Ahmet Davutoğlu’nun dün yaptığı açıklamaları, o açıklamalara dayalı çıkışını nasıl değerlendirmeli?..
Aklıma herkesin bildiği, “Geç gelen adalet, adalet değildir” sözünden ilhamla şu yorum geliyor:
Geç gelen doğruluk, doğruluk değildir!..
***
Prof. Ahmet Davutoğlu’nu tanırım. Bir hukukumuz, ortak dostlarımız olmuştur. Fakat onun AKP’de ön plâna çıktığı, giderek de yükseldiği süreç boyunca hiç görüşmedik. Kendisini herkes gibi bir siyasetçi olarak yapıp ettikleriyle izleme olanağı bulabildim.
Ancak onun siyasi kimliği altında hayli geri plâna ittiği sosyal bilimci-akademisyen kimliğiyle etkileşimsel bir eleştirel süzgeç de benim bu izleme sürecimde hep işlerlikte oldu.
Bu “süzgeç” doğrultusunda söylenecek çok söz var. Ama bunların hepsi bir kenara bırakılsa bile, hiç söylenmeden geçilmemesi gereken de bir söz var.
Bu, 7 Haziran 2015 seçiminden 1 Kasım 2015 tekrar-seçimine siyaseten ite-kaka ve ateşe-kana boğula boğula çıkarılmış bir toplumda, tekrar-seçim sonrasının çatışma ikliminde “Barış İçin Akademisyenler”in (BAK) bildirisine yönelik “mütalaa”sıdır onun...
Kaldı ki 7 Haziran’dan 1 Kasım’a Türkiye’yi çıkaran süreç, esas itibarıyla "Ahmet Hoca"yı da AKP bünyesinde (üzülerek söylüyorum!) “ıskarta”ya çıkarmıştır ve birazdan o süreç üzerinde de duracağım.
Ancak, “Bu suça ortak olmayacağız” başlığı altında, vatandaşı oldukları ülkenin devletini şiddete son verme yolunda inisiyatif almaya çağıran BAK bildirisi karşısındaki tavrı, kanımca Ahmet Hoca'nın, evrensel standardı da yakalamış onca yıllık akademik kimliğini siyaset uğruna heba ettiği en çarpıcı örnektir.
***
2016 başlarına tarihlenen olayları hatırlayacak olursak, Tayyip Erdoğan’ın ağız dolusu hakaret ve tehditler yağdırmasının ardından birçok BAK imzacısı hakkında soruşturma, işten çıkarma ve tutuklamaların başlatıldığı o günlerde (ki etki, ağırlık ve gaddarlığı hâlâ devam eden bir süreç bu) Davutoğlu da başbakan olarak çıkmış ve imza atanları şiddetle kınayarak onlardan hicap duyduğunu söylemişti.
Ben onun bu vahim tavrına ilişkin bir yazı kaleme almıştım o dönemde; burada paylaşalım onu ve uzatmadan geçelim.
Biliyorsunuz, Tayyip Erdoğan’ın üniversite diploması var mı yok mu, hanidir tartışılan bir konu… Buna hiç girmeyeceğim; ancak ömrünü üniversiteye vermiş biri olarak hiç çekinmeden söyleyebileceğim söz, Erdoğan’ın “üniversite kültürü”ne hiç mi hiç aşina olmadığıdır. O yüzden BAK imzacılarına yönelik sarf ettiği sözler (“alçak”, “cahil”, “karanlık”, “müsvedde”) korkunç ve esef verici olmakla birlikte yine de “anlaşılır”dır.
Ahmet Davutoğlu ise “üniversite kültürü”ne sahip bir insan olarak, o bildiride imzası olan, bir kısmını da tanıdığını belirttiği akademisyenlere yönelik "hicap" (utanç) duygusu içinde olduğunu söyledi.
Vatandaşı oldukları, vergi verdikleri, can ve mallarını emanet ettikleri devleti gayet doğal olarak muhatap alıp seslenerek akan kanın durmasını, şiddet, çatışma ve savaş halinin son bulmasını istedikleri için bu akademisyenleri suçladı.
Onlara, “Neden terör örgütüne de seslenmiyor, onu yok sayıyorsunuz” diye çıkıştı.
Böyle sorarak aslında, “Örgütü de muhatap alın ve muteber kılın” dediğini fark edemedi.
Böylece (ki bu en korkuncu) o dönemde kanımızla banyo yapmaktan bahsedenlerin yanında konuşlandı!..
Akademisyenlere “aydın müsveddeleri” diyen ağızla, “kanlarında banyo yapacağız” diyen ağız arasında "köprü" oldu.
***
Bunlar unutulur mu, unutulmaz.
