2014, 2020 ve 2021 de tekraren yayınlanmış bir yazıyı eklemeler ve çıkartmalar yaparak kuşa çevirdikten sonra, bir kez daha ele alıyorum.
Yardımseverlik, hiç kuşkusuz, insanlığın önde gelen değerlerindendir. Vicdan, erdem, ahlâk, din, şefkat gibi nitelemelerin de bu kavramın içinde olduğu söylenir. Burada yardım bekleyenin zorda, yardım etmesi beklenenin de, asgarî güvende olduğu varsayılır.
Tehlike içinde ve çaresiz durumda olanları aynı çaresizlikle sadece izlemek çok zor olmalı. Bu tutumun tersi de tatsız, iyi niyetle ve panik içinde yardıma girişmek yardımseverin kendi esenliğini dolayısıyla yardım bekleyenin durumunu da tehlikeye sokacaktır.
Doğru yardım etmenin nasıl olması gerektiği en güzel uçak yolcularına anlatılır. Diyelim küçük çocuğunuzla birlikte uçacaksınız, size bu öneri hostesler tarafından uygulamalı olarak hatırlatılır; kritik bir anda, üstünüzde, açılan kapaktan sarkan oksijen maskesini telâşla yanınızdaki yardıma muhtaç küçüğünüze takmaya uğraşmayın. Önce kendinize takın. Böylece başkasına yardım edecek kadar kendinizi güvenceye aldıktan sonra, yardım bekleyen küçüğe emin bir şekilde artık el uzatabilirsiniz.
Öte yandan buna karşı, toplum belleği yılların deneyinden süzdüğü uyarıcı mesel ile doludur; “Kendi himmet’e muhtaç bir dede, nerede kaldı gayrıya himmet ede.”
Sözü nereye getireceğim? Evvelce benimsediği hâlde, sonradan kendi insanının yoksulluk sorunlarına boşverip, onların parasıyla uzaklardaki, artık uzaklarda da değil, bizim içimizde, bizimle beraber olan, din kardeşlerine kahramanlık taslayarak onlara, muhtaçlara yardım yetiştirmek ve bundan da içeride siyasî kazanç sağlamaya çalışmak, nasıl bir yardımseverliktir?.. Diyecektim.
Ama, bir diyeceğim daha var! Ekliyorum;
Babam beni okutmaya çalışırken bir yandan da Osmanlı borç taksitlerinin ödenmesine vergileriyle katkıda bulunmuş olmalı, 1954 yılında son kuruşuna kadar hepsi ödendiydi. Sonraki yıllarda da ben, TC yönetimlerinin hizmetleri karşılığı yaptığı harcamalara ve aldığı borçların ödenmesine vergilerimle katkıda bulunmaya devam ettim.
Bugün, ekmek yediğim su içtiğim sofralarda, yürüyüp geçtiğim yollarda köprülerde, uçup konduğum havaalanlarında, kulağımı gözümü açıp dinlediğim antenlerde ekranlarda, dirsek çürütüp aldığım eğitimde diplomalarda, oturduğum ve güvenle uyuduğum evlerde, nefes alıp yayıldığım yeşil bahçelerde, hepsinde, ödediğim vergilerin hakkı bulunur.
Şimdi yerinden yurdundan ettiğimiz komşularım, benim şefkatli yardım severliğimi, konuk severliğimi kullanarak çok azını saydığım bu millî değerlerin oluşumuna katılmamışlarken hepsinden süresiz ve bedava hatta üstüne para alarak yararlanacak, yetmez, çoluğu çocuğu da aynen devam edecek, bu da yetmez, kendi yurduna dönmeyecek, bir de burada oy kullanacak, el insaf desem duyan olur mu acaba ?
Gerçi üstünde çalışıp çabaladığımız bu yarımada, Anadolu, tarih boyunca her zaman dört yönden akan göç almıştır; İberik’ten, Girit’ten, Kuzey Afrika’dan, Balkanlar’dan, Kırım’dan, Kafkaslar’dan, Ortadoğu’dan… Gelenler de dönmeyip oturup kalmışlardır. Hepimiz “dörtnala gelip uzak Asyadan, Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memeleket“e yerleşmedik mi? Nereden belli? Önce gelen, sonradan gelenleri beğenmez de ondan.