02 Ağustos 2022

Anayasa Mahkemesinin "zorunlu din dersi" kararına eleştiriler

Çalışma alanımda olduğu için kararı satır satır dikkatle okudum. Karar, bu denli gerici bir ortamda çölde su birikintisi gibi. Fakat eleştirilecek yönleri de yok değil. Ben en az sekiz noktadan eleştiriyorum

Zorunlu din dersi sorunu Türkiye'nin 12 Eylül'den bu yana kronik tartışma başlıklarından biri. Anayasa'nın konuyla ilgili hükmü şöyle: 

"Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır."

Bu maddenin getirdiği formülü şöyle özetleyebiliriz: Laik içerikteki din kültürü ve ahlak bilgisi dersi zorunlu, diğer dinsel eğitim ve öğretimler (örneğin İslam dersi) talebe bağlıdır. Formül, ilk bakışta makul görünse de uygulamada din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin laik tarafsızlıkla anlatılmaması sorun yaratıyor. Pek çok veli, "dersin ismine değil cismine bakın" diyerek aslında bu dersin zorunlu bir "Hanefi İslam" dersi olduğunu söylüyor ve zorlamaya karşı çıkıyor.

Bu anayasal tartışma hakkında son sözü söyleyecek olan Anayasa Mahkemesi (AYM) idi. Mahkeme, uzun zamandır beklenen zorunlu din dersleri konusundaki kararını verdi. 7 Nisan 2022'de verilen kararın gerekçesi neredeyse dört ay sonra, geçen hafta (28 Temmuz 2022) Resmî Gazete'de yayımlandı. Kararın konusu, 2009 yılında Eskişehir Havacılar İlköğretim Okulu'ndaki bir dördüncü sınıf öğrencisinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması talebinin reddi. 

İdare, öğrencinin babasının bu talebini Anayasa'nın hükmüne de atıfla reddetmiş ve eklemiş: "Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulunun bir yazısına atıfla muafiyetin sadece Hristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla mümkündür." Bunun üzerine, kızının nüfus cüzdanındaki din hanesindeki "İslam" ifadesini de kaldıran baba konuyu yargıya taşımış. İdare Mahkemesi, davalarını kabul etse de Danıştay kararı bozmuş. Gerekçesi ise özetle şöyle: "İdare bu muafiyeti sadece Hristiyan ve Museviler için tanımışken, mahkemeler idarenin yerine geçerek genişletme yapamaz." Danıştay ayrıca söz konusu dersin Anayasa'da zorunlu kılındığını, tek yönlü bir din dersi niteliği taşımadığını, dinler hakkında nesnel ve çoğulcu bir içerik taşıdığını söylemeyi de ihmal etmemiş. Bunun üzerine baba-kız, 2014'te Anayasa Mahkemesinin yolunu tutmuşlar. Başvuruları, sekiz yıl sonra, nihayet başarıya ulaşmış. 

Meraklısı, seksen dört sayfadan oluşan bu kararı şuradan okuyabilir. Ben, çalışma alanımda olduğu için kararı satır satır dikkatle okudum. Karar, bu denli gerici bir ortamda çölde su birikintisi gibi. Fakat eleştirilecek yönleri de yok değil. Ben en az sekiz noktadan eleştiriyorum. Bu yazıda da eleştireceğim. 

Biraz uzunca ve nispeten teknik bir yazı olacağını baştan söylemiş olayım.

1. Salıncak adaleti sorunu

Öncelikle ihlal kararının, yediye karşı sekiz oyla verildiğini görüyoruz. Bunun anlamı, mahkemenin bu konudaki dengesinin, bir üyenin farklı düşünmesi durumunda tam aksi yöne kayabilecek bir "salıncak adaleti" (Amerikalılar merkezde kalıp eğilimini ve kararın akıbetini değiştiren yargıca "swing justice" diyor) getirdiğidir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin (İHAM) bu konudaki, birini 2007'de, diğerini 2014'te verdiği iki net kararı ve Türkiye'nin bu kararları acilen yerine getirme yükümlülüğü akılda tutulduğunda, kararın böyle sallantıda kalması düşündürücü. İdeal koşullarda, oy birliğiyle alınması gerekirdi.

