Malûm, her yılbaşı öncesi ve sonrasının klasik “geyiği”dir; gazete ve ekranlarda “eski yılda olanlar” üzerine yazılır, konuşulur… Bunlardan hiç hazzetmemekle birlikte, altını çizmekten kendimi alıkoyamadığım enteresan bir olay var 2009’da. “Cübbeli Ahmet Hoca” namıyla maruf Nakşibendî şeyhi Ahmet Mahmut Ünlü’nün “mabetten medyaya” transferi bu!..
Nakşibendîliğin “antropolojisi”ni akademik hayatında merkezî yere oturtmuş biri olarak çarpıcı bir “dönüşüm”e işaret ettiğini düşündüğüm “Cübbeli Olayı”nı Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’ya borçluyuz. Cübbeli Ahmet Hoca “Tekke”den Teke Tek’e bir düştü pir düştü! 2009’un bu “eğlendirici” program serisinde Ahmet Hoca pek çok konuda döktürdü; din, tarih, siyaset, medya, seks, Allah ne verdiyse girmediği konu kalmadı Cübbeli’nin…
Ülkenin tarihsel derinlik ve coğrafî dağılım itibarıyla en büyük tarikatının günümüzdeki bu en önde gelen ismi, tam anlamıyla bir “şov yıldızı”na dönüştü Teke Tek’le… Program iyi reyting aldı. Cübbeli Ahmet Hoca kendisini hiç tanımamış, daha da öte sokakta görse kendisinden hiç hoşlanmayacak kesimlerin bile ilgisini ve sempatisini kazandı. Magazin programları görüntüleri kullanarak onun daha da spektaküler hale gelmesine katkıda bulundular.
Alan memnun – satan memnun, o zaman bize ne? Hiç, sadece biraz şaşkınlık!.. Cübbeli Ahmet Hoca’nın içerisinde yetiştiği Nakşî geleneğin, böylesi bir “performans”a nasıl cevaz verebildiğini anlamış değiliz. Zira “İsmail Ağa Cemaati” olarak bilinen, Fatih-Çarşamba’da doğuş bulmuş bu Nakşî kolu, yakın zamanlara kadar Türkiye’nin en içe-kapalı, “modern” dünyaya karşı en çatık kaşlı, dini hayata geçirme konusunda en katı disiplinli çevrelerden biriydi.
Ben bu çevreye kurucu şeyh ve Cübbeli’nin de mürşidi olan Mahmut Ustaosmanoğlu, nam-ı diğer “Mahmut Hoca”nın Nakşîlik pratiğini doktora tez konum olan bir diğer Nakşî grupla, Şeyh Nazım Kıbrısî çevresiyle karşılaştırdığım 1990’ların başında ilgi yönelttim. Özellikle Batı dünyasında etkin ve bu dünyaya uyum ve uyarlanma yolunda stratejiler geliştirmiş Şeyh Nazım çevresi ile Mahmut Hoca çevresinin hayli muarazalı bir ilişkisi vardı.
Şeyh Nazım, kendisine bağlanmış olanlara karşı en uç noktada esneklik ve hoşgörü sergilerken Mahmut Hoca İslâmî pratiğe son derece mutaassıp yorumlar getirmekte, oldukça disiplinli bir tarikat stratejisi benimsemekte ve normlardan en küçük sapmaya dahi müsamaha göstermemekteydi. Ne sakalsız mürit ne de tesettüre harfiyen uygun pardösü giyse de çarşafa girmemiş kadın makbuldü Mahmut Hoca için… Kendi cemaatinin dışında kalan dünya ve o dünyanın insanlarına karşı da hayli dışlayıcı ve kapalı bir yaklaşım söz konusu idi.
