24 Mart 2019

Servet-i Fünun’un hayalindeki Yeni Zelanda

Jacinda Ardern’in terör eylemi sonrası krizi yönetme performansı o kadar kendiliğindendi ki ondaki etkin güç ülkesinde hemen bir etik-estetik tavır ve siyasal bilinç olarak tezahür etti ve Yeni Zelanda, terör eylemiyle dünyadaki tekinsiz yerler arasında yer alacakken neredeyse bir ütopya haline geldi

Yeni Zelanda’daki terör olayı, birçok şeyle yüzleşmemize vesile oldu. Bunlardan biri, terörün korkuya ve toplumsal ayrışmaya neden olmaması için devletlerin hemen tercih ettiği güvenlik tedbirleri ve özgürlükleri kısıtlayarak asayişi sağlama çabalarından daha etkili başka yöntemlerin de olduğudur. Nitekim, öyle bir siyasetçi çıktı ki dünyanın karşısına, şefkat ve merhametle, insanların acısını samimiyetle paylaşarak ve dayanışma içinde tam da terörün istediği korku ve tehdit algısına düşmeden, ayrımcılık ve çatışmaya imkân vermeden, kendiliğinden sevginin, dostluğun, diğerkamlığın gücünü gösterdi.

Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, siyasete kadınların katılımının kadınca bir duruşla bir özgünlük ve farklılık, bir alternatif ve başkalık getirebileceğini gösterdi. Kadınların da siyasete aktif katılımı için, Margaret Thatcher’den Angela Merkel’e, Tansu Çiller’den Meral Akşener’e kadar bir dizi örneğini sayabileceğimiz gibi “erkek” gibi davranmanın, “eril” söylem ve tarzı benimsemenin gerekli olmadığını bize gösterdi. Zarafet, merhamet, şefkat, duygusallık gibi “dişil” sayılan durumların abartılı bir gösteriye dönüştürülmeden, nasıl Nietzscheci anlamda birer “etkin güç” ifadesine dönüşebildiğini gördük Ardern’de…

Zaten Ardern’in terör eylemi sonrası krizi yönetme performansı o kadar kendiliğindendi ki ondaki etkin güç, Yeni Zelanda toplumunda hemen bir etik-estetik tavır ve siyasal bilinç olarak tezahür etti. Böylece Yeni Zelanda, birden bir terör eylemiyle dünyadaki tekinsiz yerler arasında yerini alacakken neredeyse bir ütopya olarak gündeme geldi.

Yeni Zelanda’nın kısmen de olsa Türkiye kamuoyunda, “ilerici sosyal demokrat” başbakanı ve özgürlükçü toplumuyla merak ve ilgileri üzerine çekmesi, bana Osmanlı Türkiye’sinde benzer koşullarda ortaya çıkan bir girişimi hatırlattı. Yeni Zelanda, II. Abdülhamid döneminde uygulanan “istibdat”tan bunalan ve kendilerine yeni bir hayat kurmak isteyen bir grup Osmanlı aydınının da ilgisini çekmişti.

İstibdat karşısında ‘Yeşil Yurt” arayışı

II. Abdülhamid döneminin toplumsal ve siyasal koşullarının toplumda neden olduğu bezginlik ve bu sorunların rahatça konuşulamaması Servet-i Fünuncuların eserlerinde karamsarlık ve içe kapanıklık şeklinde kendini gösterir. Servet-i Fünunculardaki bu içe kapanıklık, gerçeklikten kaçış, aşırı duyarlılık, hayal-hakikat çatışması ve hakikatin ağır basmasından duyulan üzüntü ile toplumdan kaçma arzusu, şiirden romana kadar onların eserlerinde ayırt edici ve belirleyici etki yapmıştır. İçinde yaşadıkları koşullardan memnun olmama ve toplumdan kaçış duygularının açık bir ifadesi ise onların ortaya attıkları “Yeşil Yurt” projesidir.

