Yaz sıcağında bunalarak, ama mutlu devam eden ‘mesai’me bir süre ara verip ‘Munzur Doğa ve Kültür Festivali’ne katılmak üzere Dersim’e (Tunceli) gittim önceki hafta… Bir kısmı yeni baskısını yapacak, bir kısmı taptaze, ‘fırından yeni çıkacak’ kitaplarım üzerine harıl harıl ve de ‘harlanarak’ süren çalışmalarım arasında tam bir serinleme seansı oldu bu bana…
Bölgenin etkin sosyalist kitle hareketi ‘Demokratik Haklar Federasyonu’ öncülüğünde Hozat ve Mazgirt Belediyeleri’nin düzenlediği ve ana festivalin önemli bir ayağını oluşturan Hozat Festivali bünyesindeki ‘Dersim’de Kimlik Tartışması: Dinamikler ve Karşı Dinamikler’ başlıklı panelde katılımcıydım. Daha önce, geçen Ekim ayında Tunceli Üniversitesi tarafından düzenlenen ‘Tunceli (Dersim) Sempozyumu’nda da bulunduğum için artık yörenin yabancısı sayılmam. O zaman tanışma mutluluğuna eriştiğim ‘eşsiz dost’ Fatih (Maçoğlu) bu sefer de hep yanımda oldu, hem mihmandarlığımı hem ev sahipliğimi üstlendi.
Fatih’i tarif gerekse, bir ‘doğa gardiyanı’ demek uygun olur. Sosyalizmini insandan doğaya uzantılayabilen eşine ender rastlanır bu adam, dağ keçisi avlayanların kâbusu!.. Eğer dağa avlanmaya çıkıyorsanız önce etrafı kolaçan edip birkaç kilometrelik mesafede Fatih’in dolaşmadığından emin olmanız lâzım! Durumun ciddiyetini onun bir anısını aktararak yansıtayım: Munzur’da avladıkları dağ keçisini yiyen bir grup yakalanmış Fatih’e… Başlarına geleceği bilenlerden biri, “Fatih Abi, bak vallahi de billahi de çok yaşlı bu… Sürüden de atmışlar o yüzden; eti bile o kadar piştiği halde bak hâlâ ne kadar sert” demiş. Mazeret ve nedamet dolu bu sözlere karşın Fatih gürlemiş yine de: “Olsun, dağdaki kurdun hakkıydı o! Eğer ölüp-çürüyüp gitseydi de toprağın, börtü-böceğin, ağacın-otun hakkıydı. O hakkı yediniz siz!..”
İşte böyle… Fatih, Marx’ın ‘Kapital’deki komünizm tanımlamasının (‘doğa ile uyum içindeki üreticilerin özgür birliği’) ete-kemiğe bürünmüş hali sayılabilir.
Panel sonrası, Fatih’den de aldığımız ilhamla kendimizi kısa süreliğine de olsa doğa ile uyum içinde bir yaşam akışına bıraktık. Önce Munzur Çayı’nın ‘kök noktası’ olan ‘Gözeler’de (Ovacık) yunduk-yıkandık! Ayağımı 10 saniye sürekli tutmakta zorlandığım demir gibi soğuk suya dalıp çıktım. Gençlerin yanında ezik hissetmemek için tabii! Ama ödüm de kopmadı değil… Malûm, yarım asrı devirmek üzereyiz ve artık ‘yürek’, ‘çarıklaşsa’ da tekleme riski taşıyor.
Neyse ki kazasız-belasız, ‘Munzur Baba’nın suyunda kendi çapımızda bir tür ‘vaftiz’ gerçekleştirdikten sonra ‘Düzgün Baba’nın dağına doğru ‘hac’cın yolunu tuttuk!.. Doğa ile uyum içindeki özgür insanlığın inanç sistematiğinin esasını oluşturan bu ‘kutsal mekân kültleri’ üzerine uzman, hocası olmaktan gurur duyduğum öğrencim Ahmet Kerim Gültekin, ‘Gözeler’deki yürek donduran ‘vaftiz’de olduğu gibi yürek kaldıran Düzgün Baba ‘ziyaret’inde de benimle birlikteydi. Tabii ‘gardiyan’ Fatih de!..
‘Düzgün Baba’, Nazimiye ilçesinin güneyinde bir dağ kütlesi… Ama aynı zamanda da bölgenin çok önemli, hatta en önde gelen kült merkezi… (Bu konuda Kerim’in nefis çalışmasını da meraklısı için önerelim: A. Kerim Gültekin, “Tunceli’de Kutsal Mekân Kültü”, Kalan Yayınları, Ankara, 2004.) Bu ‘kült kütle’, üzerindeki kayalar, taşlar, oyuklar ve çeşmelerle halk için kutsal bir ziyaretgâh özelliği taşıyor.
