15 Eylül 2020

Tamamlanmamış hatıraların hayalleri

Dolunay öyküleri

Her ayın on beşinde buraya küçük bir öykü bırakacağım. Dolunay öyküleri. Kadınlara, erkelere, aşklara, acılara, denizlere, hayata dair bir sütuna sığacak küçük öyküler. İsteyen alır daha da uzağa fırlatır. İsteyen küçük meşin bir kesede saklar, ya da ay tutulması olur hiç gözükmez … 

Tarih için sıradan bir andı ama onlar için hayatlarının en önemli anlarından biriydi. Erkekle kadın yalnız kalmışlardı. Sıradan insanlar mıydı, yoksa bütün geçmişi, kadınla erkeğin bütün tarihini üstlenmiş birer örnek mi? Onlar kendileri olmak istiyordu. Parkın köşesindeki bankta oturuyorlardı. Önlerinden aşağı doğru uzanan yeşil çimenlik, bir gölde son buluyordu. Uzaklarda şehrin kendisiyle bütünleşmiş kalenin burçları görünüyordu. Konuşmaya kadın başladı.

- Bizi neden burada buluşturdun?

- Deniz kenarında olmasını tercih ederdim aslında.

- Ben bu şehri çok sevdiğim için mi?

- Belki de. Sanırım öyle. İnsan hatıralarına kumanda edemiyor. Buranın hatırası o kadar canlı ki. Şu gökyüzünün berraklığına bak, etraftaki sessizliğe. Sanki en başından beri yalnızız. Sadece ikimiz varız. Sadece ikimiz olduk.

- Beni ne kadar tanıyorsun?

- Bilmiyorum. Belki hiç, belki de herkesten daha fazla.

Gökyüzü sahiden çok berraktı. Sanal bir tiyatronun oyuncuları mıydılar, sevgili miydiler, belleğin inanılmaz karmaşası içinde ne olup olmadıklarını o kadar iyi bilemeyecekler. Bir kadın prototipiyle, erkek prototipi olarak varolacaklar bu satırlarda. Buzlu camın arkasına saklıyorum onları. Ama aslında sevgililer. Bazense değil.

Romeo ve Juliet / Ford Madox Brown (1871)

- Böyle saatlerce hiç konuşmadan durabiliriz.

Uzun bir sessizliğin ardından erkek söze başlamıştı.

- Bakışların yeterince konuşkan. Benimle birlikte olmak istediğini söylüyorlar. Ben de heyecanlanıyorum. Ama sonu ne bunun. Ellerinin bedenime dokunması, dudakların sarmaş dolaş birlikteliği, sonunda da birleşmemiz. 

- Bunca olağanüstü çoşku söze döküldüğünde nasıl da pörsüyor değil mi? Son, başlangıcın devamı. Başlangıç, geriye sayımın ilk anı. Öyle olunca hayat da tekrarlarla aşınan bir nehir yatağı. Ama müthiş güzel kanyonlar gördüm ben. Aşkı bir kanyon gibi hissediyorum, doğanın yeryüzüne armağan ettiği bir takı.

- Sen, hiç korkmadan bir kadınla birlikte olmak istediğini söyleyebilirsin, söylemişsindir de. Ama hiç korkmadan aşık olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun? 

- Eğer aşık olduğumu söylemişsem herhangi birine, yalan söylemişimdir. Bir tek hakkın var çünkü. Yalnızca tek yönlü bilet alınabilen bir yolculuk aşk. Gidişi olan, dönüşü olmayan. İnsan yalnızca bir kez aşık olur ve yalnızca bir kez ölür. Aşkta reenkarnasyon yoktur.

- Her şeyi nasıl da süsleyip püsleyip sofraya getirir gibi konuşuyorsun. Ben sana, soru işaretlerinin endişeli karamsar ormanında, çekinmeden, yolunu kaybetme korkusu olmadan ilerleyebiliyor musun diye soruyorum? Madem bir kez aşık olunuyor, ben sana onu yitirmeden taşıyıp taşıyamayacağımızı soruyorum, tek tek insanların değil, aşkın ölümünü soruyorum?

- Sen sormuyorsun, korkuyorsun. Taşıdığın endişe kendi endişelerin değil. Belki genlerinin, belki tarihin kadın olarak sana yüklediği, önceden programlanmış endişeler. Kadınların kollektif bilinçaltında yuvalanmış bir güvensizlik. Manasız bir korku, yükseklik korkusu gibi.

- Korku ve endişe, benden, tarihten ya da genlerden kaynaklanmış ne fark eder? Aşk bunların akıntısına kapılıp sürüklenmeyecek mi? Sonunda bitmeyecek mi? Erkekler aşkı kaybetmekten korkmaz mı?

- Bırakalım sürüklensin akıntıda, hatta yelken direkleri kırılıp batsın isterse. İçinde dolanıp durduğumuz bu hatıra öyle bir zamana ait değil mi? Aşkı yaşamış olmak yetmez mi, yitirmiş olsan bile? İnsan her gün bakkaldan ekmek alabilir ama her gün aşk yaşamaz ki…

Birbirlerine baktılar. Öğleden sonranın soğuk güneşi altında birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini düşündüler. Konuştuklarının kendileriyle ne kadar ilgili, aynı zaman da ne kadar dışında olduğunu, yani böylece oturup gözlerinin içine bakarken kapıldıkları girdabın sözle ifade edilemeyeceğini hissettiler. Bankın üstünde iki kişiydiler ve gözleri çırılçıplaktı.

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"