Peki Ahmet Hoca böyle bir insan mıdır ya da böyle bir insan mıydı?..
Zannetmiyorum. Daha doğrusu ben onu böyle tanımadım.
Muhafazakâr mıydı, evet; dindar mıydı, evet; İslamcılık müktesebatına sahip miydi, evet.
Ama başbakanlığa geldikten sonra meydanlarda izlediğimiz şekilde öfkeyle bas bas bağırır hale gelecek; “hikmet”ten vazgeçip “hiddet”i benimseyecek; siyaset teorileri yerine komplo teorilerinden dem vuracak; “DHKP-C’si, PKK’sı, Paralel’cisi, Türkçüsü birleşti, şer cephesi oluşturdu, üstümüze geliyorrr” diye gümbür gümbür yeri göğü inletecek insan mıydı?..
Hayır, değildi.
Gel gelelim Ahmet Hoca, “üniversite kültürü”nü siyasi arenada kaybedip (istese de istemese de) “Racon kesilecekse onu da ben keserim” sözlerinde en veciz karşılığını bulmuş yerli ve millî bir siyasi “şiddet kültürü”yle kültürlenir oldu.
Bu elbette onun üzerinde eğreti duran bir elbise idi ve olmadı, tutmadı, yakışmadı.
***
En büyük şansı 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonrası süreçte yakaladı o... Ama kendisini belki de Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihinde en hayırlı dönüm noktalarından birine imza atan isim olarak kristalleştirecek bu şansı bozuk para gibi harcadı.
Şu, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu başkanlığında AKP ve CHP arasında bir koalisyon ortaklığı arayışıyla sürdürülen “istikşafi” görüşmelerden bahsediyorum. Ama bana sorarsanız sadece iki parti arasında değil, bu toprakların yakın geçmişi ile uzak geçmişi arasında çok ihtiyaç duyduğumuz “koalisyon”a imkân verebilecek görüşmelerden!..
Ne demek istediğimi, Ahmet Hoca’nın da gayet iyi bileceği üzere tarihçi Prof. Bernard Lewis’in, başka hiçbir çalışma yokken başucumuzda duran, şimdi bir dolu çalışma olsa da yine tüm değer ve itibarıyla yanı başımızda olan Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı kitabındaki bir cümleden hareketle netleştireyim.
1960’da yayımlanmış bu Türkiye tarihi çalışmasında Prof. Lewis, bu ülkenin geleceğinde ortaya çıkabilecek bir kültürel (yaşamsal) cepheleşmeye dikkat çekerek şöyle temenni ile karışık bir öngörüde bulunur:
“Türkler, pratik sağduyuları ve yaratıcı güçleriyle hem babalarının özgürlük ve ilerleme yolunu, hem de büyükbabalarının Allah yolunu herhangi bir çatışmaya düşmeksizin takip edebilmelerini sağlayacak şekilde İslam ile modernizm arasında başarılı bir uzlaşmaya ulaşabilirler.”
Cumhuriyet tarihinin başından bugüne kültürel, toplumsal ve siyasal bakımlardan böylesi bir uzlaşma arayışında en büyük fırsat, işte o 7 Haziran seçimleri sonrasında Başbakan sıfatıyla Ahmet Davutoğlu’nun önüne bir AKP-CHP koalisyonunu gerçekleştirme noktasında geldi.
Ahmet Hoca bunu istedi mi, evet biliyoruz ki istedi.
Ama kendisi için bu büyük şans kapısını açamadı. Daha doğrusu Erdoğan, bu kapıyı ona açtırmadı.
Bunun yerine 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kan ve ateşle açılan yolda toplum olarak hepimiz ölümle korkutulup sıtmaya razı edilerek “iktidar” elde tutuldu.
***
Ahmet Hoca, ilginçtir, dün yaptığı konuşmada AKP’nin içinde olduğu çöküşü açıklarken 1 Kasım 2015’teki o dehşet verici tekrar-seçimde kendi başbakanlığında alınmış yüzde 49,5 oya vurgu yapıyor ve şimdi oyların yüzde 34’lere gerilemiş olmasından bahisle o dönemdeki bu “başarı”yı kendi hanesine yazıyor.
Ama o oyu siz almadınız ki! Tayyip Erdoğan aldı.
O yüzdendir ki 22 Mayıs 2016’da yapılan AK Parti Olağanüstü Büyük Kongresi’nde bir saray darbesiyle azledildiniz!..
***
Peki Ahmet Hoca, 7 Haziran sonrası süreçte CHP ile koalisyon isteğinde ısrarcı olsaydı, direnseydi ne olurdu?..
Elbette ki saf olmaya gerek yok, işi o anda bir lahzada biterdi, bitirilirdi.