Fakat burada şu notu da düşmek gerekiyor: Bu sallantı yeni değil. AYM'de öteden beri açıkça takip edilebilir bir gruplaşma var. Bu ayrımı, büyük ölçüde üyeyi atayan Cumhurbaşkanına göre kategorize edebiliriz. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanan altı üye (Kadri Özkaya, Recai Akyel, Yıldız Seferinoğlu, Selahaddin Menteş, Basri Bağcı, İrfan Fidan) hükûmet açısından "hassas" nitelikteki davalarda genellikle uluslararası insan hakları hukuku standartlarından ayrılma eğilimi gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül taraşından atanan dört üye (Zühtü Arslan, Hasan Tahsin Gökcan, Engin Yıldırım, Emin Kuz) ise genellikle bu standartlarda ısrar ediyor. Fakat bu ezberi bozan iki üye daha var. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanan Yusuf Şevki Hakyemez genellikle ikinci grupla, Cumhurbaşkanı Gül tarafından atanan Muammer Topal ise çoğu kez ilk grupla hareket ediyor. 

Yine meraklısı, söz konusu eğilimlerin görünür olduğu yakın zamanlı kararları inceleyebilir. Hatta bazılarını aktarayım: Gezi Parkı protestolarıyla ilgili olarak Osman Kavala ve Sarısülük kararları, muhalif gazetecilerle ilgili olarak Müesser Yıldız ve Fikri Sağlar kararları, Kürt sorunuyla ilişkili Umut Çongar kararı, hükûmet karşıtı protestolarla ilgili Yasin Agin ve diğerleri kararı veya OHÂL KHK'leriyle ilgili Gülistan Atasoy ve diğerleri ile Yağmur Erşan kararları anılan bölünmenin görüldüğü örneklerden bazıları.

Dolayısıyla Cumhurbaşkanı atamaları merceğiyle bakıldığında, Anayasa Mahkemesinde beşe karşı yedi oy gibi bir dağılımla ilk grup, yani Erdoğan'ın atadığı üye grubu güçlü görünüyor. Fakat bir de TBMM tarafından seçilen üç üye daha var. Çoğu durumda kararın kaderini bu üç üye belirliyor. Çünkü bu üyelerin tercihleri daha değişken. Bu nedenle AYM, sürpriz kararlar verebiliyor. 

Bazen gruplar arası geçişler de olmuyor değil. Mesela elimizdeki kararda da bu hassas dengeye Erdoğan'ın atadığı Basri Bağcı'nın yaklaşım değiştirmesi etkili olmuş görünüyor. Basri Bağcı'nın kabul edilebilirlik konusunda karşı oy verdiği akılda tutulduğunda, müstakbel bir başka davada aksi yönde karar verilmesi pekâlâ olasıdır. Bu ise Mahkemenin bugün ak dediği bir konuda yarın kara demesi riskini beraberinde getiriyor.

2. Geciken adalet sorunu

Karardaki ikinci sorun, sonuca bağlanma süresiyle ilgili. Görünen o ki baba-kızın bu dersten ilk kez yakındıkları ve mücadeleye başladıkları yıl 2009. Anayasa Mahkemesi ise kararını bundan on üç yıl sonra, 2022'de vermiş. Gerçi idari yargı önündeki süreç de pek kısa sürmemiş. Fakat yine de asıl sorun, Anayasa Mahkemesi aşamasında görünüyor. Zira bu on üç yıllık sürenin sekiz yılı AYM'nin önünde geçmiş.

Bu gecikmenin AYM'nin iş yükünden kaynaklandığı söylenemez. Çünkü Mahkeme (kendi yayımlandığı istatistiklere göre) 2014 yılında, kendisine yapılan yaklaşık 20 bin başvurunun çok daha fazlasını karara bağlamış. 2018 yılında yayımlanan istatistiğe göre 2014 yılından kalan derdest dava sayısı 148'dir. Bu sayı 2019'da 61'e, 2020'de 44'e, 2021'de 38'e inmiş; başvurunun karara bağlandığı Nisan ayına kadar da aynı kalmış. 

Bu verilerden başvurunun sonuçlandırılmasının bilinçli biçimde ertelendiğini ve/veya daha önceden sonuçlandırılmasının mümkün olduğunu anlıyoruz. Buna rağmen nasıl olup da dosya sallantıda bırakılmış? Bunu resmî olarak bilmek mümkün değil. Ama sorunun kaynağını işaret edebiliriz.

