Sabah tavşan kanı çayımı yudumlarken mutfak penceremden dışarı bakıyorum. Birkaç kaktüs ve bir tane Ginseng bitkisi var pervazda. Yaprakların arasından Haliç kıyıları ve tepeye doğru eski İstanbul uzanıyor. Görüntünün en sağında sevgili okulum İstanbul Erkek Lisesi. Yedi yıl geceleri yattığımda İstanbul’un bu yakasına bakan ilk gençlik gözlerim orada. Sola doğru güneşte mavi bir deniz gibi dalgalanan zarif Sultanahmet, yanında pembe-kırmızı bir kartal gibi İstanbul semalarına kanatlarını germiş Ayasofya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun mütevazi sarayı Topkapı. Hepsi İstanbul’a ait, hepsi İstanbul’un. Ne yazık ki etrafımız kendini İstanbul’un sahibi sananlarla dolu, oysa ki İstanbul şehri dünyaya ait ve bizler onun hizmetkârıyız yalnızca.
Bugünlerde gündemimiz Ayasofya. Güzel memleketimde böyle gündemler hiç bitmez.
Bana öyle gelir ki Ankara’da ya da başka başkentlerde mitolojik tipler oturuyor. Bunlar ülkeyle, halkla falan işi gücü olmayan, bedenleri değişse de ruhları aynı kalan kadim yaratıklar. Görevleri gücün, iktidarın ve zenginliğin elde tutulması, dar bir zümrenin dışına çıkmamasının sağlanması. Bu beylerin -aralarına bazen kadın karışsa da kahir ekseriyeti beydir- ellerinde bir yapılacaklar listesi var, bir de çeyiz sandıkları. Bu listeye göre hareket ederler. Bu listede çalıştığı kesin olan maddeler vardır. Denenmiş, test edilmiş, onaylanmış. Örneğin, halkın dini duygularına hitap etmek, örneğin halkın milli duygularına oynamak, örneğin iç ya da dış düşman yaratıp onlara veriştirmek, örneğin futbolu, magazini pompalamak, liste uzar gider.
Bazen liste kifayet etmez, ülke ekonomisi başaşağı gidiyordur, işsizlik almış başını gitmiştir, görünen köy kılavuz istememeye başlamıştır, yani mevcut iktidar ilk seçimde yolcudur. O zaman çeyiz sandığını açma vakti gelmiş demektir. Sandığın içinde, atlas kumaşa sarılmış özenle saklanmış, numaralanmış nadide parçalar vardır. Mesela, silahlar susmuş barış ortamı yeşermişken birden bire iç savaş ayarında bir karışıklık başlar. "Dur nereden çıktı" demeden ortalık birbirine girer. Ölen canları, ancak içine ateş düşenler hisseder, yıllarca o ateşle yanarlar. Bir başka sefer mezhep ya da din çatışması körüklenir, kim olduğu bilinmeyen birileri evleri filan işaretleyip katliam yapmaya başlar. Bir diğerinde başka bir ülkeye müdahale gündeme gelir. Bak bu her zaman işe yarar, memleketin çoğunluğu elde bayraklar sıraya dizilir. O ülkeye saldırmanın bize ne faydası var ki diye düşünen olmaz.
Bu mitolojik varlıklar pek zeki değillerdir ve zaten zekâya da ihtiyaçları yoktur. Belli kalıplara göre hareket ederler. Bazen ortalıkta birilerinin sesi fazla çıkmaya başlar, dikkat çeker. Atıp tutuyor, güce, iktidara zarar verme potansiyeli taşıyordur. İş dünyasında "head hunter"lar vardır, yani kafa avcıları. Zeki, parlak tipleri bulup şirketlere kazandırmaktır işleri. Siyasette de işe yarayacak yüksek sesli, kendi başına bıraksan ne olacağı belli olmayan, oysa karşılıklı çıkar zemininde sadakat gösterecek tipleri buluverir bizim mitolojik yaratıklar ve hemen devşirilir, beri tarafa çekilirler, ruhları zaten kolayca değişmeye müsaittir, bedenlerinde olacak değişiklikse yeni bir elbiseye, yeni bir rozet takmaya bakar. Mesela onlardan biri çıkar önce, şöyle bir ortalığı yoklar, havayı kıvamına getirecek üç beş laf eder.
İşte böyle bir ortamda yürüyen memleketin çocuksu gündeminde, çeyiz sandığını Pandora’nın Sandığı’na dönüştürecek bir adım atıldı. Sandığın derinlerinde, en altta yıllardır saklanan, kimsenin de açılacağına ihtimal vermediği, mor kumaşlara sarılı muazzam Ayasofya, sandıktan çıkartıldı. Oysa ki yakın sayılacak bir zamanda Sayın Cumhurbaşkanı "Yan tarafta Sultanahmet'i doldurmayacaksın, 'Ayasofya'yı dolduralım' diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgah" demiş, Ayasofya camii olsun diyenlere ayar vermişti. Ardından da "Kusura bakmasınlar, bunlar dünyayı tanımıyorlar. Muhataplarını bilmiyorlar. Onun için ben bir siyasi lider olarak, bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim… Onun için hassas olacağız, dikkatli olacağız, bu tezgâha gelmeyeceğiz" diye de devam etmişti birkaç gün sonraki bir konuşmasında.
