15 Mart 2022

Düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü

Bu iki kavramı iç içe geçirenlerin yaklaşımı boş değildir. Onların bu kavramsal tercihinin tarihsel bir arka planı vardır

Düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü kavramları birbirine karıştırılan kavramlar. Kimileri bu iki kavramı birbirinin yerine kullanıyor. Kimileri ise bu ikisinin farklı olduğunu söylüyor. İki yaklaşım da bir bakıma haklı. 

Farklılık olduğunu söyleyenlerin haklı olduğu nokta şu: Düşünmek içsel bir olgudur; zihin dünyamızda vuku bulur. Oysa ifade etmek dışsaldır. İfade özgürlüğü, düşüncelerin sözcüklerle veya diğer anlatım biçimleriyle dış dünyaya taşması ve etki gösterme şansı bulması durumunda anlam bulur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğünü insanın içsel alanıyla, ifade özgürlüğünü ise dışsal alanıyla ilgili saymak gerekir. Mantıklı bir ayrım.

Fakat bu iki kavramı iç içe geçirenlerin yaklaşımı da boş değildir. Onların bu kavramsal tercihinin tarihsel bir arka planı vardır. Tarihte (ve hatta günümüzde) bazı "düşünceler" hayli tehlikeli sayılmış, kategorik olarak yasaklanmıştır. Bu düşüncelere dair ne varsa kriminalize edilmiş, henüz dış dünyaya saçılmamış olsalar bile o düşüncelerle ilgilenmek veya gizli saklı da olsa onların yanlısı olmak yasaklanmıştır. Soğuk savaş yıllarının Batı dünyasında "Komünizm" böylesi bir düşüncedir. Komünizm düşüncesinin yanlısı olmak, komünistçe düşünmek, böyle bir motivasyonla hareket etmek, dış dünyaya nasıl yansıtılmış olursa olsun yasaktır. Bu bakımdan devletler, sadece dışa vurulanlara uğraşmayıp bunun ötesine geçmeye çalışmış, her hâlükârda işin içinde bir "kızıllık" olup olmadığını araştırmaya bakmıştır. 

ABD'de buna McCarthycilik denir. Bizde de bu cadı avı eksik kalmamıştır. Karacaoğlan şiirlerine atıfla halktan, haktan, zulme karşı adaletten bahsedenlerin  dahi TCK md. 141-142'den yargılanmaları, binlerce kişinin komünist olup olmadığına dair istihbarat fişlemeleri yapılmıştır. 

Uzatmadan söylersek; bu arka planı bilenler "düşünce özgürlüğü" kavramını, belli düşünceleri yasaklayan "düşünce suçu" politikalarına karşı sahiplendi ve kullandılar. Hukuk düzenlerinin tüm düşüncelere açık olması gerektiğini, sınırlamaların düşüncelerin etkilerine ve yarattıkları tehlike veya zararlara göre gerçekleşmesini savundular. Bu kullanım da kendi içinde mantıklı.

Artık soğuk savaş yıllarında değiliz. Komünizm de soyut olarak suç ve yasaklı olmaktan çıktı. Fakat bu terminoloji, yani düşünce özgürlüğü ve düşünce suçu kavramları bugünü anlamak için bize yardımcı olabilir. 

Türkiye'nin geleneksel düşünce suçu: Kürtçülük

Türkiye'de hâlihazırda adı konmamış bazı düşünce suçları var. Yani bazı düşünceler kategorik olarak yasak durumdalar. Bunlar spesifik bir maddeden kaynaklanmıyor, politik bir tercihin ürünü olarak varlık gösteriyorlar. Şöyle ki mesela Türk Ceza Kanunu'nda, Terörle Mücadele Kanunu'nda öteden beri birtakım reformlar yapılıyor. Buna rağmen ifade özgürlüğü bağlamında belli özneler ve söylemler hâlâ mağdur olduğunu iddia ediyor. Yani kanunlar değişiyor ama sorun varlığını koruyor. Çünkü sorun sadece mevzuattan kaynaklanmıyor.

