Ekrem Dumanlı’nın Fethullah Gülen yazısını biraz gecikmeli okudum. Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, Amerika’da “Hocaefendi”yi ziyaretinden sonra kaleme aldığı “hüzünlü güzelleme”de onu “Asrın Mevlana’sı” olarak tanımlıyor. Bu arada Gülen’in “diline pelesenk olmuş” “Neylersin!” tabiri üzerinden mazlum, mağdur ve mahzun bir portre çıkarıyor bize… Yazının dekonstrüksiyonu, yani “yapısöküm”ü şart. Çünkü konuya bir nebze “muttali” olan herkesin bildiği gibi Fethullah Hoca’nın kendisi Amerika’da, fikri iktidarda. Bu da Dumanlı’nın yazısında mazlumluk zırhının içinde bir “muktedir”in gizli kılındığını düşündürüyor.
Ağlamak, yani gözyaşı, Hocaefendi’yi hasbelkader izlemeye başladığım 1980’lerden itibaren onun sohbetlerinin en ayırt edici karakteristiğiydi. O zamanlardan bu yana gözyaşları damlaya damlaya birikti, derya-deniz bir cemaate, o da yetmedi şimdilerde küresel bir şebekeye doğuş verdi. Bu şebeke kültürel, entelektüel, mali, matbu ve medyatik bir iktidar odağı günümüz Türkiye’sinde. Onun matbuat dünyasındaki karşılığı da Dumanlı’nın yayın yönetmenliğini yaptığı Zaman gazetesi… Dolayısıyla Hocaefendi’ye dair “mahzunane” bir portre çıkaran yazıda söylenenlerin yanı sıra söylenmeyen servet, nüfuz ve iktidarı faş etmek de gerekiyor, “Neylersiniz” ki!..
Bir yanlış anlamaya yol açmamak için ekleyelim: Hocaefendi’nin yurt sathındaki iktidarının doğrudan AKP’ye tekabül ettiği söylenemez. Tabii ki gerek oy potansiyeli, gerek ekonomik kaynak tahsisi, gerekse kültürel-entelektüel destek olarak Gülen Hareketi’nin AKP açısından önemli olduğu aşikâr. Ama arada, özellikle AKP açısından, ihtiyatlı bir mesafenin korunduğu da seziliyor. Parti’nin Cemaat tarafından yutulması, sanırım pek istenmiyor.
Gerçek şu ki Parti ile Cemaat’in yolları Türkiye’de “kamusal İslâm”ın yakın dönem ekonomik, politik ve ideolojik dönüşümlerine bağlı olarak buluştu. Dolayısıyla bu, “simbiyotik” bir ilişki; her iki kesim de birbirinden beslenerek güçlendikçe güçlendi. İsterseniz o yolların nasıl kat edilip buluştuğuna dair kısa bir özet geçelim!..
Fethullah Hoca’nın yükselişiyle “Necmettin Hoca”nın düşüşü arasında bir paralellik kurmak mümkün. 1970’lerde kapitalistleşme sürecinin tehdit ettiği taşranın esnaf ve küçük üreticisinin mutaassıp tepkisini temsilen sahneye çıkmıştı Erbakan. 1980’lerin sonu ve 1990’larda İran Devrimi’nin yarattığı atmosferde, kent yoksullarının mutsuzluğundan kaynaklanan tepkisel enerjiyle de siyasette altın çağını yaşadı.
Erbakan, Batı kapitalizmine karşıydı. “Batıl düzen” tabir ettiği bu sistem karşısında İslâmî kaynaklardan türettiği “Milli Görüş” ve “Adil Düzen” retoriğiyle hareket ediyor, bu nedenle de içerde ve dışarıdaki ekonomik, politik güç odaklarını kaygılandırıyordu. Sosyalizmin yerinde radikal İslâmcılığın yeni tehdit olarak algılandığı dünyada, Erbakan’ın çizgisi, barındırdığı riskler itibarıyla tolerans götürmez mahiyetteydi. Sonuçta, 28 Şubat’ta (1997) Necmettin Hoca’yı “toparladılar”.
Bütün bunlar olurken Fethullah Hoca bambaşka sularda yüzmekteydi. Erbakan’ın siyaset arenasının hay-huyu içinde olduğu günlerde o, kültürel planda etkinlik sergilemekteydi daha çok. Rejime muhalefetten ziyade muhabbet arz ediyor, rejim tarafından da Erbakan’a kıyasla daha bir sempatiyle alımlanıyordu. Belki de en azından “ehven-i şer”di. Ama 28 Şubat militarizmi, “ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür” düsturunca değerlendirmeyi tercih etti Fethullah Hoca’yı ve biraz gecikmeli olarak onun da üzerine gidildi. Sonuçta Hocaefendi’nin Atlantik’in öte yakasında “Hicret” dönemi başladı.
Hicret mekânı, çok anlamlıydı aslında. Türkiye orijinli İslâmcılığın “Atlantik”e dönük çehresinin çatık kaşlı olmaktan çıkıp güler yüzlü hale gelmesi açısından, “Milat” nitelikli bir dönüşümü simgelediği söylenebilir bu hicretin… Dönüşüm, 2000’lerin başından itibaren Türkiye’de İslâmî kesime hemen her boyutuyla yansıdı. Necmettin Hoca’nın talebeleri tarafından inşa edilen AKP, anti-Erbakancı değilse de “post-Erbakancı” çizgide, sermayenin mütedeyyin kesimlerden yana el değiştirmesinin de etkisiyle, Batı dünyasıyla ilişkilerini olumlu yönde yenilemiş olarak iktidara geldi. Bu, bir “revizyonizm” idi. Erbakan’ın politize Nakşîlik’ten istim alan, İranî köktencilikten beslenen, “Bâtıl’ın reddi”ni vaaz eden çizgisi geride kalmış, liberal, ılımlı ve “Batılı” bir yeni-İslâmcılık peyda olmuştu. AKP’yle siyaset sahnesinde temsil olanağı bulan bu İslâmcılık, Gülen Cemaati’nden “maddi-manevi” tam destek aldı.
Ama dediğim gibi, etkileşim karşılıklıydı ve söz konusu ekonomik (yükselen Müslüman burjuvazi), ideolojik (revizyonist İslâmcılık) ve kültürel (Batıcılık) dönüşümler de Gülen Hareketi’nin şekil ve şemailine etki etti. Bir zamanların maneviyata endeksli, yerel-milliyetçi nitelikli hareketi, “masiva”ya hayli meyilli, uluslarüstü bir İslâmî misyonerlik hareketine dönüştü. Postmodern küresel kapitalizmle uyarlı, onu “nimet” sayan bir hareketti artık bu...
Velhasılıkelâm, “zamanın ruhu”nu iyi yakalamış iki oluşum, AKP ve Gülen Hareketi, başlarken de söylediğim gibi, simbiyotik bir ilişki içinde liberalizmi İslâmî bir formata yerleştirmiş yeni iktidar odakları olarak temayüz ettiler Türkiye’de. İleride “simbiyosis”in unsurları arasında bir iç-iktidar çatışması çıkıp çıkmayacağı hususunda ise “Allahü âlem” demekten başka yapacak bir şey yok şimdilik. Ama en azından “Mevlâna”nın (Allah geçinden versin!) “mevta” olmasına kadar, “asayiş berkemal” de denilebilir.