Servet-i Fünunculardaki gerçeklikten kaçma duygusu, içinde yaşanılan siyasal atmosferle doğrudan ilgilidir. Servet-i Fünuncuların kendi hatıralarında “Yeşil Yurt” düşüncesine neden olarak hep siyasal atmosfer gösterilmektedir. Nitekim Servet-i Fünuncuların yetiştikleri, bir topluluk olarak ortaya çıktıkları ve eserlerini verdikleri dönemin onların üzerinde güçlü bir etkisi olmuştur.

Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu koşullara genel olarak baktığımızda sorunlu bir dönemi görürüz. O yıllarda devlet, içten ve dıştan birçok baskıya maruz kalmakta, birbiri ardına kaybedilen savaşlar ve yetersiz devlet adamlarının uyguladıkları basiretsiz dış politikalar yüzünden itibarını kaybetmektedir.

Aydınlar ise bütün olumsuzlukların nedeni olarak padişahı gördüklerinden, onun ve dolayısıyla rejimin değişmesiyle her şeyin düzeleceğine inanmaktaydılar. Bu kaotik ortamı vesile kılarak, 1876 yılında meclisi fesheden II. Abdülhamid, “istibdat” adı verilen bir sıkıyönetim şeklini uygulamaya koymuştur.

İşte Servet-i Fünuncuların “Yeşil Yurt” projesine bu baskı ortamı neden olmuştur. Zira, Servet-i Fünuncuların baskıcı yönetime karşı tahammülleri gittikçe azalmakta ve memleket onlar için yaşanamaz bir yer haline gelmekteydi. Bakın, edebiyatla ilgilenmemesine rağmen Servet-i Fünun topluluğuyla yakın ilişki içinde olan Hüseyin Kazım Kadri ortamı nasıl anlatıyor:

“Vatanın afak-ı siyasiyesi karardıkça bizim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli fırtınalar esiyordu. Her şeyden nevmid idik. Abdülhamid de günden güne mezalimini arttırıyordu. Fakat biz teşebbüslerimizi o nisbette tezyid edemiyorduk. Memlekette bir ihtilaf hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu. Zahiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah kapmak amelinde idiler. Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları kapanmış ve bu elim vaziyette yaşamak imkânı kalmamıştı. (…) Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!” (Aktaran, Rahim Tarım, “Servet-i Fünun Topluluğunun ‘Yeşil Yurt’ Özlemi”, Kitap-lık, sayı 93, 2006)

Topluluğun içinde ve yakınında olan diğer tanıklar da göç önerisinin siyasal koşullardan en çok şikayet eden Tevfik Fikret’ten geldiğini doğruluyor. Bir gün Hüseyin Cahit ile Tevfik Fikret, göz doktoru Esad Paşa’yı ziyarete gitmişlerdir. Paşanın evi, Abdülhamid karşıtlarının seslerini kısmadan şikayetlerini dile getirip, özgürce yönetimi eleştirdikleri bir tartışma ortamıdır. Sohbet sırasında her zaman olduğu gibi konu “istibdat”tan, yani baskıdan açılır. Baskıdan kurtulmak için çare olarak çoluk çocuk topluca İstanbul’dan göç etmeye karar verilir.

“Yeşil Yurt” ütopyası Yeni Zelanda

Lakin, henüz nereye ve nasıl gidileceğiyle ilgili bir fikirleri yoktur. Gidilebilecek yerler konusunda bilgi toplama görevi Tevfik Fikret tarafından Mehmed Rauf’a verilir. Tarabya Sahil Komutanlığı’nda deniz yüzbaşısı olan Mehmed Rauf’un İngiliz deniz subaylarıyla yakın ilişkisi vardır.

Mehmed Rauf, Tevfik Fikret’in isteği üzerine İngiliz denizcilerle yaptığı görüşmeler sonucunda İngiltere’den birçok insanın Yeni Zelanda’ya göç ettiğini ve bu adanın yeni bir hayat kurmak için çok elverişli olduğunu öğrenir. Mehmed Rauf Yeni Zelanda’yla ilgili derlediği bilgi ve broşürleri bir toplantıda arkadaşlarına aktarır ve Yeni Zelanda’nın göç için uygun bir yer olduğuna karar verilir.

