Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997'de yayımladığı kararlardan bugüne neredeyse çeyrek asır geçti. Pek çoklarının "post-modern darbe" niye nitelediği kararlar, içerik itibarıyla sözcüğün teknik anlamıyla post-modern değil fazlasıyla modernistti. Laiklik ilkesine ilişkin yasaların etkili biçimde uygulanması, Kur'an kurslarının ve cemaatlerle ilişkili okulların sıkı biçimde denetlenmesi, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, TSK'dan atılan kişileri savunan ve orduyu din düşmanı gösteren medya kuruluşlarına ve Atatürk aleyhine eylemlere dönük ceza tedbirlerinin uygulanması, kurban gelirlerinin derneklere bağışlanmasının önlenmesi ve kıyafet devrimi kurallarına uyulması gibi başlıklar, kararların "modern" yönünü ortaya koyuyordu.
Söz konusu kararlardan sonra Refah Partisi ve Doğru Yol Partisinin Refahyol Koalisyonu çatlamış, şeriatçı ve Anayasa'ya düşman olduğu ulusal ve uluslararası düzeyde tespit edilen Refah Partisi kapatılmış ve partinin genel başkanı Necmettin Erbakan yolsuzluk (kayıp trilyon davası) yaptığı için hapis cezasına çarptırılmıştı. Anılan yıllarda bu partinin üyesi olan sayın Recep Tayyip Erdoğan da okuduğu bir şiirden ötürü "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçundan dolayı on ay hapis cezasına çarptırıldı. Siirt'te bir mitingde, tekbir sesleri eşliğinde okuduğu şiirin dizeleri şöyleydi: "Minareler süngü, kubbeler miğfer/Camiler kışlamız, müminler asker/Bir şey bizi sindiremez/Gökler yerler açılsa üzerime tufanlar, yanardağlar saçılsa/Biz oyuz ki imanı ile övündüğümüz ecdadımız/Titretici şeylere hiçbir gündüz çekmemiş…"
Geçtiğimiz hafta sonu, bugün AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olan Erdoğan'ın söz konusu geçmişe gönderme yapan ve şu sözleri içeren bir videosu yayımladı:
"28 Şubat döneminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıydım. Okuduğum bir şiir sebebiyle, hukuksuz bir şekilde hapse atıldım ve siyasi hayatım bitirilmek istendi. Şu an halkın oylarıyla seçilmiş ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak görev yapıyorum. Her türlü engellemelere rağmen şan ve şerefle aziz milletime hizmet ediyorum. Darbe bir insanlık suçudur. 28 Şubat'ı yaşadım. 28 Şubat'ın farkındayım."
Sayın Erdoğan bu açıklamasıyla, bir bakıma anılan dönemde "düşünce suçlusu" olduğuna gönderme yapıyor. Bu doğru bir tespit. Bir siyasetçinin, aktardığım türden bir şiiri okuduğu için hapis yatmak zorunda bırakılması ifade özgürlüğünün ihlalidir. Bu konuda gerek Anayasa Mahkemesinin gerekse İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin içtihatları belli. Dolayısıyla bu belirleme pek tartışmalı değil.
Gelgelelim bu süreç sadece bununla sınırlı değil. Pınarhisar Cezaevi'nden Ankara'ya uzanan yolculukta, anayasa tarihi yönünden önemli bazı başka olaylar da vardır. Bunları da hatırlamak, toplumsal hafıza açısından önemlidir.
1) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na kayyım atanmadı
Recep Tayyip Erdoğan, 1994 yılında yapılan yerel seçimlerde İstanbul'da yüzde 25 oy alarak belediye başkanı seçilmişti. Bu süreçte, 1930 tarihli Belediye Kanunu yürürlükteydi. Kanun'a 1997 yılında şöyle açık bir hüküm eklendi:
"Belediye başkanlığının boşaldığı veya başkanın görevden uzaklaştırıldığı hallerde, belediye meclisinin on gün içinde toplanması vali tarafından sağlanır. Bu toplantıda Meclis, katılanların salt çoğunluğunun gizli oyuyla ve kendi üyeleri arasından, belediye başkanlığının boşalması halinde bir başkan, başkanın görevden uzaklaştırılması halinde ise bir başkanvekili seçer."
Bu hüküm uyarınca, Erdoğan cezaevine girdiğinde onun yerine bir "kayyım" atanmadı. Aynı partinin üyesi olan Ali Müfit Gürtuna, onun yerine getirildi.