Sorunun kaynağı, Anayasa Mahkemesi Kanunu md. 13/1a'dadır. Söz konusu hüküm, "Genel Kurulun ve gerektiğinde bölümlerin gündemini belirlemek" yetkisini Mahkeme başkanına vermekte fakat bu yetkinin kullanılma kriterlerini belirsiz bırakmakta. 

Şeffaf biçimde denetlenmesi de mümkün olmayan bu belirsizlik en az üç ek soruna neden olmuş bulunuyor:

Birincisi, uyuşmazlığın ortaya çıktığı 2009'da dokuz yaşında bir ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi olarak Nazlı Şirin El, bugün yirmi iki yaşında bir üniversite öğrencisi. Anayasa Mahkemesinin gecikmesi, Bayan El'in üniversiteye kadarki eğitiminde Anayasa'ya aykırı bir derse zorlanmasına neden olmuş bulunuyor.

İkincisi, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin bu konudaki ilkin 2007'de, ikinci olarak da 2014'te karar verdiğini söylemiştik. AYM de kendi kararını bu kararlara atıfla temellendirdi. Fakat buna rağmen bu kararların yerine getirilmesi için hızlı hareket etmedi. Bu yaman bir çelişkidir.

Üçüncüsü, Mahkemenin bu gecikmesinin milyonlarca kişiye de olumsuz etkisi vardır. Çünkü dava, başvuruculara uygulanan müfredata odaklanmak durumunda. Fakat Anayasa Mahkemesi karar verinceye kadar 2018 yılında bu dersin içeriği değiştirildi. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin kararı eski müfredat için bir anlam taşıyor. Kararın mevcut duruma, yani şu anki din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine doğrudan bir etkisi yok. 

Görünen o ki Anayasa Mahkemesi bal yemek istiyor ama arı kovanına çomak sokmak istemiyor. 

3. Hantallık sorunu

Anayasa Mahkemesinin kararını okumak kolay iş değil. Karar tamı tamına 84 sayfa. Bunun nedenlerinden biri, kararda muhalif üyelerin karşı oy yazılarının da bulunması. Bu noktaya bir eleştiri getirecek değiliz. Fakat kararı uzatan başka faktörler de var. Onlar eleştiriyi hak ediyor. Örneğin kararda çok sayıda uluslararası belgeye ve uzun bir anayasa tarihçesine yer verilmiş. Anayasa tarihine yer vermek, bunun bir tarihselci yorum açısından kullanılacak olması durumunda anlaşılır olabilir. Ama kararın esasında böyle bir yön yok. 

Çok sayıda uluslararası belgeye yer verilmesi de bu belgelere atıf yapılması durumunda makul sayılabilir. Ne var ki kararın esasında bu türden atıflar da yok. Dolayısıyla kararın okunmasını güçleştiren bu kaynaklara neden yer verildiği sorusu yanıtsız kalıyor. Oysa konu özellikle Çocuk Hakları Sözleşmesi yönünden ele alınabilirdi. Böylelikle bir çocuğun, din hakkındaki konumunu nesnel bir tartımla kendi seçebilmesi ve kendini gerçekleştirmesine ilişkin haklarından da bahsedilebilirdi. 

4. Havaleci çekimserlik sorunu

Kararın içeriğine gelecek olursak; Anayasa Mahkemesi esasa dair çok az şey söylemiş bulunuyor. Mahkemenin ihlal bulma nedeni "bu ders, adı farklı olsa da bir tür din öğretimi dersidir, bu nedenle de zorunlu hâle getirilemez' diyen İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay'ın bu olaydan önceki ona koşut eski kararlarından ayrılacak bir neden göremiyorum." diye özetlenebilir. Yani aslında "belirlemeyi ben yapmıyorum, diğer mahkemelerin yorumuna katılıyorum" demeye meyyal bir yaklaşım söz konusu. 

İşin ilginci, bu taşın altına el sokmayıp kararı başka bir adrese hava etme arayışı, azınlıkta kalan üyelerde de var. Çoğunluktaki üyeler, İHAM/Danıştay'ın geçmişteki tespitlerine atıfla haklı çıkma arayışındayken, azınlıkta kalan üyeler dosyayı bir "uzmanlar heyeti"ne gönderip çözdürmeyi istiyor.

