"Mücadele ettiğin şeye dönüşmek" muhalifler arasında geçen siyasi sohbetlerde çok sık dile getirilen bir tanımdır.
'Mücadele ettiğimiz şey' nedir; saygısız, ilkesiz, kendinden başkasını önemsemeyen, güç zehirlenmesine tutulmuş, eleştiriye kapalı, sadece kendi sesine tahammülü olan, acımasız, hak yiyen, adaleti sadece kendine yontan vb. gibi daha birçok negatif özelliği barındıran iktidardır.
"İktidar çok uzun süre tek bir kişinin elindeyse güç zehirlenmesi yaratır" da popüler tespitlerden biridir.
Oysa kişinin veya kişilerin güç sahibi olmadan verdiği sinyaller destekçilerince doğru okunmamıştır veya bu tip zaafların ne gibi felaketlere sebebiyet vereceği etraflıca düşünülmemiştir, demek daha doğru olacaktır.
Bugün bu konunun iktidar değil muhalif tarafını konuşalım istiyorum.
Hak temelli çalışmalar yapan belli bir popülerlik, tanınırlık ve 'saygınlık' kazanmış muhalif kişilerin, iktidardan hiç farklı olmayan sosyal zorbalıklara yatkınlıkları, eleştiriye muhtaç ama eleştiriye geçit vermeyen tutumlarını anlamaya çalışalım.
Ortada 'uzun süren bir iktidar dönemi' yokken, henüz hiç kazanan taraf olamamışken, zehirlenecek bir güç, sarhoşu olunacak başarılardan da söz edilemezken yaşanan bazı 'sorunlu davranışlar'dan söz edelim istiyorum.
Farkında mısınız bilmiyorum ama son dönemlerde karşımıza sıklıkla çıkan bir 'iç sorunumuz' var, ülkeye demokrasi gelsin diye elinden geleni ardına koymazlıklarıyla 'tanınmış muhalifler'den bazıları, karşısında hayranlıkla eğilenlere o kadar alışmış ki, farklı bir davranışı görmeye tahammül edemeyecek düzeye gelmişler.
Bir çeşit 'kendine tapma' mı demek lazım veya birilerinin kahramanı olma düşüncesine fazlasıyla kendini kaptırmak mı, adlandırmakta zorlanıyorum.
Belki burada devreye politik psikoloji uzmanları girmeli.
Baktığınızda bu insanlar iyi şeyler yapmaktalar, evet.
İnsan hakları alanında mücadele veriyorlar.
Haksızlığa uğrayanların yanında duruyorlar.
Keskin beyanlar veriyorlar.
Korkusuzlar.
Cesurlar.
İdeal bir demokrasi istediklerini dile getiriyorlar.
İktidarın tartışmasız karşısında konumlanıyorlar ve iktidarın temsil ettiği her şeye temelden karşılar.
Özetle, dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirmeyi kendilerine iş edinmişler, öyle de tanınmışlar, ün sahibi olmuşlar.
Sonra bir bakıyorsunuz o tanınan kişilere, insan haklarını ihlal ediyorlar, birilerini haksızlığa uğratıyorlar…
E bu nasıl iş diye kalakalıyoruz doğal olarak.
Misal, hak temelli çalışmalarla tanınmış bir kişi, ama bir tek çalışanına dahi söz hakkı tanımadığını görüyorsun, öğreniyorsun.
Sonra bakıyorsun, bir diğeri kendini eleştirene ulu orta, mahalle kavgası düzeyinde had bildiriyor. Nereye konumladırdıysa kendini, nasıl bir gölgesine âşık olmaysa artık yaşadığı, frene basamıyor bile.
Sonra bir bakıyorsun, bir başkası da "bu bana yaptığın bir psikolojik tacizdir" diyen kadına kendi yaşattıklarını yok saymaya, çevresini de konuyu küçümsemeye yönlendirmiş… Çıkıp özeleştiri vereceğine, hatta kamu önünde özür dileyeceğine yok sayıyor, sayabiliyor.