Bu sonuca, aslında İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin Türkiye aleyhine verdiği ihlal kararlarına kuş bakışı bakarak da ulaşmak mümkün. 1998-2018 yılları arasındaki 20 yıllık sürece baktığımızda Türkiye aleyhine verilen ifade özgürlüğü ihlali sayısı 321'dir. Bu ihlal kararları, ifadenin öznesi ve türüne göre tasniflendiğinde yüzde 83'ünün Kürt sorunu ile ilgili olduğu görülmektedir. Kanunlar değişse de bu olayların ve müdahalelerin ortak noktası, hepsinin birden belli bir düşünce biçimiyle ilgili olmalarıdır. Bu düşünce biçimini (pejoratif olmayan biçimde) "Kürtçülük" olarak adlandırabiliriz. Geçmişte "komünizm" için geçerli olan kategorik yasak, bugün "Kürtçülük" için vardır. Bir "Kürtçü"nün görüşlerini, ifade edilme biçimi şiddetle ilişkili olmasa bile, kolluk ve yargı derhâl cezalandırma eğilimindedir. O kadar ki içtihatlardan anlaşıldığı üzere bu konuda, duyargaların açık olduğu bir "kavram seti" dahi olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin içtihada yansıdığı kadarıyla "kirli savaş", "soykırımcı devlet" veya "katliamcı devlet", "bombalayan ordu", "gerilla" gibi kavramlara karşı refleks otomatikleşmiştir.

Durum böyle olduğu için ifade özgürlüğü ihlallerinin ekseriyetini "Kürtçü" basının, partilerin, sendikaların düşünce açıklamaları oluşturur. Öyle ki bu Türkiye'nin normali hâline gelmiştir. 

"Kürtçülük" bir düşünce suçu olmaktan çıkmadıkça da bu normal değişecek değildir.

AK Parti dönemindeki yenilik: Erdoğan karşıtlığı 

"Kürtçü düşünce suçu"na toplum aşina ve fakat duyarsızdır. 1990'lara kadar (Hıyanet-i Vataniye Kanunu uyarınca) "vatan haini", 1990'lardan sonra ise (Terörle Mücadele Kanunu uyarınca) "terörist" sıfatlarıyla birlikte anılan bu düşünce suçu, ana akım kitleler için (geçmişte komünizmde olduğu gibi) marjinallere özgü sayılırdı. Bu bakımdan ortalama yurttaşın yaşamına doğrudan dokunmazdı. "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" atasözünü şiar edinen yurdum insanı bu sorunun üstüne çok da kafa yormazdı.

AK Parti, ise bu denklemi kökten değiştirdi. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte "Cumhurbaşkanına Hakaret" isimli suç tipi hortladı. Geçmişte nadiren kamuoyunun gündemine düşen bu suçun piyangosu, "yeni Türkiye"de hemen herkese vurabilir hâle geldi. Sayısı on binleri bulan soruşturma furyası, sosyal medya kullanan bir ergenden, kahvede sohbet eden bir emekli öğretmene kadar yediden yetmişe  herkesi çevreledi. 

İlk suç tipinde adı konmamış sadakat testi, devletin üniter yapısına ve millet tanımına olan bağlılıkla ilgiliydi. Bu bakımdan kişileri, zamanı ve mekânı aşan bir kurumsallığa, kimilerinin "resmî ideoloji" dediği çekirdekle ilgili sayılabilirdi. Yeni suç tipinde ise bu test, hayli kişisel. Öyle ki yurttaşlar, adeta "Erdoğan'ı sevmek veya sevmemek" biçiminde, değerler dünyasına özgü bir turnusolden geçiriliyor. İlk durumdakiler makbul vatandaşken; ikinciler kriminalize ediliyor. İlk kategoridekileri, kamusal hizmetlere girişten, terfilere; ihalelerden vergi aflarına kadar bir dizi ödül beklerken ikincidekilere (hiddetine göre) kan, ter ve göz yaşı akıtmak kalıyor. 

Tabii ki bu denklem, hukukun soğuk diline birebir yansıtmaya gerek kalmadan, sessiz mutabakatlara dayanarak kuruluyor. Bu nedenle, eğer gerçekçi bir arayışımız varsa meseleye, salt teknik ceza reformlarına odaklanarak değil, en azından ondan önce bu mutabakatı yaratan arka planları tartışarak başlamalıyız. Aksi hâlde zamanın ruhuna göre bir düşünce suçu gidiyor, yenisi geliyor. Hatta bazen biri gitmeden beriki katmerleniyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir

Tanju Özcan’ın dinsel yemini yaman bir çelişki

Böyle bir pratik, laiklik ilkesine aykırılığın odağı olduğu geçmişte Anayasa Mahkemesince saptanan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri veya belediye başkanları tarafından dahi gerçekleşmemişti. Bu adımı atmak, bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyesine nasip (!) oldu