Ama AKP’de o anda bitseydi işi, Türkiye’de efsaneleşirdi ismi… Kutuplaşma, uzlaşmazlık, çatışma ve “Büyükbaba” ile “Baba”yı buluşturmamak isteyenlerle mücadele etti, yenildi ama teslim olmadı diye…
Ahmet Hoca eğer o zaman öyle bir siyasi duruş içinde olsaydı, işte şimdi yaptığı çıkış da çok güçlü bir kitlesel karşılık bulabilirdi.
Bunu yapmadı ve kendisini 22 Mayıs 2016’daki olağanüstü kongrede başbakanlıktan azledilmiş buldu.
***
Ve o kongrede kendisi üstü sıkı sıkıya örtülü serzenişlerle dolu konuşmasının ardından başbakanlığa zoraki elveda dedikten, yerine de o gün itibarıyla bir “siyasi ölü-doğum” olarak Binali Yıldırım’ın ortaya çıkışından sonraki süreçte köprülerin altından çok su aktı.
Türkiye toplumu sadece seküler kesimleriyle değil, muhafazakârlarıyla da bir dinbaz-otoriteryan iktidara ne bedeller ödeyerek direndi, yazmakla bitmez: Darbe teşebbüsü, ardından gelen olağanüstü hâl, KHK’lar, HDP’ye, akademisyenlere, gazetecilere hayatı dar ve zindan etmeler…
Cumhuriyet Davası’nda bizzat yaşadıklarımız; arkadaşlarımıza reva görülen esaret ve eziyetler; ömrümüzün Silivri kapılarında ve adliye koridorlarında geçmesi; sabahlara kadar uykusuz geçen geceler…
***
Ama şimdi Türkiye toplumu seküler ve muhafazakârıyla, Türk’üyle Kürt’üyle, Alevi’si Sünni’siyle, sosyalisti milliyetçisiyle, 2013 Haziran’ında Gezi’de meydanlarda patlattığı çığlığı 2019 Haziran’ında sandıkta patlatıp 810 bin oy farkla İstanbul’u, dolayısıyla Türkiye’yi kazanmış ya…
Ahmet Hoca da diğer bilindik isimler de çıkmış, AKP dışlanmışları ya da “Erdoğanzedeler” olarak konuşuyor, dolaşıyor ve dindar-muhafazakâr toplumsal bünyede yeni arayışların temsilciliğine soyunmuş olarak boy gösteriyorlar.
Ahmet Hoca’nın dünkü konuşmasındaki sözlerinde doğrular yok mu, elbette var.
Amma ve lakin, “Atı alan Üsküdar’ı geçti”; ayrıca Üsküdar’da sabah da oldu be Hocam!..
Bu çıkışı çoook daha öncesinde; öyle dediğin gibi “Kendileriyle 3 saate yakın konuşup sıkıntıları arz ettim, eline yazılı metin verdim, düşüncelerimizi 5 kez detaylı arz ettim” şeklinde değil; şimdi yaptığın gibi, açık açık hepimizin önünde harbice zamanında yapmalıydın, yapabilmeliydin Hocam!..
Şimdi tökezlemiş ve düşmekte olana vurmakla hiç olmaz bu işler Hocam!..
***
Yukarıdaki değerlendirmeme AKP bünyesi ve kitlesi dışından da kızanlar olacağını tahmin ediyorum; Erdoğan iktidarını zayıflatmaya dönük bu türden “içeriden” girişimleri eleştiriyorum, değersizleştiriyorum gibisinden bir gerekçeyle…
Bu iktidarın kendi içinde kırılmaya uğrayacağını yıllar öncesinde söylemiş biri olarak ben, yine de bugün gelinen noktada böylesi girişimleri alkışlamayı veya avuçlarımı ovuşturarak zevkle izlemeyi doğru bulmuyorum.
Gücün karşısına güç kaybı belirdiğinde çıkmak, en büyük güçsüzlüktür!..
Bunu da en iyi bilecek, idrak ve takdir edecek, yine kendilerine yönelip hitap edilen dindar-muhafazakâr kitleler olacaktır diye tahmin ediyorum.
Ayrıca o dindar-muhafazakârlara, geleceğe dönük kaygılarını gidermede; toplumun diğer kesimleri ile “farklılıkların bir aradalığı”nda ve aynı hayatın özlemini çeken insanlar olarak buluşmada; nihayet kutuplaşmadan uzak şekilde “melez”liğin zenginlik ve esenliği içinde yaşama arzusunda hitap edecek taptaze ve gürül gürül bir seçenek de çoktan çıktı bile.
Ekrem İmamoğlu'dur bu...