19 Ekim 2021

Pazara düşen sağlığımız: Hastalanmadan sağlık hakkı

Anayasa, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” der demesine ama konu devletin ödevleri olduğunda, vurgusunu muğlaklaştırır. Anayasa, sosyal devlet ilkesine yer vermiş olmasına rağmen tamamen parasız evrensel bir sağlık hizmeti sunulamıyor.

Descartes’e kendisine sorulan “en önemli varlık nedir” sorusuna, çok özgün olmayan ama felsefi açıdan net bir yanıt verir: “En önemli şey yaşam ve sağlıktır, hiçbir şey bu kadar önemli değildir.”

Bu, iş fırsatları, çocuk sahibi olma ve yetiştirme ve yaşamın tadını çıkarma gibi çok sayıda eylemin ön koşulu olduğu için çok doğru aynı zamanda merkezî…

Bu merkezî konu, hukuku düzenlerinin merkezi olan anayasalarda da genelde yer bulur. Bizde ilk kez 1961 Anayasası’nda bir temel hak olarak yer alan bu hak, “Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir.” diye nispeten güçlü bir kalıpla düzenlenmişti. 12 Eylül rejimi bu mantığı aşındırdı. Anayasa, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” der demesine ama konu devletin ödevleri olduğunda, vurgusunu muğlaklaştırır:

“Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.

Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.

Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.”

Yani 1961 Anayasası’ndaki “sağlama” biçimindeki pozitif ödevi, 1982 Anayasası’nda daha renksiz bir “düzenleme” ödevine doğru kaydı. Aslında bu tam olarak 24 Ocak kararlarından sonraki neoliberal iklimi değişikliğinin yeşermesine uygun bir çerçeveydi. Devlet, sağlıktan elini çekmeli, sistemi piyasalaştırıp özelleştirilmesi sürecinde “düzenleyici” işlev görmeliydi. Bu istenç, uygulamada karşılık buldu. 1980’li yıllarda Dünya Bankasının kredi teşvikleriyle mayası karılan hamuru, 2000’li yıllarda fırına atmak AK Parti’ye nasip oldu. Sağlıkta dönüşüm programı diye kodlanan bu süreç bu hakkın gelişmesine beklenen düzeyde katkı sunmadı.

Sağlıkta dönüşüm ilizyonu

Öncelikle bu konuda sıklıkla ileri sürülen bir ilizyona karşı uyanık olmak gerekiyor. Sağlık konusundaki veriler, gelişmekte olan ülkelerin tamamında yıllar içinde ilerleme kaydeder. Bu hem bilim ve teknolojinin gelişmesinin hem de çok yönlü ilerlemenin doğal sonucudur. Dolayısıyla böylesi göreli ilerleme, bir başarı olarak sunulsa da gerçekte diğer ülkeler ve önceki dönemlere göre ilerleme düzeyi dikkate alınmalıdır. Konuya böyle bakıldığında “sağlık hakkı”nın nitelikli biçimde korunduğunu söyleyemiyoruz. Bebek ölüm hızı, doğuşta beklenen yaşam süresi, kişi başına yıllık sağlık harcaması, önceki yıllara göre ilerlese de beklenen (yani geliş artışına koşut olarak) oranların altında kalıyor[i].

Sağlıkta özelleştirme

Türkiye, gelişmekte olan diğer pek çok ülkeye göre daha sosyal bir sağlık sistemine sahipti. Bunda özellikle 1961 Anayasası’nın ve o dönemde çıkarılan Sağlıkta Sosyalizasyon Kanunu’nun payı büyüktü. Bugün, çok sayıda aşınmaya rağmen hâlâ o kazanımın getirilerinden faydalanıyoruz. Fakat sağlık hızla özelleşiyor.

Anayasa, sosyal devlet ilkesine yer vermiş olmasına rağmen tamamen parasız evrensel bir sağlık hizmeti sunulamıyor. Yurttaşlar, vergi ve prim ödemelerine rağmen 2002 yılından bu yana bir de ayrıca “katkı payı” adı altında ödeme yapmaya zorlanıyor. Bugün kâğıt üzerinde 11 milyondan fazla kişi sigortalı görülmesine rağmen sağlık harcamalarının %20’den fazla kısmını yurttaşlar ceplerinden ayrıca karşılıyor.

AK Parti dönemindeki özel hastaneleri kayıran ve taşeronlaşmaya kapı aralayan bu neoliberal politika, sağlığın ticarileşmesine hizmet ediyor. Bu ticarileşmedeki düzensizlik ve plansızlık “sağlık kartelleri” (büyük özel hastaneler lehine, özel tıp merkezi, muayenehane poliklinikler aleyhine) işliyor. Dahası söz konusu kayırma, hakkaniyet ve verimlilik de getirmiyor. Örneğin 2018’de ulaşılan verilere göre;

  • Özel hastanelerin toplam sağlık harcamasından aldıkları pay, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’de %12,2 iken %18,4 düzeyinde. Bu pay da verimlilik sorunu yaratıyor çünkü özel hastanelerdeki kapasite kullanımı %70’in altında seyrediyor. Yani bir tür israf söz konusu.
  • Özel hastanelerdeki kaba ölüm hızı, devlet hastanelerinden daha yüksek. Bunun anlamı, özel hastanelerin tüm teşviklere ve ayrıcalıklara rağmen kamu hastanelerinden daha geride kalması.
  • Sosyal Güvenlik Kurumunun devlet hastaneleri için vaka başına yaptığı ödeme 97 TL iken, bu miktar özel hastanelerde vaka başına 120 TL’dir. Bu farkın hiçbir makul açıklaması yok.