Oysa somut olayda, dersin içeriğinin neden tek yönlü bir aşılama (endoktrinasyon) taşıdığına dönük spesifik belirlemeler yapmak ve idareye yol göstermek gayet mümkündü. Böylelikle, söz konusu aşılamanın sadece din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde değil, duruma göre nefret söylemi ve düşmanlık yönünden tarih dersinde, yaradılış teorisi bağlamında biyoloji dersinde, hatta Alevi kültürünün yok sayılması açısından müzik dersinde bile olabileceğine dikkat çekilebilirdi. Fakat Mahkeme bu tür belirlemelerden kaçınmış görünmektedir. 

Bu çekimserlik, belli ki "hassas" sayılan bir konuda olabildiğince az şey söyleme istencinin bir tezahürü. Kanımca, Mahkemenin incelemesini 2018 yılından önceyle sınırlayarak, hâlihazırda yürürlükteki müfredata dair de bir şey söylememeyi seçmesi de aynı bakış açısının bir sonucu.

Hatta daha da ileriye gidelim. Mahkemenin ihlal karar belirlemesi yaptıktan hemen sonra "apolojist" biçimde, dersin (farklı içerik taşımak kaydıyla) önemine dönük göndermelere yer verilmesi de hükûmetin olası tepkilerine karşı bir ön alma arayışı olarak yorumlanabilir. Bu durum, gören gözler ve duyan kulaklar için, Anayasa Mahkemesinin ne denli baskı altında olduğuna dair bir mesaj kabîlinden.

5. Alternatif görüşlere kapalılık sorunu

AYM'nin esasa dönük belirlemelerden kaçınıp bütün bir meseleyi "İHAM ve Danıştay içtihatlarından ayrılmayı gerektirecek bir durum yok" biçiminde özetlenecek bir yaklaşımla kavramasının bazı ek sonuçları da var. Bunlardan en önemlisi bu tutumun, Mahkemenin özgün açılımlar geliştirmesine de engel olması. 

Örneğin daha ilk bakışta; bir yandan bu dersin tamamen nesnel olduğu iddia edilirken, diğer yandan gayrimüslimlerin muaf tutulabilmesi çelişkisi, üzerine gidilebilecek önemli bir fırsat sunuyordu. Zira "bu ders tam bir nesnellik içindeyse, Hristiyan veya Musevi öğrenciler neden bu dersten muaf tutuluyor?" sorusu sorulmayı bekliyordu.

Öte yandan; öğretide, bizim de savunduğumuz bir görüşe göre söz konusu dersin zorunlu olması müfredatta zorunluluk anlamına gelebilir. Bu zorunluluk ise, uygun koşullar varsa dersten muafiyet olasılığını dışlamaz. Örneğin beden eğitimi dersi müfredatta zorunluydu özel bir talep olmadıkça her öğrenci bu dersten sorumluydu. Fakat bu zorunluluk, örneğin bacağı kırılan bir öğrencinin bu dersten muaf tutulmasına engel değildi. Aynı mantığın din kültürü ve ahlak bilgisi dersi için de uygulanmaması için bir neden yoktur.

Keza, söz konusu dava, kişilerin bu dersten muafiyetinin kabul edilmesi durumunda da ihlalin devam etme olasılığının bulunacağı, dolayısıyla bu türden derslerde muafiyetin değil, talebin belgelenmesi gerektiği yönündeki savların değerlendirilmesi açısından da bir fırsat sunuyordu. Zira Türkiye'yi bu sorunu çözmek için adım attığı koşullarda dahi, İHAM'ın diğer ülkelerle ilgili verdiği kimi ihlal kararlarıyla ilgili meseleler (örneğin muafiyet sırasında hangi derse gireceği, üniversite vb. sınavlarda tabi olacağı sorular, muafiyetin karnede ne şekilde ifade edileceği) beklemektedir. (İlgilisi için özellikle bkz. Gorzelik ve diğerleri v. Polonya kararı)

Ayrıca çocuğun din seçme özgürlüğü ve "dinden özgürlük" hakkı konusunda da çok sayıda çıkarım yapmak mümkündü. Öyle ya bu türden dersler, genç bireylerin özgün bir dünya görüşü geliştirmesine ve dine dair kendi bağımsız yaklaşımını biçimlendirmesine engel olabiliyor. 

Mahkeme bu ve buna benzer yorumlara değinerek içtihadını geliştirme şansını kaçırmıştır.