Bunu yaparken de yandaşlarınca destekleniyor, korunuyor, kollanıyor.
İşte burada konu daha can sıkıcı hale geliyor. Çünkü o dünyada 'arkadaş yandaşlar' diye tanımladıklarımın tamamı 'yüksek bilinç düzeyinde' kabul ettiğimiz, ülkenin bana göre en parlak insanlarından oluşuyor.
Normalde tepki koymalarını, tavır almalarını beklersin ama onlar da susuyor. Susarak destek veriyorlar.
Oysa o büyük sosyal baskıya rağmen ayağa kalkıp birilerinin dokunulmaz kıldığı kişiyi eleştirebilmiş kadınlar, sırf bu cesareti gösterebilmiş olduklarından dolayı bile -ki genellikle kadınlar ayağa kalkıyor- en azından desteklenmeyi hak ediyor olmalılar.
Biz değil miydik her fırsatta sorgulayan, eleştiren bir toplum hayal edildiğini anlatan.
Yalan mıymış o büyük, o koca koca laflar?
Sonuçta -biraz da üzülerek- anlıyorsun ki kendilerine kurdukları bu muhalif düzenden çıkacak en ufak bir aykırı sese dahi tahammül yok!
Hatta o aykırı seslere bu muhalif dünyada yer de yok!
Şurada önemsediğim bir parantez açmam lazım.
Son dönemde adına ister 'ifşa' dersiniz, ister eleştiri, ister 'hesap sorma…' Birçok entelektüel hayal kırıklığı yaşadık. Bırakınız kendisiyle yüzleşmeyi, eleştiri yönelteni 'recmedenler' gördük.
Bu ortamda Yaman Akdeniz, kendisini 'psikolojik şiddet' uygulamakla eleştiren eski çalışanı Kudret Çobanlı'ya bir cevap ve özür metni yayınladı. Doğrusu Akdeniz'i tebrik etmek lazım. Pek alışık olmadığımız bir tavırdı.
Peki genelde eleştiri karşısında ne yaşandığına şahit oluyoruz,
"Mağdurum" diyen veya bir eleştiri ortaya koyan önce 'arkadaş yandaşlar'ın hakaretine uğruyor…
Sonra üzerlerinde tepiniliyor…
Mutlaka ama mutlaka o aykırı ses 'başka amaçlar'ı olmakla suçlanıyor.
En önemlisi de ve yine iktidarla benzeşerek, bu ve benzeri eleştiriler bir daha çıkmasın, çıkamasın diye, ibretiâlem dercesine itiraz sahibi karşısında sosyal baskı kurularak orantısız güç kullanılıyor.
Sosyal medya linçleri bu uğurda en etkili silahlardan.
Muhalif dünyanın güçlüsü, bağlantıları sağlamı, popüleri diğer demokrasi sevdalılarının önünde hiç de centilmence olmayan bir şekilde, görece kendinden daha 'zayıf olanı' paralıyor…
Ve ne tesadüftür ki genellikle paralayan da genellikle erkek, paralanan da genellikle kadın oluyor!
Güçlü olanın alkışlanması, zayıf olanın 'iptal kültürü'yle (iptal kültürü toplumsal bir dışlama modelinin modern adı aslında ve amacı da 'farklı düşüncenin silinmesi.' Bizden olmayan bizden değildir, gibi de yorumlanabilir) cezalandırılmasıyla konu kapanıyor.
Yani büyük resimde yaşananın tıpatıp aynısı muhalif kesimde de yaşanıyor.
Zorbalık desen zorbalık…
Psikolojik şiddet desen âlâsı.
Hadisenin, tıpkı Tayyip Erdoğan'ın yaptığı gibi sindirme, 'piyasadan silme', itibarlı işler yapmasını önleme, ortamlardan dışlama, 'o bizden değil' diye damgalama gibi tezahür ettiğini de görüyoruz.