Yeni hastalık biçimleri ve kapitalizm

Sağlık, diğer bütün sosyal haklardan ayrı, özel bir yerde duruyor. Sosyal haklar literatürüne göre göre sağlık alanındaki eşitsizlikler, toplumun temel yapılarındaki sorunların açıkça görünür olduğu bir turnusoldür. Yine aynı literatürde dikkat çeken ve az bilinen bir gerçek vardır: Sağlık konusundaki gelişmelerde önleyici ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin payı sanılandan azdır. Bu konudaki esas faktör, sosyoekonomik gelişmeler, beslenme, hijyen ve yaşam koşullarıdır. Çünkü sağlık hizmetleri, çoğu kez hastalanınca devreye girer oysa sağlıklı olmak oraya “düşme”yi gerektirecek koşullarda olmakla mümkündür. Bu nedenle aslında sağlık konusundaki her değerlendirmede diğer alanlardaki sosyal adaleti dikkate almak zorundayız.

Sosyal adaletsizlik sağlığı derinden etkilemekle kalmıyor, yeni hastalık biçimlerini de yaygınlaştırıyor. Türkiye’nin içine girdiği, son çeyrek asırda ise iyice battığı kapitalist bataklığın yeni yaygınlaştırdığı hastalıkların başında obezite ve depresyon geliyor.

Türkiye OECD verilerine göre obezite konusunda Avrupa’da birinci, dünyada ise dördüncü sırada. Bu oran, kadınlarda %40 düzeyini geçmiş bulunuyor.  Bu durum, zenginlikten kaynaklanmıyor. Geçmişte kilolu olmak zenginliğin göstergesiyken bugün bu dengesiz ve hazır gıdayla beslenmenin, dolayısıyla da yoksulluğun göstergesidir. Pek çok uzmana göre eşitsiz çevreden kaynaklanan ölümcül bir etken (stres), onunla başa çıkmak için sağlıksız davranışlara yol açıyor. Zira genellikle şeker ve yağ içeriği yüksek olan kimi “rahatlatıcı yiyecekler” ile uyuşturucu maddeler, insanların mutsuzluk ve karşılıksız kalan duygusal gereksinimlerine yanıt veren bir araca dönüşmektedir. Başka bir deyişle sigara, yoğun alkol kullanımı ve rahatlamak için yemek, çaresiz kitlelerin kaygıyla başa çıkma yöntemidir. Zaten Türkiye’de onca yasağa rağmen, tüketilen toplam sigara sayısında azalmanın olmamasının nedenlerinden biri de tam olarak budur.

Bu alanda uzmanlaşmış Profesör Richard Wilkinson’un şu sözleri çok doğru:

“Bütün mesele çok fazla cips tüketmek veya yeterince egzersiz yapmak olsaydı, bu tek başına, insanların deneyimlediği yaşam kalitesinin çok daha az iyi olduğu anlamına gelmezdi. Cips yiyerek mutlu olabilirsiniz. Ama sosyal stres kaynakları, zayıf sosyal ağlar, özsaygının düşük olması, yüksek oranda depresyon, kaygı ve güvensizlik, kontrol kaybı hissi, tüm bunların yaşam tecrübemiz üzerinde öyle temel bir etkisi vardır ki, yaşam kalitesi üzerindeki etkilerin, ömür uzunluğu üzerindeki etkilerden daha önemli olup olmadığını merak etmek daha akla yatkın gelir.”

Yine OECD verilerine göre Türkiye’deki nüfusun yaklaşık %15’i ruhsal sağlık sorunu veya madde kullanımından mustarip. Daha spesifik verilere göre nüfusun %5’ine yakın depresyonda. Türkiye’de ruh sağlığına toplam sağlık bütçesinin yüzde 1’inden daha az pay ayrıldığı dikkate alındığında bu oranın daha da artacağı tahmin edilebilir.

Bu durum genel olarak sağlık hakkının üstünde ağır bir tehdittir. Çünkü birçok araştırmaya göre psikosoyal süreçler, erken yaşta sağlıksızlık ve ölüme neden olma konusunda sanılandan da çok ağırlık taşıyor. Buna Türkiye’ye özgü ve iktidarın da yol açtığı cehalet ve gericiliğin beslediği etmenler (örn. Türkiye’nin gereksiz antibiyotik kullanımında dünyada birinci olması ve aşılama oranının hızla geriliyor olması) da dâhil edildiğinde devletin hayatımızı “beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak” konusundaki ödevini pek de iyi biçimde yerine getiremediğini söyleyebiliriz. Bu diğer pek çok konuda olduğu gibi anayasal yozlaşmanın bir parçasıdır.

Görsel internetten alınmıştır

[i] Bu konuda çok sayıda veriyi ve hesaplama yöntemini, halk sağlığı doktoru İlker Belek’in AKP’li Yıllarda Sağlık (Yazılama, 2020) kitabında bulmak mümkün.

Yazarın Diğer Yazıları

Nedir şu “Yerel Özerklik” dedikleri? | Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı

Bir kişinin terör mahkûmu olursa belediye başkanı olamaması anlaşılır ama daha hüküm yokken peşinen ve bu kadar çok sayıda seçilmiş kişinin görevden alınmasında her hâl ve kârda ağır abeslik var

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir