Ana karnının sıcak, sessiz, karanlık, ama güvenli ortamından yeryüzünün göz kamaştırıcı, kulak tırmalayıcı, iç üşütücü ortamına nasıl da zorla çıktığını dün gibi hatırlıyorum.
“Ne işim var benim burada” çığlıkları atamayacak kadar “ölgün” halin kaç saniye sürdü ve ömrümden kaç yıl aldı onu da bilemiyorum.
O kadar güzel, ama o kadar da suskun ve durgundun ki, Anneciğinin kucağında bile tutmadan hemen oksijen vermeye başladılar sana…
Ciğerlerine dolan hayat gazıyla tıksırıp ağlamaya başladığında “Oh!” dedim, “Aramızdasın”…
Aramıza her bebek gibi ağlaya ağlaya hoş gelmedin, gelemedin Kızım!
Boynuna dolanmış bir kordonla, soluk alamayarak, bir nefes için çırpınarak zorlana zorlana geldin.
İtiraf etmeli, sonrasında da zor bir hayatın oldu.
Yüzdükleri aşk okyanusunun kuytularından bir “hazine” olarak seni çıkartmış olanlar, Annen ve Baban, hayatını kolaylaştıracak ne maddî ne de manevî rahatlığa sahipti. Rahatsızlıkları hiç hak etmediğin halde sana da yansıdı.
Hele ben!..
Bir öğrenci bursuyla Londra’da hem ailesini yaşatmaya hem de dersini yapmaya çabalarken nasıl ihmal ettim seni!..
Aşağıdaki resim, bin kelimeye bedel…
Bak, bana doğru sevgiyle uzanan o yumuk elini tutamayacak kadar eğitim derdine, başarı kaygısına nasıl batmışım, utanıyorum kendimden!
Ve bir ödevi telâş içinde, dünyayı unutmuş hazırlarken ben, nasıl da yanı başımda boyundan büyük, olgun bir desteksin sen, övünüyorum seninle!..
Galiba senin olgunluğun, benden olgunluğun, ta o günlerde başladı ve geçen yıl Ana’mın kaybında beni ayakta tutan en büyük yaşam desteği olduğun günlere kadar geldi. Hâlâ da devam ediyor.
Londra faslı kapanıp memlekete avdet ettiğimizde de bitmedi senin çilen… Hatta gelen gideni arattı.
Beş buçuk yaşına kadar “aslî” dilin İngilizce oldu. Bir hatırlayabilsen nasıl da telaffuzumuzu düzelttiğin o günleri!..
Memleketine geldin, biz İngilizceyi unutma diye sana o dilde seslendikçe Türkçe cevap vermek için direndin durdun. O kadar zekiydin ki anlamıştın bu yeni diyarda havaya hâkim dil ikliminin Türkçe olduğunu…
Ama işte ne yazık ki bu iklime beş buçuk yıl geç girmiştin sen… Akranlarından beş buçuk yıl geç Türkçe öğrenmeye başladın. Çok geçmeden de kendini ilkokulda buldun.
Ve inanılmaz vahşi, acımasız bir eğitim sisteminin içinde hayli anlayışsız pratisyenlerin eline düştün.
Anadolu liseleri furyasının zihin ve kalp gözlerini kör ettiği veliler ve öğretmenler arasında ne yapacağımızı bilemedik biz de… İğrenç anafora kapıldık, sana hiç yardımcı olamadık.
Kabahatin yok Canım Kızım!
Seni bu “Bataklık”taki birkaç “kurtarılmış bölge” durumundaki okullardan birine gönderecek imkânımız da olmadı.
Kendi maişet derdimiz ağır basmaktaydı. Çok yorgun ama donanımlı geldiğimiz memlekette yorgunluğumuza yorgunluk katıldı, donanımımızın kimse yüzüne bakmadı.
Sana o zaman da ne manen ne de maddeten yardımcı olacak halimiz vardı anlayacağın…
Ana dilini aslî dilin de yaptın tabii sonunda; hem de en güzel şekilde, büyük ozan Hasan Hüseyin’in oğlu Temmuz için dediği gibi, “dilinde en güzel sesi türkçemin”, konuşur oldun!..
Ama olan bir kere olmuş, eğitimden, okuldan, dersten soğutmuşlardı seni… Biliyorsun ben bu durumu hayata 5-0 yenik başlamak diye tanımladım hep…
O küçücük, güzel ömrün yenilgiyi yengiye dönüştürmek için çırpınmakla geçti Kızım…
Hiç yakanı, yakamızı bırakmayan o “sınav vahşetleri”nde, yüzlerce metre geriden koşuya başlayan bir atlet gibi, öndekileri yakalama derdiyle geçti o güzel, güzelim yılların…
Londra’daki mütevazı öğrenci evimize (daha doğrusu “odamıza”!) okuldan gelip, anahtarı çevirip kapıyı açtığımda beni görünce bebek taburenin üzerinde ellerin ve ayaklarını havada çırpıştırarak çıkardığın sesleri (“Baba geldiii!”), o neşeli, coşkulu, heyecanlı halini ömrüm boyunca unutmayacağım!
Bir daha görmedim, göremedim çünkü o hali…
Hayat, okuluyla-öğretmeniyle, sınavıyla-dershanesiyle, parasıyla-puluyla bir “cehennem” oldu, o neşeyi, coşkuyu, heyecanı büyük ölçüde yok etti.
Kalan, senin gücünle, kuvvetinle, dirayetinle kalmıştır Kızım!..
İki gün önce dünyalar güzeli bir genç kız olarak, bir iyilik meleği gibi, diğer iki melek Başak’la Şerif’in arasında geçip giderken mezuniyet kortejinde yanımdan, bu uzun ve eşitsiz koşuda nihayet öne geçtiğini fark ettim!
Buruk, ama büyük bir mutluluk kapladı içimi…
Burukluğum bu yolda sana hak ettiğin kadar destek olamamışlık hissinden…
Burukluğum bu yolda sana haksızlık etmiş olma kaygısından…
Burukluğum bu yolda sana haksız davranan hayata hak ettiği çıkışı yapamamış olmaktan…
Sen, beni de yenerek başardın Kızım!
Ana’mın kaybından beri ağlayan içimi güldüren Yavrum…
Mezuniyetin kutlu olsun!
Gururumsun!
Artık her daim bahtiyar olasın!..