Buraya herkes ailesiyle gidecek ve bir sosyalist topluluk halinde yaşayacaktır. Aralarında mülkiyet ilişkisi değil, kardeşlik ilişkisi olacaktır. Bu ütopya fikrine en çok Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit kapılır. Önce Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım Kadri Yeni Zelanda’ya bir keşif ziyareti yapacaktır. Bir diğer önemli mesele, bu projenin gerçekleşmesi için gereken sermayeyi bulmaktır. Esat Paşa, Ankara’daki çiftliğini satarak bu projenin parasal ihtiyacını karşılamayı taahhüt eder. Lakin Esat Paşa, çiftliğini satmak üzere gittiği Ankara’dan eli boş döner. Çiftlik için bir müşteri bulamaz. Böylece, Yeni Zelanda’da bir Osmanlı aydınları topluluğunun kuracağı ütopya vaadinden umut kesilir.

Aslında bir fikir olarak ortaya atıldığında herkese cazip gelen uzak bir diyarda bir ütopya kurmak, iş ciddiye binince herkes için meçhule bir yolculuk planına dönüşür ve karşılaşılan ilk engelde yola çıkmaktan vazgeçilir.

Yeni Zelanda projesinin rafa kalkması, Servet-i Fünuncuları başka arayışlara yöneltir. Kendileri için dayanılamaz hale gelen İstanbul’un baskıcı ortamından uzaklaşma isteğiyle bu kez, Hüseyin Kazım Kadri’nin Manisa’daki köy arazisine yerleşme projesi gündeme gelir. Yeni Zelanda’da kurmayı tasarladıkları ailece doğal bir ortamda bir komün olarak yaşama düşüncesini Manisa’nın bir köyünde hayata geçirmeye girişirler. Bu proje daha gerçekçi geldiğinden Tevfik Fikret daha çok heveslenir. Orada yaşayacakları köşkün planını bile çizer hemen… Yine keşif gezisi yapılır, olumlu bir izlenimle İstanbul’a dönülür; ancak bu sefer de topluluğun içinde anlaşmazlık çıkar ve bu proje de gerçekleşmez.

Muhtemelen henüz çok genç yaşlarda olan topluluk üyeleri (Hüseyin Kazım Kadri 19, Hüseyin Cahit 23, Mehmed Rauf 24, Tevfik Fikret 31 yaşındadır) Thomas More ve Campanella’nın ütopyalarından etkilenerek şairane bir hayal kurmuşlardır. Ama gerçekliğe dönüldüğünde kişisel özelliklerin çatıştığı ve aslında pek de komün hayatına uygun bir topluluk olmadıkları açığa çıkmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Plastik mutlak

Varoluşçuluk bakımından insanın kendini gerçekleştirebileceği en mümkün alanlardan biri sanattır. Varoluşçuluk için insanın kendini tasarlaması ve özgürleşmesi en iyi sanatla sağlanabilir. Çünkü sanatçı bir yandan varlığını tasarlarken diğer yandan kendini keşfeder, kendinin bilincine varır

Distopyadır bu yolda her ütopya

Yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi oluşturmak için tasarlanan ve inşa edilen mega projeler, ne beklenen ekonomik geliri sağlamakta ne de toplumsal fayda sağlamaktadır

Böyle söyledi Nietzsche

Nietzsche'nin Yunan tragedyalarında karşılaştığı iki tanrı, Apollon ve Dionysos insanın iki ayrı yönünü temsil eder. Apollon, düzen, denge, uyum tanrısı olarak akılsal olanın kurucusudur. Dionysos ise coşkunluk ve sarhoşluk tanrısı olarak eğlence, zevk, çılgınlık ve taşkınlığı temsil eder

"
"