İki Nakşî kolunun birbirine zıt uygulaması, toplumsal, kültürel ve ekonomik bağlam farklarından kaynaklanmaktaydı. Mahmut Hoca’nın İsmail Ağa Cemaati, İstanbul gibi bir megakentte kaybolmuşluk hissine sahip kır kökenli göçmenlere hitap ediyordu 1990’ların başında. Taşraya nazaran modern, hatta yer yer ultra-modern bir yaşam biçiminin hâkim olduğu İstanbul’dan duyulan korkunun ve ona direnişin sesi olarak sosyolojik mahiyetini kazanmıştı bu çevre…
Şeyh Nazım çevresi ise modern bir Batı-Hıristiyan toplumunda çok farklı ilgi ve isteklerle kendisine yönelmiş, kırsal kökenli göçmenler kadar, belki ondan daha fazla kentsoylu, aristokrat, profesyonel ve entelektüel nitelikli bir topluluğa seslenmekteydi. Bu “heterojen” mürit kitlesinin sürekliliğini koruyabilmek, ancak esnek, uyuşumcu ve herkese, her tutum ve davranışa açık olmakla mümkündü. Bu strateji, başta “Mahmut Hocacılar” olmak üzere diğer Nakşî çevreler tarafından kınanmakta ve Şeyh Nazım’ın İslâm’a bir dolu “bidat” (dine aykırı uydurma yenilik) katmakla suçlanmasına neden olmaktaydı.
İşte meselenin düğüm noktası burası: Kendi adıma ben, Teke Tek’te Cübbeli Ahmet Hoca’yı neşe, keyif ve temaşayla izlerken onu mürşidi Mahmut Hoca’dan çok Şeyh Nazım’a “rabıta”lı hissettim! Eğer tarikat biyografisini bilmesem, onu Şeyh Nazım çevresinde yetişmiş bir sufi sanır, Mahmut Hoca’nın rahle-i tedrisinden geçip ondan icazet aldığına hiç mi hiç ihtimal vermezdim!..
Peki, bu “dönüşüm” nasıl oldu? “Mahremiyet” konusunda hassas, dışa kapalı, teknolojiye mesafeli bir dinî çevrenin 2010’lara uzanan süreçte öne çıkan ismi, nasıl “teknopoli”ye böylesine gark olup tarikatın adeta “magazinelleşme” sürecini başlattı? Yanıtı bulma yolunda kanımca iki birbirine paralel gelişmeye dikkat çekmek gerek.
1990’ların başında İstanbul’da yabancı, yalnız ve kaybolmuş hissedip İsmail Ağa Cemaati’nde kendini bulan insanlar giderek çoğalarak ısındılar yeni yaşam ortamlarına… “İslâmî getto” büyüdü, kabına sığamaz oldu, taştı ve kenti önce fethetti, sonra da keşfetti. Kent, keyif, neşe, zevk, safa ve hatta arzu demekti!
Üstelik – ki bu da ikinci gelişme- 1990’larda özel televizyonlarla bir medyatik patlama gerçekleşmiş ve 2000’ler Türkiyesi’nde yaşam, televizyona endeksli ve “eğlencelik” hale gelmişti. “Her ne yapılırsa yapılsın, ama eğlenceli yapılsın”, yeni “motto”suydu bu medyatik Türkiye’nin… E, Nakşîlik de bundan “münezzeh” değildi elbet ve Nakşî olunacaksa da eğlenceli olunacaktı artık! En uygun karakter, zaten “jet ski”li görüntüleriyle yeterince dalgalanma yaratmış olan Cübbeli’den başkası da olamazdı. Tencere yuvarlandı, kapağını buldu!..
2010 tahminleriyle bitirelim: Cübbeli’ye başka kanallardan transfer ve program teklifleri gelebilir yeni yılda. Haftalık dizi program önerisi getiren kanallar da olabilir. Hatta bir “düet” program: Cübbeli Ahmet Hoca ve Zekeriya Beyaz karşı karşıya! “Yorum Farkı”nın yeni versiyonu; Emre Kongar-Mehmet Barlas “parodi”sinin dinî muadili! Ne dersiniz?
Ve en bomba tahmin: “Sade Müslüman”ı meşhur etmeyi vaat eden bir yarışma-şov programı: “Nakşî-Star”! Tabii jürinin başköşesinde de Cübbeli Ahmet Hoca…
Hayırlısı Allah’tan! Bekleyelim, görelim!..