03 Mayıs 2025
Almanya’da aşırı sağın yükselişi artık inkâr edilemez bir gerçek. Bu durum, siyasi bir gelişme olmanın ötesinde Alman anayasal düzenine de yönelmiş ciddi bir tehdit.
Avrupa genelinde aşırı sağ dalga yükselirken, geçmişinde Nazi rejimi gibi bir karanlık taşıyan Almanya açısından bu gelişmenin anlamı çok daha ağır. “Bir daha asla” (“Nie wieder”) ilkesi üzerine inşa edilen anayasal düzen, yeniden şekillenen bu siyasal iklim karşısında sarsılıyor.
“Aşırı sağ” kavramı sosyal bilimlerde her zaman tartışmalı oldu. Sağ ve sol kavramlarının tarihsel ve bağlamsal belirsizlikleri, “aşırılık” tanımını da kayganlaştırıyor. Ancak Almanya’da bu terim aynı zamanda teknik bir hukuki kategoridir.
Ülkenin iç istihbarat kurumu olan Anayasayı Koruma Dairesi (Bundesamt für Verfassungsschutz), siyasi örgütleri anayasal düzene yönelik tehdit düzeylerine göre sınıflandırıyor. Örneğin, DHKP-C aşırı sol; Ülkü Ocakları ve benzeri yapılar ise aşırı sağ olarak tanımlanıyor. Bu niteleme de kendi içinde derecelendirilmiş durumda.
Alman iç siyasetinde en dikkat çekici örnek Almanya için Alternatif Partisi (AfD). 2019’da “inceleme vakası” olarak sınıflandırılan parti, 2021’de “şüpheli vaka” statüsüne geçti. Ve nihayet, yakın zaman önce “kesin olarak aşırı sağcı” ilan edildi. Bu sınıflandırma, partinin artık anayasal düzen açısından açık bir tehdit olarak görüldüğü anlamına geliyor.
AfD daha önceki sınıflandırmalara karşı idari yargı yoluna başvurdu ancak davaları kaybetti. Bu son karara da itiraz etmesi bekleniyor. Fakat mesele yalnızca hukuki değil. Zira AfD, son genel seçimlerde yüzde 20,8 oy aldı. Güncel anketler bu oranın yaklaşık yüzde 25’e ulaştığını gösteriyor. Yani bugün her dört Alman seçmenden biri, anayasal düzenle açıkça sorunlu olan bir partiye oy vermeye hazır. Bu tablo, şu temel soruyu gündeme getiriyor: Demokratik yollarla, demokrasiyi tehdit eden bir parti iktidara gelebilir mi? Böyle bir ihtimali önlemek için neler yapılabilir?
2024 yılı Kasım ayında, farklı (Hristiyan demokrat, sosyal demokrat, sosyalist ve yeşil) partilerden 113 milletvekili, AfD’nin kapatılması için anayasa yargısı sürecinin başlatılmasını önermişti. Ancak öneri Meclis’te gerekli çoğunluğu bulamadığı için reddedilmişti
Şimdi, partinin kapatılması yönünde yeni bir girişim olup olmayacağı yeniden tartışılıyor. Bu tartışmalar, Türkiye’de yıllardır süren benzer tartışmalarla benzeşiyor. Benim dikkatimi çeken pek çok akademisyen, AfD’nin kapatılmasının siyasi olarak ters tepme riski nedeniyle, partiyi doğrudan hedef almak yerine radikal kadroların zaman içinde tasfiye edilmesini daha pragmatik bir yol olarak öneriyor. Bu nedenle tekil yasaklar (örneğin siyaset yasağı) daha mantıklı diyorlar.
AfD tartışmaları yalnızca parti kapatma ekseninde yürümüyor. Seçme ve seçilme hakkına yönelik sınırlamalar da gündemde. Çiçeği burnundaki koalisyon hükümetinin programında, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu (Volksverhetzung) nedeniyle mahkûm olan kişilerin pasif seçme haklarının, yani aday olma haklarının kaybedilmesi öngörülüyor. Amaç, “demokrasinin direncini artırmak.”
Bir de meselenin İsrail ile ilgili yönü var.
CDU geçtiğimiz yıl, “İsrail’in varlığını inkâr eden ya da yok edilmesi çağrısında bulunanların” da bu suç kapsamına alınarak cezalandırılmasını önermişti. Bu teklif reddedilmişti ama aynı yönde yeni bir yasa tasarısı tartışılmaya devam ediyor. Böylece bazı suç tiplerine dayalı seçilme yasağı, aşırı sağcıların (belki de solcuların?) dolaylı bir siyasi tasfiye aracı olarak işlev görebilir, deniyor.