Evet ve maalesef bu yönelimleri sözüm ona demokrasi sevdalılarında görüyoruz.
Bazen bir akademisyen olarak…
Bazen bir gazeteci…
Bazen de bir avukat olarak çıkıyor karşımıza.
Ve dediğim gibi en acısı da diğer 'demokratlar'ın gözleri önünde, şahitliğinde, sessizliğinde…
Misal bazı feministlerin, bazı sözüm ona kökten muhaliflerin 'like'ları eşliğinde…
Etik sevdalılarının sessiz kalışlarıyla…
Bazı insan hakları çalışanlarının gözardı edişleriyle yaşanıyor tüm bunlar.
E hani kadın haklarıydı?
Hani çalışan haklarıydı?
Hani güçlünün güçsüzü ezmesine asla tahammülümüz yoktu.
E şimdi ne oldu, onca iddialı tavır, söylem çöp mü oldu?
İnsan sadece bu tablo karşısında bile umutsuzluktan ölecek gibi oluyor.
Sonuç ortada.
"Solcuyum" diyerek solcu, "Demokratım" diyerek demokrat, "Feministim" diyerek feminist olunmuyor.
Çok üzgünüm ama olunmuyor işte.
Keşke olunabilseydi, hayat çok daha kolay olurdu ama olunamıyor işte.
Kişisine, yerine, getireceği 'like' sayısına veya popülerliğe zarar verip vermeyeceğine göre, bu ilişkiler ağı sayesinde kazanılacak bağlantılar, kurulacak ilişkiler, edinilecek 'saygınlık' hesabı yapılarak giyinilen tüm ideolojilerin, akımların, siyasal ve toplumsal hak arayışlarının da içi boşalıyor haliyle.
Size çok kötü bir haberim daha var.
Okumadan, çalışmadan, sorgulamadan, ezberleri bozmadan, tartışmadan ilerlemek de mümkün olmuyor.
İlerlemenin bir diğer olmazsa olmazı da eleştiri ve özeleştiri mekanizmalarının çalışmasıdır.
Yani bir iki sol terminoloji ezberlemek, slogan atmakla ülke kurtulmaz!
Evet belki birileri geçici süre kahramanlaşır, ideolojik ün sahibi olur ama o kadar, daha fazlası çıkmaz. Çıkmıyor da zaten. 20 yıldır yeni bir söylem, siyaset, yeni bir olasılık dahi koyulamadı ortaya.
Ama bu tablo dahilinde bile herkes kendine âşık!
İnanılır gibi değil ama öyle.
Özetle…
Kendisini tartıştırmayan kimse ülke adına verimli tartışmalar da yapamaz.
Tıpkı AK Parti politikacıları gibi sadece dayanaksız ego şişmesi yaşar.
Bizim de en son ihtiyacımızın olan şey budur.
Bugün bir diğerine, daha da acısı zayıf gördüğüne saygı duymayanlara göz yumarsak, ağzına 'demokrasi' lafı almış yürüyenin eylemindeki farklılıkları gözlemleyip bunları konuşmazsak, tartışmazsak sırf popülerler, sırf avantajlılar, sırf güçlüler diye sessiz kalırsak tarihin tekerrüründen kafayı kaldıramayız.
Demem o ki; ülkeyi değiştirme sevdasına önce kendimizden başlamalıyız. Değişimin yolu da eleştiriden geçer. Oturalım önce kendimizi, önce yanımızdakini, önce aynı davada yürüdüklerimizi eleştirelim, çünkü bu mevcut halden hiçbir 'kurtuluş senaryosu' çıkmaz.
Yoksa…
Değil Sedat Peker, Mehmet Ağar'ın kendisi çıkıp ifşalarda bulunsa yine de olmaz, yine de olmaz!