14 Eylül 2019

Spetses Adası’ndaki büyücü

Siz siz olun bir romanı onun geçtiği mekanda okumayın, hayallerinizde canlandırın yeter, yoksa benim gibi romanın içine hapsolup kalabilirsiniz

Bir roman okursunuz. Roman kurmacadır elbette; ama gerçek mekanlarda geçer çoğu zaman ve siz romanı okurken, kurmaca karakterlerin gezdiği, dolaştığı, aşık olduğu yerleri, hayatıyla ilgili önemli bir karara vardığı kafeyi, ya da sevdiğiyle vedalaştığı liman lokantasını hayallerinizde canlandırmaya çalışırsınız. Romanla bütünleşmiş, adeta romanın bir karakteri olmuş kentler vardır. Justine, Clea, Mountolive ve Balthazar da, yani Durrel’in İskenderiye Dörtlüsünde, İskenderiye, Donna Leon polisiyelerinde Venedik, Milano’dan trene atlayıp romanın geçtiği küçük kasabayı görmek için gittiğimiz ve terk edilmiş bir kovboy kasabası gibi bizi karşılayan Alplerdeki Domodossola yalnızca birkaç örnek. Okurken insanın yavaşça içine süzüldüğü, akşam kitap ayracını koyup gece lambasını kapatıp uykuya dalarken, düşlerini içinde çoğalttığı kentler. Saint Petersburg’ta Raskolnikov’un cinayeti işlemeden önce yürüdüğü yolları izleyerek peşinden gittiğimizi hatırlıyorum. Şehir, romana ve biz şehre nüfuz etmeye başlamıştık. Romanın ilk cümlesi şöyle başlar:

“Çok sıcak bir haziran ayı sabahında, genç bir adam, oturduğu çatı arasından çıkar, yavaş ve kararsız adımlarla K. köprüsüne doğru ilerler.” K köprüsü, Kokushkin Köprüsü’dür. Köprünün üstünde durur, Dostoyevski’nin anlattığı, insanlığın dibe vurduğu anları düşünürsünüz. Sonra tam cinayetin işlendiği apartmana kadar şehirde izini takip edersiniz Raskolnikov’un.

Spetses Adası, Argolikos Körfezi’nin girişinde, Mora Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alır. Seyyale isimli teknemiz, Hydra Adası’ndan ayrılıp meltemin önünde Spetses’e doğru akarken, Ege Denizi’nin en batısında ben, John Fowles’un Büyücü isimli romanının yarısını geçmiştim. “Nefret ettiğim şeyden kurtulmuş, ama sevdiğim yeri bulamamıştım ve böylece sevilecek hiçbir yer olmadığına inandırmıştım kendimi” der Büyücü’nün baş karakteri Nicolas Urfe bir yerlerinde romanın. Peki, insanın sevdiği bir yeri bulması ve hayatı boyunca orada kalması, oradan sıkılmaması mümkün mü? Sevdiğiniz bir yerin bıktığınız bir yere dönüşmesi bir kişilik sorunu mudur yoksa? Bu sorular kafamda uçuşurken Ege Denizi’nin adaları arasında Odysseus gibi dolaşıp hayatı ve denizi birbirine tutturmaya çalışıyorduk.  

Spetses’in dış limanına Seyyale’yi bağladığımızda Büyücü’nün neredeyse tamamının geçtiği adaya geldiğimizi ve burada Nicolas Urfe’nin ya da John Fowles’un izini süreceğimi biliyordum. Kitapta Spetses Phraxos adıyla anılır. Nicolas’ın Phraxos’la ilgili ilk izlenimleri şöyledir:

“Kuzey ve batısında, kıvrımında adanın bulunduğu ve sarsılmaz iki kol halinde duran koca dağlar, doğusunda küçük küçük tepeleri olan bir takımada, güneyinde Girit’e kadar uzanan masmavi bir çölü andıran Ege Denizi”.

Ama görüntüyü çirkinleştiren iki şey vardır, biri şişko bir otel olarak tanımladığı Philadelphia Oteli, diğeri Fowles’un da öğretmenlik yaptığı ve baş karakterinin  de öğretmen olarak bulunacağı Lord Byron Okulu.

Gerçek isimleri Posedonion Grand Hotel ve Anáryiros Koryalénos College (Fowles, romanının kahramanı Urfe gibi burada İngilizce öğretmenliği yapmıştır) olan iki yapı da adanın doğusunda yer alır. Her ikisi de Sotiris Anargyros isimli 19.yüzyılın sonunda Amerika’ya göç edip, tütün ticaretiyle zenginleşmiş bir iş adamının 1920’lerde adaya yaptığı yatırımın parçalarıdır. Ancak esas büyük yatırım, adanın büyük bir bölümünü satın alıp çam ormanı haline getirmesidir. Spetses sanki Ege Denizi’nin arka kapısıdır. Nerden baktığınıza bağlı olarak adımınızı attığınızda Ege’yi terk edecek ya da artık Ege’nin bir parçası olacaksınızdır.

