19 Mart 2017

Yılgınlığa da hayır diyebilir miyiz?

“Gerçek” tuhaf ve karışık bir sözcüktür

Fazla tekrarlanmasından mı, söylendiğinde akla getirdiklerinden mi, genellikle çaresizlik ve yılgınlık yaratan durumlarda kullanılmasından mı bilmiyorum ama “sözün bittiği yer” ifadesini duyduğumda içimi bir hoşnutsuzluk dalgası kaplıyor. Ne söylesen/yazsan boş, söylediklerin/yazdıkların hiçbir şeyi değiştirmeyecek, söylemenin/yazmanın anlamı kalmadı gibi cümleleri, fazla uzağa gitmeye gerek yok, gazetelerin köşe yazılarında hemen her gün görüyoruz.

Kendini gerçekleştirme ve dünya üzerinde bir etki icra etme bahsinde düşünmeye ve yazmaya ağırlıklı bir yer verenlerin büyük bölümü ciddi bir umutsuzluk/yılgınlık içinde. Doğrusu bende de benzeri bir “beyhudelik” duygusu var. Yine de belki yapılacak başka bir şey olmadığından belki başka bir yol-yöntem bulmanın zorluğundan, yazmaya küstüğünü ya da yazmanın boşuna olduğunu söyleyenler de içlerinde bizzat bu çaresizliğin uyandırdığı öfke ve nefretin yoğunluğuna karşın bir süre sonra kalemi tekrar ellerine alıyorlar.  

Gördüğüm kadarıyla bu umutsuzluk ve yılgınlık halinin göze çarpan iki nedeni var. Birincisi muhalif yayın organlarında yazanların yazılarında o denli sık görülen “Bu kadar mı kötü, bu kadar mı vicdandan yoksunsunuz!” (sorusu değil) ünlemi ile özetlenebilecek bir hayal kırıklığı. Buna genellikle dudak kıvrımlarının habis bir büzülüşü eşliğinde “Sensin kötü ve vicdansız, devrin geçti senin, kıvran şimdi!” gibi bir yanıt gelse de aynı soru (ünlem) başka bir yürek burkan durumda yine soruluyor gibi: “Peki, bu kadar da mı kötü, bu kadar da mı vicdansızsınız!” Sonra, benzer bir yanıt. İçinde tutmaya devam etmek istediği iyi duygulara bir karşılık bulmaya çalışanların çaresizliği giderek artıp hayal kırıklıkları neredeyse insanlığa toptan bir küsme raddesine ulaştıktan sonra yeni bir umutsuzluk/yılgınlık hali baş gösteriyor. Çünkü varsayıyoruz ki eğer bir kişinin suçluluk duyabilme ve utanabilme yetisi varsa ve içinde bulunduğu durumu ona gösterebilirsek o kişi kendi tutumunu sorgulayıp değiştirebilir. Erişkin insan için endişelerin en büyüğü olması beklenen kendi içsel değerlerine ters düşme hali her türlü ahlaki normun temel direği olduğuna göre, böyle olmalı. Ama durum hiç de bu beklentiye uygun ilerlemiyor. Hangi konumda olursa olsun ve o anda hangi fikri savunuyor olursa olsun haklı olduğu inancında hiçbir tereddüt belirtisi göstermeyen insanlarla dolu ortalık. Bunun yalnızca şimdiki zamana ve bize ait bir durum olmadığına ilişkin bir örnek olmak üzere, Kafka’nın 1919’da babasına yazdığı mektubun bir bölümünü zikredebilirim.

