Anayasa'da genel olarak ekonomik alanda ve sosyal politikalarla ilgili olarak, özellikle de kriz dönemlerinde işlev göstermesi beklenen bir kurum var. İsmi Ekonomik ve Sosyal Konsey.
Anayasa'nın 166'ncı maddesi şöyle diyor:
"Ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında Cumhurbaşkanına istişarî nitelikte görüş bildirmek amacıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulur. Ekonomik ve Sosyal Konseyin kuruluş ve işleyişi kanunla düzenlenir."
Kurumun adının Anayasa gibi (güya) üstün bir metinde geçmesinin anlamı olmalı, diye düşünebilirsiniz. Ama öyle değil. "İsmi var cismi yok" kabilinden bir kurum bu. 2010 referandumu sırasında adı Anayasa'ya taşındı ama o günden bugüne bir kere bile toplanmadı. Zaten Anayasa'nın çıkarılmasını emrettiği kanun da bir türlü çıkarılmadı.
Ekonomik ve Sosyal Konsey nedir?
Ekonomik ve sosyal konseyler, II. Dünya Savaşı'ndan sonra özellikle sosyal devlet uygulamalarının baş gösterdiği Avrupa'da (ABD'de kesinlikle değil) ortaya çıkan yapılar. Avrupalıların, sınıfları yok saymak yerine, emek-sermaye çatışmalarına mevcut hukuksal sınırlar içinde kurumsal çözüm bulmaya çalışmalarının bir ürünü olan bu yapılar, bugün pek çok Avrupa ülkesinde var. Bir solukta saymak gerekirse; Fransa (md. 69-71), İspanya (md. 131), İtalya (md. 99), Portekiz (md. 92), Romanya (md. 141), Yunanistan (md. 82) gibi ülkelerde bizzat anayasal düzeyde tanınmıştır. Hatta Fransa'da işin içine çevresel konular da katılmış bulunuyor.
Konseylerin kurulma mantığı belli: Devlet, iktisadi ve toplumsal politikalar belirlenirken, emekçilerin ve işverenlerin örgütlü beklentilerini ve taleplerini öğrensin; icabında toplu sözleşme ve görüşme süreçlerini hakem rolüyle kanalize etsin. Bu bakımdan, parlamentoların "siyasi menfaatlerin temsili" işlevinden farklı olarak, bir de "ekonomik menfaatlerin temsili" işlevi sağlansın.
Böyle bakınca, bir tür "demokratik korporatizm" kurumlarından bahsediyoruz. Böyle kurumlar, kimilerine göre sınıf çatışmasını yatıştıran, kimilerine göre ise sınıfların siyasal katılımına olanak tanıyan bir anlam taşır. Aslında her iki yorum da doğrudur. Ama bana kalırsa nereden bakılacağı, tamamen bağlama bağlıdır. Kurumun işlevi de onu sahiplenene ve taşıyacağı yere göre değişir.
Türkiye'de Ekonomik ve Sosyal Konsey
Bizde böylesi kurumlar ilk kez Osmanlı'da Hürriyet Devrimi'nden sonra gündeme gelmişti. Meşrutiyet dönemindeki İktisadiyat Meclisi ve Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki Âli İktisat Meclisi ile İzmir İktisat Kongresi, Konseyin erken dönem örneklerindendi. O zamanlarda iktidarlar, ülkenin ekonomi politikasını belirlerken söz konusu kurumların da fikrini almıştı.
Az bilinir ama ilginçtir: Cumhuriyet'in ilk yıllarında yeni anayasa tartışmaları sürerken Tunalı Hilmi Bey, Meclis'te farklı mesleklerden temsilcilerin de bulunması, yani ekonomik temsilin de sağlanmasını önermişti. Bu öneri, Meclis'te (yanlış bir kanıyla) fazla sovyetik bulunup reddedilmişti. Yine 27 Mayıs'tan sonra Hikmet Kıvılcımlı, böylesi bir anayasa maddesi önerisiyle gelmiş, fakat bu defa da öneriye, Musollini'yi çağrıştırdığı için itibar edilmemişti.
Kuşkusuz bunların hiçbiri bugünkü anlamıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey değildi ama arkasında yatanla benzer bir mantığa dayanarak önerilmişti.