Tarihin ironisi midir bilinmez. Söz konusu hükme istisna getirmek işi de yıllar sonra Erdoğan'ın başkanlık ettiği yönetime düştü. 2016'da çıkarılan bir OHÂL KHK'sıyla, belediye başkanlarının, başkan vekillerinin veya meclis üyelerinin görev yerlerinin boşalması durumunda Belediye Meclisinin yeniden seçim yapmayıp doğrudan İçişleri Bakanı tarafından atama yapması olanağı düzenlendi. Bu hüküm, Anayasa'ya aykırı olmasına rağmen yaygın biçimde uygulandı, uygulanıyor.
"Atanmışlar, seçilmişlere üstün değildir" şiarlarıyla iktidara gelen bir partinin, seçilmiş belediye başkanının boşalan koltuğuna yeniden seçim yapılması yerine, atanmış İçişleri Bakanı tarafından "kayyım" atanmasını savunması, tarihin acı ve ironik bir başka cilvesi olsa gerek.
2) Erdoğan'ın seçilmesi için Anayasa'da değişiklikler yapıldı
Öykü burada bitmedi. Erdoğan'ın almış olduğu ceza, kendisinin milletvekili olmasının önünde engel yarattı. Çünkü Anayasa'nın 76'ncı maddesinde şöyle bir hüküm vardı: "(…) ideolojik ve anarşik eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler." Halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu, anılan nitelikte sayılıyordu. Bu madde değişmedikçe Erdoğan'ın milletvekili olması mümkün değildi. Bu konuda adımı, bugün iktidar çevrelerince "ulusal güvenlik sorunu" olarak nitelendirilen ve düşmanlaştırılan Cumhuriyet Halk Partisi attı. AK Parti ve CHP'nin ilk ve tek anayasa değişikliğinde maddedeki "ideolojik ve anarşik eylemlere" ifadesi "terör eylemlerine" diye değiştirildi.
Ne var ki bu değişiklik yeterli değildi. Genel seçimler yapılalı iki ay geçmemişti, yeniden seçim yapılması pek olası değildi. Genel seçimlerden sonraki ilk altı ayda da ara seçim yapılması mümkün olmuyordu. Bunun için de "kişiye özel" bir formül geliştirildi. Anayasa'ya "bir ilin veya seçim çevresinin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde üyesinin kalmaması halinde, boşalmayı takip eden doksan günden sonraki ilk Pazar günü ara seçim yapılır" hükmü eklendi.
Ahmet Necdet Sezer'in geri göndermesine rağmen değişiklik, ısrar üzerine kabul edildi. Anılan süreçte, AK Partili Mervan Gül'ün istifa etmesi ardından da YSK'nın verdiği bir karar üzerine tam da Erdoğan'ın şiir okuduğu Siirt'te seçime gidildi. Erdoğan, milletvekili seçilmiş oldu.
Söz konusu tarih, Anayasa'nın kişiye, gündeme ve bağlama göre değiştirilmesi sürecinin bir başlangıcıydı. O günden bugüne 11 farklı girişimle, Anayasa'nın yüzden fazla maddesi değişti.
* * *
Üstünden neredeyse çeyrek asır geçen 28 Şubat bağlamında kolaylıkla "darbelere geçit" yok denip demokrat bir görüntü sunulmaya çalışılabiliyor ama laiklik konusundaki geriye çekiliş hız kesmeden devam ediyor. Demokrasi ve insan hakları konusunda eski şarap yeni şişede varlığını sürdürüyor.
Bugün, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi isimler, yargı kararlarına rağmen tutulmaya devam edilebiliyor. Elliye yakın belediyede, yerel yönetimde halkın seçtiği kişiler değil "kayyım"lar yönetiyor.
Tıpkı vaktiyle Erdoğan'ın deneyimlediği gibi, hatta çok daha güç koşullarda ve çok daha ağır ceza tehditleri altında cezaevlerinde bulunan yüzlerce "düşünce suçlusu" var. Çok sayıda insan hakları raporu ve yargı kararı gösteriyor ki dışarıdaki binlerce kişinin durumu da farklı değil. Üstelik yapılan onlarca anayasa değişikliği ve bugün süregelen yeni anayasa tartışmaları da onlara özel olmadığı gibi bu kişilere umut da vaat etmiyor. Hâliyle şu soru özel bir anlam kazanıyor: Sizin canınız can da diğerlerinin patlıcan mı?