“Bir de senin zihinsel olarak hep baskın oluşun var. Yolunu gücünle açtığın için fikirlerine karşı sınırsız bir güvenin vardı. Çocukken bu bana büyüdüğümde olduğu kadar acayip gelmezdi. Sen koltuğundan dünyayı yönetirdin. Senin görüşün doğruydu, başka herkes deliydi, çılgındı, normal değildi. Kendine güvenin öylesine büyüktü ki hiçbir zaman tutarlı olmak zorunda değildin ve haklı olduğun iddiasını hiç bırakmadın. Bazen bir konu hakkında hiçbir fikrinin olmazdı ve o zaman o konu hakkındaki bütün olası görüşler istisnasız biçimde yanlış olurdu. Örneğin Çekleri ardından Almanları sonra Yahudileri aşağılayabilir, hatta bunu belli konularda değil her bakımdan yapabilirdin ve en sonunda ortada senden başka kimse kalmazdı. Bana göre bütün zorbaların sahip olduğu o tuhaf özelliğe, haklılıklarının akla mantığa değil kendi şahıslarına bağlı olması özelliğine sahiptin.”[i]

Yüz yıl önce, başka bir coğrafyada ve tamamen başka bir bağlamda kişisel bir durum hakkında yazılmış olan bu sözler bulunduğumuz yere ve zamana dair bir şeyler söylüyor. Kafka’nın babası karşısındaki güçsüzlüğünü, kendisini ona ifade edebilmek konusundaki ümitsizliğini, ne yapsa ne etse hep babasının haklı olması karşısındaki çaresizliğini anlattığı bu sözler insanda hiçbir yabancılık hissi uyandırmadan kolayca anlaşılıyor. Ama Kafka, babasının ne olması ve nasıl olması gerektiği hakkındaki tüm dayatmalarına tabiatı gereği kendisinden başka bir kişi olamayacağını anlatmaya çalışarak karşı koymuş ve güçsüzlüğünden derin bir inatla imal ettiği başka bir tür güç yaratmıştı.

Kafka bu mektubu babasına iletmesi için annesinin eline tutuşturmuştu. Annesiyse oğlunun çabasının boşuna olduğunu düşünüp mektubu babasına iletmek yerine ona geri vermişti.  Muhatabına hiç ulaşamayan bu mektubun artık hepimiz muhatabıyız. Ruh halindeki umutsuzluğa, çaresizliğe ve yılgınlığa karşın, muhatabı üzerinde bir etki icra etmek şöyle dursun ona ulaşmayı bile başaramamış olmasına karşın mektubun gücü ve zamana direnen güncelliği apaçık ortadadır.

Son birkaç yıldır birçok konuda ve birçok kişiye buna benzer mektuplar yazıldı. Bunlar da ya adreslerine ulaşmadı ya da ulaşsa bile muhatapları üzerinde bir etki yaratmadı. Geçenlerde Mithat Sancar’ın üniversitelerden atılan akademisyenlerle ilgili olarak “Bugün bir sözün yok mu Talip?” diyen konuşmasında olduğu gibi.[ii] Kafka’nın başta Dava olmak üzere birçok eserinde garip ya da gerçeküstü badirelerle ve anlaşılmaz sosyal-bürokratik zorluklarla karşılaşan kahramanlarını anlatışıyla babasına yazdığı bu mektup arasındaki bağlantı hayli açık görünüyor. Bu durumlara özgü olarak kullanılan “Kafkaesk” terimi de yabancılaşmanın, suçluluğun ve saçmanın hâkim olduğu acayiplikleri anlatır. Ağzını açanın bedel ödeyeceksiniz diye tehdit edildiği, kendileri tarafından ortaya konmuş iki seçenekli bir referandumda hayır demenin en tuhaf biçimlerde suçlandığı ve yapılanlara gerekçe gösterilen darbe girişimiyle ilişkisi olmadığı besbelli birçok insanın Kafka kahramanları gibi ne olduğunu anlamadan üniversitelerden, işlerinden atıldığı, bazılarının hapse konduğu ve bütün bunlara karşı koyamadığı, hayatın absürtleştiği bu zamanda hepimiz o sesi duymaya hazır halde bekliyor gibiyiz: “Bay T suçlanmış bulunuyorsunuz!”

Lafı biraz uzattım, yılgınlık yaratan o ikinci nedenden söz edecektim. Bu da muhtemelen ilkiyle bağlantılı olan görece yeni ve yaygın bir başka olgudur. Kısaca gerçeğe ve bilgiye saldırı denebilecek bu tutumun yalnızca bizde değil, artık dünyanın en büyük devleti ABD’de de sık ve rahatsız edici örneklerini bulabileceğiz gibi. Gerçekle (ve bilgiyle) insanoğlunun ilişkisi her zaman netameli olmuştur. Ama şimdiki gibi de değil. Örneğin gerçeği gördüğünü (ve bilgiye sahip olduğunu) düşünenler başkalarıyla konuşurken onlardaki sorunun daha ziyade gerçeği bilmemek, inanmamak ya da şüphe etmekle ilgili olduğunu düşünürlerdi. Şimdiki durum daha farklı: O kişilerin gerçeğe açıkça ters düşen ama kuvvetle savunulan kendi özel gerçekleri var.

“Gerçek” tuhaf ve karışık bir sözcüktür. Birbirinden farklı birçok anlam barındırır. Hakiki, vaki, reel anlamlarında kullanıldığı gibi; uydurma değil, gerçek haber derken olduğu üzere, aslı olan, uydurma olmayan anlamında da kullanılabilir. Sahte karşıtı olarak örneğin gerçek elmastan söz edilebilir. Sözcük, gerçek dost ya da gerçek sevgi deyişlerinde olduğu gibi halis anlamını da karşılar. Ayrıca bağlamına göre realite, doğru ya da hakikat sözcüklerinin her birini karşılayabilir. Fikir, tasavvur ve tahayyül olarak değil de fiili olarak var olan anlamına da gelir. Vallahi gerçeğe saldırı derken neredeyse bu anlamların tamamına karşı bir saldırıdan söz ediyorum. Bizde, ABD’de ve daha başka ölçeklerde bugünkü dünyanın tümünde gerçek, “gerçek olmasına o anda ihtiyaç duyulan” diye tarif edilebilecek bir anlama büründü. Bunun bizi dolaysızca ruhsal bilimler alanına yönlendirdiğini düşünüyorum. O nedenle daha sonraları bu konu hakkında yazmaya çalışacağım.

Ama şimdilik, bu noktada ruhsal bilimlerle karşılaşmamızı, söze ve yazıya karşı hissedilen hayal kırıklığıyla baş edebilmek üzere Freud’un başka bir bağlamdaki sözlerini ve önerisini aktarmak için kullanacağım.

Bir süredir zihnime takılan şöyle bir düşünce vardı, “Okuyunca her şey birbirine bağlanıyor, tuhaf bir biçimde ne okusam birbiriyle ilgili.” Nedense bu her şeyin birbiriyle ilgili olması gibi gayet sıradan ve muhtemelen çok düşünülüp ifade edilmiş fikir bir süredir bana önemli gelmeye başlamıştı. Sonra Freud’un Psikanalize Giriş Konferansları’nda, Sürçmeler başlıklı ikinci konferansta söylediklerinde benzer bir akıl yürütme olduğunu fark ettim.

Bu konferansta Freud dil sürçmeleri, unutkanlıklar, yanlış anlamalar gibi günlük hayatta sık karşılaşılan küçük ve önemsiz olaylardan söz eder. Bunlar aranan bir şeyin bulunamaması gibi hallerde belki biraz baş ağrıtan ama çok da üzerinde durulmayan olaylardır. “Dikkatimizi bu olaylara yöneltmeyi öneriyorum” der ve her zaman yaptığı gibi olası karşı çıkışları ele alır. Şu koca dünyada bu kadar önemli sorunlar varken, bir sürü önemli ruhsal sorun öylece dururken bu önemsiz şeylerle vakit harcamaya değer mi gerçekten?

