan’ı da yaratıp yücelten bu kültürel genetik yapıdır. Bu yüzden fazla kızıp öfkelenmek yerine hangi haraya hangi merhemin deva olabileceğine bakmak lazım.
Türkiye’nin en büyük sorunu sivilleşme ve sivil özerklik sorunudur. ‘‘Baş komutan’’ın çağrısı üzerine birer paramiliter elemana dönüşmekte hiç zorlanmayan bir adanmışlar kitlesinin, ölümüne sokaklara atılması sadece kahramanlık öyküleri üzerinden okunası durumlar değildir. Elbette ki bu darbe girişimi başarılı olsaydı Türkiye kendi tarihinde hiç görmediği kadar vahşet sahnelerine de tanık olacaktı. Beyni yıkanmış kurşun askerlerin merhamet duygusundan yoksun birer yıkım ve kıyım makinesine dönüşebilecekleri tahmin edilemeyen bir durum değil.
Tüm bu olanların fenomenal boyutuna baktığımız zaman vuku bulma şeklinde bir tuhaflık olduğunu fark etmek zor değil. Yıllardır iç içe olan, siyasi ve tecimsel anlamda birbirlerinin varlık nedeni olan iki paralel yapı bir anda iktidarı elde etme yöntemi konusunda ters düşüp yollarını ayırıyorlar. Paralel olan aslında Fethullah Gülen Cemaati ile AKP’ydi. Cemaat devletin paraleli değil olsa olsa gölgesiydi. O bir gölge devletti. Ta ki gölgeler bedene dönüşene kadar... Evet biraz esoterik korku filmine benzedi ama durum bu. Hatta filmin devamı daha da ilginç. Şu anda birbirini inkâr eden ama bir zamanlar aynı yumurta ikizi gibi hiç ayrılmayan (maddi ve manevi) paralel güçler, el birliğiyle tarihe gömmeye çalıştıkları Mustafa Kemal’i –kendi tabirleriyle Beton Mustafa’yı– ruh çağırır gibi tekrar çağırmaya başladılar.
Şimdi özellikle aydın, ilerici, laik kesimlerin sorduğu soru şu: Bundan sonra ne olacak? Kültür, sanat ve bilim hangi aklın yörüngesine oturacak? İslami monist kültür anlayışının özellikle daha da abartılı bir şekilde himaye edileceği bir döneme mi girilecek? Üniversitelerdeki –o gittikçe azalmakta olan– laik ve aydınlanmacı yüksek öğrenim anlayışı yerini İslami düşüncenin dogmalarına mı bırakacak? Orta eğitimde eleştirel düşünebilen bireyler yetiştirmek yerine biat kültürünü besleyen bir eğitim anlayışı mı hakim olacak? Eğer pesimist olmayıp da daha optimist düşünecek olursak ve yıkımdan başka hiçbir şeyi getirmeyen kültürel çatışkıların yarattığı bu manzaradan ders çıkaracaksak bunların hiçbiri olmaması gerekir. Eğer bu olacaksa İslami faşizmin ta kendisiyle karşı karşıyayız demektir. Hatırlamak lazımdır ki, hepimize lazım olan bu demokrasi çoğunluğun azınlığa yaşam biçimi dayattığı bir çoğunlukçu demokrasi değil, çoğulcu demokrasidir. Azınlıkların koruma altına alınacağı, seslerinin duyulabileceği, haklarının savunulabileceği bir demokrasidir.
Şu aralar ‘‘yüzünü batıya dönme’’ konusunda epeyce günah çıkarma seanslarına rastlıyoruz yayın organlarında bir marifetmiş gibi; herhalde öyle aklanabileceklerine inanıyorlar. Kemalizmi yıllarca yeren köşe yazarları ‘‘iyi ki batıya dönmüş’’ diye sözüm ona yeni bir şuurun vahiy olduğunu duyuruyorlar. Bu da Türkiye aydınının bir başka paradoksu. Osmanlı kültürünü, Proto-Türk, Türk-İslam kültürünü kategorik yönde dışlayan ve onları birer kültürel antropolojik değer olarak kullanmaktan tiksinen sözüm ona kültür sanat insanlarının da bir öz eleştiri yapmalarına gerek duyması kaçınılmaz olacak. Bu değerlere estetik değerler olarak bakmak, bir kültür mirası olarak bakmak yerine yıllarca gericilikten sayılacak diye uzak duranlar şimdi dışlanmışlığın ta kendisiyle yüzleşmek durumundadırlar. Ne batı merkezcilik, ne oryantalizm ne de bağnazca batı düşmanlığı ya da doğu tutkunluğu... Ben ateist bir sanatçıyım ve dinden, inançtan beslenen dünyada ne kadar sanat ürünü varsa hepsi –herhangi birini ayırmaksızın– benim sanat literatürümün birer parçasıdır; Şamanizm de öyle. Yeryüzü kültürü istediğim gibi kullanacağım bir mirastır; bir sanatçının dogmalarla işi olmaz. Tek düşmanım cehalettir... ve ötekini hiçe sayma cüreti...
Sanırım hem kültürel hem de etnik açıdan savaş baltalarını gömme zamanıdır. Onca kültürün ve uygarlığın kavşaklaştığı bir coğrafyada etnik çatışmanın, kültürel ayrışmanın Türkiye’nin sonunu getirebileceğini kestirmek zor değil...Tüm seslerin kendi başlarına birer kakofoni olarak kalacaklarını, toplu halde ise senfoni yaratabileceklerini düşünmek kimseye zarar vermez. Kozmik armoni bunu gerektirir. Aydınlık günlere; işin zor Türkiye!