Bu konuyu ortaya atıp takipçiliğini yapanlar, Sayın Erdoğan’ın deyimiyle bu işi tezgahlayanlar amacına ulaşmış görünüyor. Baktığınız zaman, ülkemiz hukukunun uğraşıp karar vermiş, meseleyi bitirmiş olduğunu görüyorsunuz. Ama ne gam, tekrar bozar tekrar yaparız, yapmadığımız şey değil diye düşünüldü herhal. Bu arada birdenbire akıl sır almayacak laflar edilmeye, tartışma programlarından kılıç kalkan sesleri gelmeye başladı. "Kardeşim bu kılıç hakkıdır". Şimdi Z kuşağından bir genç de şöyle diyebilir "Pardon da dostum, 2020 yılındayız, kılıç hakkı ne ya… "
Başka tuhaflıklar da olmuyor değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetinin yok sayılabileceği, kanunla değiştirilebileceği iddia edilirken, aynı iddia sahipleri birden ortaya çıkıp, hoooop geri al, 1400’lerin ortasına gel, şimdi ağır çekimde oynat, hah işte burası, Fatih Sultan Mehmet Han’ın şahsi mülküdür Ayasofya, diye patlatıyor. İnsanın "oldu gözlerim doldu" diyesi geliyor. Acaba çok mu fazla Kuruluş Osman dizisi seyrediyor bu tipler. Fatih’in, diğer padişahların İstanbul’daki malının mülkünün bir envanteri çıkarılsa, kimler konmuş padişahların malının mülkünün üstüne bir görsek. Ama zaten mülkün tamamı onlara ait değil miydi? Ya arkadaşlar gerçekten köprülerin altından çok sular aktı, zaten çökmüş ve başkalarının eline geçmiş olan imparatorluğu lağvederek yeni bir devlet kurduk. Arada bir sistemi, Anayasa'yı değiştirip dursak da hâlâ Cumhuriyet rejimine sahibiz. Medyada boy gösteren Osmanoğullarından bir torun çıkıp da "mülklerini" geri almaya kalkarsa ne diyeceksiniz, hiç düşündünüz mü?
Bu Ayasofya meselesi, kararnamelerle, yargı kararlarıyla aç kapa, kapa aç yapılacak bir iş değil. Bin yıllardır yeryüzündeki en önemli dini sembollerden biri olmuş bir yapıdan söz ediyoruz. Tüm dünyayı etkileyebilecek, dinler arası gerginliği arttıracak, Türk ve İslam düşmanlığını körükleyecek bir adım. "Ankara için küçük, dünya için çok büyük bir adım." Nasıl İsrail’in Kudüs’te "Kılıç Hakkı" ile kafasına göre hareket etmesine karşı çıkıyoruz, nasıl Amerika İsrail Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den, Kudüs’e taşıdığında olay oluyor, bu da öyle bir şey, egemenlikle falan izah edilmesi zor bir durum. Dünyaya, insanlığa mâl olmuş bir değeri, iki dinden milyarlarca insanın kutsal olarak gördüğü bir sembolü, 80 yıl sonra, o günün konjonktürüne, kamuoyu yoklamalarına göre, siyasal rant devşirmek için kullanmayı yanlış buluyorum. Namaz kılmak isteyenler için güzelim Sultanahmet, muhteşem Süleymaniye az ötede duruyor. Yeni Cami, Şehzadebaşı Camii, Beyazıt Camii, Nuru Osmaniye Camii, Rüstem Paşa Camii, daha nice irili ufaklı cami Ayasofya’dan yürüme mesafesinde. Bıraksaydınız Mustafa Kemal’in dünya barışına adadığı o büyük mabet, sonsuza kadar dünya mirası olarak kalsaydı ne olurdu?
Ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama Ayasofya’yla beraber Pandora’nın Kutusu da açılabilir ve dünyanın her yanındaki fanatiklere gün doğabilir. Ortaokuldaki tarih öğretmenimiz Ayşe Hanım anlatırdı, "Almanlar Enver Paşa’yı, Enverland Enverland diye piyazladılar, o gazla ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na soktu" diye. Tarih dersini bize çok sevdirmişti rahmetli. Tarih okumak, tarihten ders almak iyidir.
İçim daralıyor, bari oturup Neyzen Tevfik’in Hiç’in Azâb-ı Mukaddes’i isimli albümünü dinleyeyim…