6. Laikliğin tersyüz edilmesi sorunu

Kararda tartışmalı olan bir diğer önemli nokta da Mahkemenin laiklik ilkesini yorumlama biçimiyle ilgili. Mahkeme, geçmişteki (4+4+4 yasasıyla ve dinsel eğitimle ilgili olan) bir kararındaki tartışmalı belirlemelerini bu karara da taşımış görünüyor.

Bunlardan ilki, Mahkemenin, dinin hangi alanlara kadar taşabileceğiyle ilgili tespiti gelmektedir. Mahkeme, eldeki davada, 2010 önceki içtihatlarındaki laiklik ilkesini "vicdani" bir mesele olarak gören eğiliminin bir kez daha ötesine geçmiş ve dinin "toplumsal" ve "kamusal" alana taşmasını -yine yeniden- normalleştirmiştir. Üstelik bu noktada, azınlıkta kalan üyeler de çoğunlukla hemfikir gibidir. Örneğin Başkan Zühtü Arslan'ın bu konudaki bir çalışmasına atıf yapan azınlık üyeleri, dini "hem bireylerin kendilerini tanımlamasında hem de toplumsal ve siyasal hayatın şekillenmesinde önemli bir işleve sahip" görerek "insan ve toplum hayatının ve kültürün vazgeçilmez bir parçası" olarak nitelemiştir. Ayrıca "din eğitiminin gerekli olduğunun neredeyse tüm medeni toplumlarca kabul edilmiş olduğu" yönünde de bir belirlemede bulunmuşlardır. Bu belirlemelerin hem somut olayla ilgisi hem de yerindeliği hayli tartışmalıdır.

İkinci olarak; Mahkemenin, dinsel nitelikteki eğitim ve öğretimi "devletin pozitif yükümlülüğü" olarak tespit etmiş olması da benzer noktadan tartışmalıdır. İnsan hakları hukukunda doğrudan karşılığı olmayan bu belirlemenin tersten anlamı, devletin dinsel eğitim sunmaması hâlinde din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edileceğidir. Gerçekte bir "takdir marjı" meselesi olan dinsel eğitim hizmetini, devlet için (pozitifi yükümlülük sayarak) âdeta zaman ve mekân ötesi, evrensel bir zorunluluk kılan bu yorum da sorunludur. Bunu laiklik ilkesinin bir gereği olarak ifade etmek ise sorunu katmerleştirmekte hatta bir bakıma laikliği ters yüz etmektedir.

7. İHAM içtihadının doğru aktarılmaması sorunu

Davada dikkatimizi çeken bir diğer sorun ise Adalet Bakanlığı'yla ilgili. Bakanlık, kanunen bu tür başvurulara görüş bildirmekle yetkili. Fakat bu görüş bildirme yetkisi, onu davanın tarafı kılmıyor. Buna rağmen Bakanlık, davada hayli proaktif bir yaklaşım sergilemiş görünüyor. Kuşkusuz bu da bir politik tercih olabilir. Fakat sorun, bu politik tercihi kimi İHAM kararlarını eksik veya yanlış anlaşılabilecek şekilde aktarmasında. 

Bakanlık, üç farklı İHAM kararına gönderme yapmış görünüyor. Bunlardan ilk ikisini, her devletin kendi müfredatını dilediği gibi hazırlayabileceği savını güçlendirmek için kullanılıyor. Fakat bu kararlardan alınan paragraflar bağlamından kopmuş görünüyor. 

Örneğin Folgerø ve diğerleri v. Norveç kararı, Bakanlığın savının aksi istikamette bir sonuç içerir. Bu davada Norveç'teki zorunlu din dersinin ihlal yarattığı sonucuna ulaşılmıştı.

Bakanlığın aynı bağlamda kullandığı Valsamis v Yunanistan kararının odağı ise zorunlu din eğitimi değildi. Bu karada Yehova Şahidi olan pasifist bir ebeveynin çocuklarının (1940'taki Yunanistan ve Faşist İtalya arasındaki savaşla ilgili) millî bayram kutlamalarına katılmaya zorlanmasıydı.

Bakanlığın Strazburg organlarının içtihadını kullanarak ileri sürdüğü bir diğer sav ise bu dersin kültürel entegrasyonun parçası olduğu. Bunun için de Osmanoğlu and Kocabaş v İsviçre kararına başvurmuş görünüyor. Oysa bu kararın bağlamı da epey farklıydı. Söz konusu davanın konusu, Müslüman bir öğrencinin kız-erkek karma havuzdaki yüzme derslerine katılmaya zorlanmasıydı. Entegrasyonla ilgili olayda başvurucuların göçmen olması, derste belli bir dinî/felsefi zorlamanın bulunmaması, derse tesettürlü mayoyla katılmasına izin verilmesi gibi başka faktörler bulunmaktaydı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersiyle ilgilisi olmayan faktörlerin bu olaya dercedilmesi makul olmadığı gibi kamu hizmetinin nesnelliğiyle de pek uygun sayılmaz.