Türkiye'de bu konudaki önemli gelişme, 1990'lı yılların başında Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 144 no.lu Sözleşme'sine taraf olmamızla yaşandı.
Normalde bir kurumun adı Anayasa'da geçer, o kurum kanunla düzenlenir, ayrıntılar da yönetmeliklere bırakılır. Yani düzenleme yukarıdan aşağı olur. Burada ise süreç tuhaf biçimde tersine işledi. Konsey ilkin 1995'te bir genelgeyle kuruldu. Bu, ILO Sözleşmesi'ne taraf olmanın acele gereği olarak gösterildi. Fakat iktidara gelen her özne, Konsey'in yapısını kendi kafasına göre değiştirince, beş farklı genelgeden sonra 2001'de kurumun kanunla düzenlenmesine karar verildi. Avrupa Birliği üyeliğinin de gereği olarak "sosyal diyalog" perspektifiyle kaleme alınan Kanun, çok sayıda kurumsal hükümle birlikte "üç ayda bir" toplanma koşulu getirdi. Fakat bu süreçte Konsey, hepi topu dokuz defa toplandı.
2010 yılına gelindiğinde ise 12 Eylül referandumu sırasında sendikaların desteğini almak için kurumun ismi paravan olarak kullanıldı. Konsey, Anayasa değişikliğinin makyaj hükümleri arasına girdi. Referanduma sunulan metinde şöyle afili bir gerekçeye yer verildi:
"Ekonomik ve Sosyal Konseye, geniş bir yelpazede, toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcilerinin katılımıyla, ekonomik ve sosyal sorunlar ile bunlara ilişkin çözüm yollan hakkında görüş üreten fonksiyonel bir kurumsal yapı kazandırılması hedeflenmektedir."
Bu ağdalı iddialara rağmen Konsey, hiçbir zaman toplanmadı. Oldukça sorunlu bir kanun tasarısı sunulmuş olmasına rağmen o tasarı da unutuldu gitti. Arada, mevzuatta, kuruma dönük ufak değişiklikler yapılmışsa da bunlar "alaturka başkanlık" gereği Cumhurbaşkanının yetkilerini güçlendirmekten ibaretti.
Sözün özü, Ekonomik ve Sosyal Konsey anayasal bir hayalet hâlini aldı.
Dinlemeye bile tahammülsüz olmak
Şimdi şu notu düşmek gerekiyor: Konsey'in toplanması veya toplanmaması arasında büyük farklar yok. Bu koşullarda toplanacak bir Konseyin icrai belirleyiciliğinin olacağını veya emekçiler lehine sonuçlar getireceğini beklemek safdillik olur. Gelgelelim bu yazıda dikkat çekmek istediğim durum başka.
Anayasa'nın hiçbir kurumsal maddesi bu düzeyde ihlal edilmiyor. Anayasal bir kurum, on yıldan fazla zamandır sözcüğün tam anlamıyla çalıştırılmıyor. Bunu geçmişte Devlet Planlama Teşkilatı vb. kurumlarla bağlantılı olarak deneyimlemiştik ama bunların hiçbiri anayasal düzeyde tanınmış değildi. Bugün anayasada ismi zikredilen bir kurumun kendisi yok, hafızası silinmiş, kararları ulaşılabilir değil. Sanal ortamda dahi esamesi okunmuyor. Bu bize iki şey söylüyor.
Birincisi, emek güçlerinin, ülkedeki ekonomik ve sosyal sorunlara, bunlara ilişkin çözüm önerilerine dair yürütmeye doğrudan söz söyleme, görüş bildirme olanağı bile yok. Aslında Cumhurbaşkanlığının, sendika ve meslek örgütlerini (çoğu "sarı" olmasına rağmen) dinlemeye bile tahammülü yok.
İkincisi ve daha önemlisi, iktidar göz göre göre anayasal bir kurumu yok sayabiliyor. Bu, bir güç gösterisi olmanın yanı sıra diğer kurumlar için de bir tehdit potansiyeli taşıyor.
Bu nedenlerle meselenin ilkesel bir yönü olduğunu kabul etmeliyiz.