Biz de onu ‘tavaf ediyoruz’! Hiç kolay olmuyor tabii… ‘Munzur’un ‘bıçak’ soğukluğundaki suyu gibi, ‘Düzgün’ün keskin diklikteki yamaçları da zorluyor beni… Tıknefes, Kerim’le Fatih’e çaktırmamaya çalışarak tırmanıyorum. Durumu ‘çaktıkça’ da bu defa onlar bana çaktırmamaya çalışarak mola öneriyorlar.
Tırmandıkça insanın doğa, özellikle de dağ karşısındaki aczi alabildiğine ortaya çıkıyor. Dağ doruğundan aşağıda kutu kutu evler, nokta nokta insanlar belli belirsiz fark ediliyor.
Ama ‘insan varlığı’ en acı, tatsız ve istenmedik pratiğiyle, ayak bastığınız kutsal zirvelerde bile bırakmıyor sizi… Bizim gibi ziyarete gelenlerle nadir karşılaşmalarımızın dışında, rastgele atılmış konserve kutuları, taş taş üzere örülmüş siperler, hatta yüksek tepelerden birindeki kaya parçasındaki mermi oyuğu, bulunduğumuz (kutsal) mekânın aynı zamanda bir (cehennemî) harp zemini olduğunu işaret ediyor. Bu işaretin yarattığı ürpertiyi de içimizde hissederek ‘Düzgün’ün ‘kayası’nı, ‘kapısı’nı, en tepedeki kaya üzerindeki ‘topları’nı, ‘çeşmesi’ni, ‘evi’ni, ‘yatağı’nı, ‘mezarı’nı, ‘kızkardeşi’ Haskar’ın ‘mağara’sını ziyaret ediyoruz! Dağ kütlesinin her bir doğal parçası, ‘sosyal-kültürel’ bir manipülasyonla işte böyle ‘insanîleştirilmiş’ durumda…
Bir antropolog için bulunmaz nimet olan bu ‘eko-etnografik’ gezi, hayli sarsıcı, iç acıtıcı bir gözlemle noktalanıyor.
Kerim’le birlikte ‘Düzgün Baba’nın mekânı’ sayılan ve bir tür ‘kayaaltı sığınağı’ denilebilecek noktasındayız dağın… Bizden önce gelmiş insanların yaktığı kandiller ve bıraktığı eşyalar, özellikle de fotoğraflar ve kâğıda yazılmış notlar çevrede sere serpe… Belli ki insanlar kendi varlıklarını, yakınlarının ve sevdiklerinin varlığını ‘Düzgün Baba’ya emanet etme girişiminde bulunuyor, ondan dertlerine deva, sorunlarına çözüm, hayallerine karşılık istiyorlar. Yeni evlilerin, yeni doğmuşların ve ‘yeni ölmüş’lerin fotoğrafları etrafımızda… Ve yazılıp bırakılmış notlar: Aile fertlerine sağlık, kısmet ve mutluluk dolu bir ömür niyaz eden de var, öğretmenlik kurasından hayırlı bir okul, meslektaş ve öğrenciler çıkmasını dileyen de…
Ve bu resimler, notlar tomarı arasından elimize takılan bir tanesi, Kerim’le benim donup kalmamıza, adeta yaşadığımız hayattan utanmamıza sebep oluyor.
Bir kısmı yırtılmış olan kağıtta bozuk bir Türkçe ile şunlar yazılı: “……gün Ölüşemi. Şehit Tüsçeçihim. Van ….. [muhtemelen künye / tertip no]. KOMDON. Rabiya. Allaebanetiolu”…
Notun çözümlemesini ve yorumunu hüzünle yapıyoruz. Çok muhtemel ki okuma yazmayı askerde öğrenmiş Vanlı bir gencin dağda çatışmaya girdiği ve yaşam umudunun son noktasında sığındığı bu ‘kutsal mekân’da kaydettikleri bunlar: “Bugün öleceğim. Şehit düşeceğim. Van. … Rabia, Allah’a emanet olun!”
Kaydettiklerini öğrendiğimiz, ama kaybedip kaybetmediğimizi bilemediğimiz asker gencin çatışmaya girdiği taraftaki gençlerle etnik kimliği, inanç derinliği ve ekonomik düzeyi itibarıyla aynı hamurdan olması da büyük ihtimal…
Kahhar bir savaşın ittiği ölümün bağrından kaçma yolunda ‘Düzgün Baba’nın koynuna sığındığı anlaşılan bîçare askerin akıbeti bize meçhul…
‘Düzgün Baba’ca kutsanmış bu ‘meçhul asker’e dair bilebildiğimiz tek şey, onun Kürtçenin kucağında doğduğu ve Türkçenin kucağında ölüme selâm durduğu!..