(Bunun dışında, Bakanlığın, dersin Türkiye'ye özgü önemini, FETÖ/PDY ve IŞİD gibi örgütlere gönderme yaparak dinin siyasal alanda istismarına karşı işlevinden dem vurarak savunması, AK Parti Türkiyesi açısından ayrı bir yazı konusu olsa gerek.)

8. Başvurudaki nitelik sorunu

Son olarak, iğneyi kamu makamlarına batırırken çuvaldızı da başvuruculardan sakınmamak gerekir. Görülen o ki bu başvuru iyi yapılandırılmamıştır. Milyonlarca öğrenciyi ilgilendiren bu tür başvuruların "stratejik dava" (strategic litigation) olarak görülüp profesyonelce yapılandırılması ve bunlara icabında üçüncü taraf (amicus curiae) katkısı sunulması önem taşır. Fakat başvurunun bu nitelikleri taşıdığı kuşkuludur.

Özellikle kimi idari adımların (örneğin nüfus cüzdanındaki din hanesi kaydının değiştirilmesi) sonradan atılması, daha en baştan dersin içeriğindeki endoktrinasyon niteliğindeki ögelerin sistemli biçimde ortaya konulmamış olması, bu konuda çalışma yürüten derneklerden ve uzmanlardan yeterli görüşün ve desteğin alınmamış olması Mahkemenin, "başvurucuya rağmen başvurucuyu korur" bir konuma kaymasına neden olmuş; belli ki çoğunlukta kalan üyeleri zorlamış görünüyor.

Sonuç

Tüm bu yazılanlardan sonra eleştirilerimi şöyle toparlayabilirim: Bu karar, hemen 2014 yılında, kolay okunabilir bir içerikle, laiklik ilkesine dönük tartışmalı belirlemelere yer vermeden, Strazburg organlarının dediklerini tekrarlamanın ötesinde bir yaratıcılıkla ve oy birliğiyle verilebilirdi. Bu ideal olurdu. 

Fakat mükemmeli aramak koşulları göz ardı etmeyi gerektirmemeli. 

Bu nedenle Mahkemeye haksızlık etmemek ve gereğinden fazla yüklenmemek için başta söylediğimi burada tekrarlayayım: Türkiye'de dinci gericiliğin hat safhada olduğu bir bağlamda bu karar, çölde bir su birikintisi kabîlinden. Dolayısıyla olumlu görmek ve sahiplenmek -tüm eleştirilere rağmen- önemli. 

Tolga Şirin kimdir?

Tolga Şirin, İzmir doğumludur. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda doçent olarak çalışmaktadır.

Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi almış; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yapmıştır.

TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir.

2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yapmıştır.

Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiyeli kavramı üzerine iki not

Türkiyeli sözcüğünün yeni ve uydurma olduğuna dönük, hatta sosyal medyaya bakılacak olursa PKK tarafından tedavüle sokulduğuna dair kimi yanlış savlara dair iki not düşmekten kendimi alıkoyamıyorum

TİKA’ya çağrı: Melikşah ve Nizâmülmülk’ün mezarlığına ilgi gösterin!

Biz, çağlar öncesinin figürlerinin heykellerini yıkmaya veya sanat/kültür eserlerini tahrip etmeye yönelen “iptalci “woke[3]” saçmalıklara varmadıkça, eleştirilere karşı değiliz. Fakat eleştirmek başka şey, kültürel varlıklara sahip çıkmak başka şey

Can Atalay kararındaki bitmeyen sorunlar ve “hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtların uyanık bekçiliği”

Atıf yapılan kararın “hükmün kesinleşmesine ilişkin onama kararı değil, yok hükmünde sayılması gereken 3 Ocak 2024 tarihli ‘AYM kararına uyulmasına yer olmadığı’na dair karar” olduğu söyleniyor. Bu, çok daha vahim bir görüntü. Zira AYM kararının muhatabı İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ydi ki ille de bir karar eklenecekse bu, o karar olmalıydı