Sonra bu soruya kendi kavlince şöyle karşılık verir: “Aslında bizim uğraştığımız şeyler, başka bilimlerin uğraşmaya değer bulmayıp bir köşeye bıraktıklarıdır. Ama kendilerini yalnızca küçük işaretlerle ortaya koyan önemli şeyler yok mudur? Mesela genç bir adamsanız bir kızın gönlünü kazanmış olduğunuzu küçük şeylerden mi (başkalarının pek de fark etmediği bir bakış, küçük bir hareket, elinizin bir saniye fazla tutulması vs) anlarsınız yoksa açık bir ilan-i aşk ve tutkulu bir sarılışı mı beklersiniz bunun için? Bir olayı aydınlatmaya çalışan bir dedektifseniz, katilin adresinin de iliştirilmiş olduğu bir fotoğrafını bırakmasını mı beklersiniz yoksa küçük ve gizli kalmış şeylerle mi yola çıkarsınız? Hadi gelin küçük işaretlerin önemini teslim edelim. Onların yardımıyla büyük şeylerin yolunu izini bulabiliriz. Aslına bakarsanız evrenin ve bilimin büyük sorularının öncelikli olduğu görüşünüze katılırım. Fakat kural olarak birinin şu ya da bu büyük sorunu incelemeye kendini vakfetmesi yararlı bir iş değildir. Bilimsel çalışmada kişinin elinin altında olan, araştırma için kendisine bir fırsat sunan neyse ona yönelmesi daha vaatkârdır. Eğer bunu gerçekten hakkıyla yaparsanız, önyargılara ve acele kavrayışlara düşmezseniz ve de şansınız varsa, o zaman, her şey her şeyle bağlantılı olduğu için, küçük şeyler büyük şeylere bağlandığı için, gösterişsiz bir çalışmadan büyük sorunlara giriş kapısını da bulursunuz”[iii].

Türkiye’nin hiç olmadığı kadar demokratik ve özgür olduğunu iddia edenlerin boğazımızı bu kadar sıktığı bu acayip zamanlarda nasıl yaşanır, ne yapılır, nasıl var olunur diye düşünüp duruyoruz. Bunun işe yarayan bir cevabını bulmak pek de kolay değil. O yüzden insan geçmişe, benzer zamanlarda başkalarının neler yaptığına çeviriyor gözünü. Kafka’nın tuttuğu yol, güçsüzlüğünü yüzyıl sonra bile insanı duygulandırabilen güçlü bir anlatımla ifade etmek ve (yazdıklarının yok edilmesini istediğine göre) bunu eserleri kimseye ulaşmayacak olsa bile sürdürmekti. Freud’un yolu ise büyük sorulara ve sorunlara kendini vakfetmekten ziyade el altında olan ve ulaşılabilir konulara odaklanmakla işe başlamaktı.

O halde insanın yıkıcılığının nerelere varabildiğini tecrübe ettiğimiz, gerçeğe ve bilgiye ulaşma imkânlarının tarihte benzeri görülmemiş bir düzeye ulaşmasına karşın körleşmenin ve yalanın dehşete düşüren bir tırmanışına şahit olduğumuz bugünlerde madalyonun öbür yüzünde insanın sevgi ve dayanışmasının, sabır ve metanetinin, iyilik ve vicdanının da tahmin edilebilenden daha derin kökleri olduğunu unutmamaya gayret etmeliyiz. Ne yaşamakta olduğumuzu anlamaya hiç bu kadar ihtiyacımız olmamıştı. Kendimize ve etrafımıza en büyük dikkatle bakmamızın, yapabilir olduğumuz her ne varsa hakkıyla yapmaya çalışmamızın, sevgi ve iştiyakla yaptığımız şeylerin birbirlerine bağlanarak en sonunda büyük sonuçlara da varabileceğini ummamızın vaktidir.

 


[i] Kafka F [1919], Letter to his Father. Schoken Books, 1966, New York.

[ii] Sancar daha sonra “Kendilerinden bu konuşmamı en azından küçük bir vicdan muhasebesine değer gördüklerini hissettiren bir tepki beklerdim ama maalesef, adlarını andığım ve çoğuyla da yıllardır tanıştığım milletvekillerinden tek bir sözle bile geri dönüş olmadı” diyerek vicdanlara seslenmesinin etkisinin ne olduğunu anlatmıştı. (http://www.hurriyet.com.tr/28-subat-magduru-ak-partililere-neredesiniz-40361061 )

[iii] Freud S [1915-1917] Introductory Lectures on Psychoanalysis, SE Vol 15-16, Hogarth Press, London.

 

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.