AfD’nin, Türkiye kökenli yurttaşlara yönelik politikası sıradan bir göçmen karşıtlığının ötesinde bulunuyor. Bu, planlı ve sistematik bir dışlama stratejisi sayılabilir. Şöyle ki 2023’te Correctiv adlı araştırmacı gazetecilik ağı tarafından sızdırılan belgeler, bu stratejinin arka planını ortaya koymuştu. Potsdam yakınlarında yapılan gizli bir toplantıda AfD yöneticilerinin, Neonazi grupların ve bazı zengin bağışçıların bir araya geldiği anlaşıldı. Toplantının gündemi, “remigrasyon” (tersine göç) planıydı: Milyonlarca göçmen kökenli insanın, yasal statüsüne bakılmaksızın, Almanya’dan çıkarılması.
Bu plan yalnızca oturum izniyle Almanya’da bulunanları değil, Alman pasaportuna sahip çifte vatandaşları da hedef alıyor. Çünkü Almanya, kişiyi vatansız bırakmadığı sürece, yani kişinin en az bir başka vatandaşlığı daha varsa, onu Alman vatandaşlığından çıkarabiliyor. Bu durum, AfD’nin elinde suistimal aracına dönüşüyor.
Türkiye kökenlilerin çifte vatandaşlığı, sonradan Alman vatandaşlığından çıkarılmak üzere, (güya) korunmak isteniyor. Yani bir nevi bir “ofsayt stratejisi” geliştirilmek isteniyor. Dahası var. Son rapora göre AfD’nin söyleminde çoğu Türk, “entegrasyona dirençli”, “otoriter eğilimli” ve “İslamcı etkilerin taşıyıcısı” gibi klişelerle betimleniyor. Berlin, Köln ve Essen gibi kentlerdeki yoğun Türk nüfusu ise demografik tehdit olarak gösteriliyor. Bu dışlayıcı dil, toplumsal önyargıları beslediği gibi yurttaşlık statüsünü de fiilen tartışmalı hâle getiriyor.
Yükselen sağın zihniyet dünyası bir ölçüde yargı pratiklerine de yansıyor. 2024 yazında Sylt adasında yapılan özel bir partide kalabalık bir grup, “Almanya Almanlarındır, yabancılar dışarı” sloganları eşliğinde eğlendi. Kamuoyunda büyük tepki yaratan bu olayda, savcılık, sözlerin halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu kapsamında değerlendirilmesine gerek olmadığı, ortada “açık bir saldırgan niyet” bulunmadığı gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi. Aynı dönemde, Filistin yanlısı bir gösteride “Holokosttan hiçbir şey öğrenmedik mi?” yazılı pankart taşıyan bir kadın, bu ifadesi nedeniyle cezalandırılmıştı.
Savcılık, bu sözlerin Yahudi soykırımını küçümsediği kanaatine vardı. Oysa pek çok kişiye göre bu ifade, tarihsel inkâr ya da aşağılama değil, İsrail’in Gazze politikasına dönük bir eleştiriydi. Bu tür çifte standart izlenimi uyandıran vakalar, yargının tarafsızlığına ilişkin haklı soru işaretlerine yol açıyor. Türkleri ise özellikle kaygılandırıyor.
Sonuç itibarıyla AfD’nin yükselişi Türkiye kökenli yurttaşlar için yalnızca sembolik bir huzursuzluk yaratmıyor, siyasal temsilin sınırlandırılması, yurttaşlık güvencelerinin zayıflatılması ve temel hakların eşitliğinin aşındırılması anlamına geliyor.
Almanya, anayasasında yazan ilkeleri savunmakla, çoğunluğun oyuyla gelen tehdide karşı direnmek arasında zorlu bir sınavdan geçiyor. Bu sınav yalnızca Almanya’ya değil, hepimizi ilgilendiriyor…
Tolga Şirin kimdir?Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda profesör olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |
Kimliği tanımak yetmiyor. Siyasi temsil ya da anayasal güvence sağlamak da tek başına çözüm olmuyor. Eğer arka planda işleyen adaletsizlikler yerinde duruyorsa, yüzeyde yapılan her düzenleme kısa ömürlü olur
İBB soruşturması ve “Perp Walk...” Masumiyet karinesinden çok, “suçluluk koreografisi”ne hizmet ededen görüntüler...
Kur’an meali gibi doğrudan kutsal metne ilişkin yayınlara keyfî ve geniş yetkilerle müdahale edilmesi, doğrudan tefsir alanına iktidarın el koyması anlamına geliyor. Böylece Kur’an’ın nasıl anlaşılacağına sadece iktidarın onayladığı otoriteler karar verir hâle gelmiş bulunuyor. Bu da dini çoğulculuğun sonunu, devlet eliyle belirlenen bir “resmî İslam” anlayışının tahakkümünü getiriyor
© Tüm hakları saklıdır.