Karamsar, gri, tıslayan Londra’dan, aydınlık, çamların şarkısını söyleyen Spetses’e geldiğinde Fowles ya da romandaki karakteri Nicolas Urfe Akdeniz’i iliklerinde hisseder. “Yoğun Akdeniz ışığı etrafıma vurduğunda, her şeyin ne muhteşem bir güzellikte olduğunu düşünmüştüm, ama bana değdiği anda bunun aynı zamanda ne kadar haşin olduğunu gördüm”. “Bu kısmen aşkın, o her şeyden sıyrılmış olmanın dehşetiydi. Çünkü ayak basar basmaz Yunanistan’ın manzarasına tüm kalbimle ve sonsuza dek aşık olmuştum. Öte yandan aşkla beraber, sinir bozucu denebilecek bir çelişki de doğmuştu. Sanki Yunanistan, müthiş tahrik edici cinselliği olan bir kadındı ama aynı zamanda öyle de vakur bir aristokrat havası vardı ki asla yanına yaklaşamayacaktım”.

Kitabın daha ilk başlarında ipuçlarını toplamaya başlarsınız. Bir tiyatro oyunun ilk sahneleridir okuduklarınız. Teatral ögeler adeta bir tragedya izlermiş gibi sürekli kendini gösterir. Hiçbir şey ve hiç kimse göründüğü gibi değildir. Dekor, sahne sandığınız, kitabın büyük bölümünün geçtiği Villa Bourani de oyundaki karakterlerden birisidir. Bazen hüzünlü, bazen neşeli ama çokça gizemli bir karakter, tıpkı kitaba ismini veren villanın sahibi “büyücü” Conchis gibi.

Spetses adasına gelmişseniz, üstelik te Büyücü’yü okurken gelmişseniz, elbette ilk peşine düşeceğiniz mekan Villa Bourani olacaktır. Adada mutlaka Fowles’a dair kitaplar, hatta belki Büyücü, Villa Bourani turları bile olabilir diye düşünüyordum. Ama sanki Fowles hiç bu adaya gelmemiş ve Büyücü burada yazılmamıştı. Ya da adalıların umurunda değildi, yıllar önce buraya gelip adalarında bir roman yazmış olan İngiliz. Kimse fazla bir şey bilmiyordu, ya da bildiklerini kendilerine saklamayı tercih ediyorlardı. Villa Bourani ya da gerçek adıyla Villa Jasmina’yı bulmak için epey uğraştım. Sosyal medyada Villa Jasmina olarak sergilenen fotoğrafların kitaptaki mekanla alakası olmadığı çıktı ortaya. Karadan kiraladığımız bir atv ile yapılan aramalar da sonuç vermedi. Tıpkı romanda anlatıldığı gibi oyun içinde oyun mu var diye düşünmeye başlamıştım. Olup bitenler, insanlar, gerçekle kurmaca arasında o kadar çok gelip gider ki Büyücü’de, Nicolas Urfe aşk yaşadığı kadının gerçek olup olmadığını ya da iki kadından birine mi, yoksa öbürüne mi tutulduğunu bile anlayamaz.

Sonunda Spetses Adası’nın kadın kahramanı adanın Osmanlılar’dan kurtulmasında önemli rol oynayan Boubolina’nın müzesini gezerken durum anlaşıldı. Bugün bir vakıf olarak Bouboulina’nın sonraki kuşak aile fertleri tarafından işletilen müzede, en genç aile ferdi bana Villa Bourani’nin yerini tarif etti. Agia Pareskevi koyunun tepesinde olduğunu söyledi. O zaman yelkenler fora.  Yolda büyük bir hızla kitabı okumaya devam ediyorum. Ben son sayfalara geldiğimde teknemiz Seyyale de Agia Pareskevi koyuna giriyor. Evet tam da kitapta anlatıldığı gibi. Kıyıdan uzanan bir burun ki Bourani Arnavutça burun anlamına geliyor koyu ikiye bölüyor. Yüzerek kıyıya çıkıyorum. Villa tepede. Kitapta anlatılan İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma dikenli teller paslanmış, bitki örtüsü adeta bir “jungle” gibi sarmış etrafı, yukarı tırmanmak mümkün değil. Kafam karmakarışık. Kitabın izinden Spetses Adası’na geldik; iz sürerken kitapla anlatılanlar, mekan ve zaman birbirine dolanıyor, gerçek hayatla kurgu da. Sanki Villanın terasında Büyücü Conchis var ve kitabın yazılış amacı da beni buraya çekmekti. Kitabın izinden gitmeye çalışırken kitabın içine girip kaybolmuştum. Seyyale Agia Pareskevi Koyunda nazlı nazlı sallanıyordu ama ben kitabın içinde tutuklu kalmıştım, bir daha gerçek hayata dönemeyecektim.

Bir roman okursunuz, roman kurmacadır elbette; ama gerçek mekanlarda geçer çoğu zaman ve siz romanı okurken hayalinizde canlandırmaya çalışırsınız romanın mekanlarını. Siz siz olun bir romanı onun geçtiği mekanda okumayın, hayallerinizde canlandırın yeter, yoksa benim gibi romanın içine hapsolup kalabilirsiniz.

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Endülüs’te Solan Bahçe

Her şey Flamenko’nun ezgilerinde kalsaydı, kalabilseydi keşke. Ama bizzat flamenko da böyle bir şeydi. O huzurun, sükunetin müziği değildi

Seçimden seçmeler saçmalar

Enteresan ülkeyiz vesselam, biri kendini devletin sahibi sanır, diğeri bir yüzyıldır falan kendinden başka bu ülkede vatansever olmadığını iddia eder

Bir devlet görevlisiyle bir vatandaşın diyaloğu

"Yok Can Atalay, yok Osman Kavala, yok Selahattin Demirtaş... Onlar ne isterse, nasıl isterse öyle oluyor, olacak"