Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu bir konuşmasında, Çamlıca Camiinin yapılışını eleştirerek, öyle fazla bir meskûn nüfusun olmadığı bir yerde 60.000 kapasiteli bir caminin gereksiz ve israf olduğunu belirtti. Hemen sonra Erdoğan ve başka AKP’liler, beş vakit namaz kıldığını bildiğimiz bir adama bu eleştirisi nedeniyle “camiye karşı çıkıyor” diye yaftayı yapıştırdılar. Bunun üzerine Karamollaoğlu kendini savunmak zorunda kaldı ve bir açıklama yaptı. Gayesinin sadece bir ikaz yapmak olduğunu, camiye değil, israfa karşı olduğunu, savurganlığın hizmet diye sunulmasının yanlış olduğunu söyledi. Buna rağmen kendisinin cami karşıtıymış gibi gösterilmesinin kötü niyetli bir fiil olduğunu, üstelik kendisinin ne söylediğini çok iyi anladıkları halde başka anlamlara çektiklerini söyledi. Gösterişle ibadetin yanlış olduğunu, insanları etkileyen şeylerin güç ve zenginlik değil, ahlak ve adalet olduğunu belirtti.
Sonra Erdoğan, İmam Hatipliler Derneği toplantısında Karamollaoğlu’na tekrar cevap verdi. “Büyük medeniyet davasında omuz omuza olması gerekenlerin başka yere savruldukları” şikayetinde bulunarak, “Ülkemize kazandırdığımız en büyük cami olan Çamlıca Camii’ne bile gereksiz diyorlar” diye iyi niyetli bir eleştiriyi cami karşıtlığı olarak gösterdi. CHP zihniyetinin camileri kapatmasına konuyu getirerek eleştiriye padişahları muhatap etti: “Sen bu hesabı kalkıp Kanuni’ye, Fatih’e sorsana” dedi.
“Ömer yanlış yaptı, kadın doğru söyledi”
Henüz, teorik olarak düşünülse bile, bilimdeki gelişmeler zamanda yolculuğa imkân vermiyor; ama imkân olsa sormak iyi olurdu ve buyruğunun yasa olduğu gibi haklarında yanlış bir kanaatimiz olan o koca padişahlar hiç celallenmeden cevap verir, gerekçelerini ortaya koyar, ikna etmeye çalışırdı.
Çünkü sahip oldukları İslami terbiye ve örfi adab bunu gerektirmekteydi.
Bu İslami terbiye ideal örneğini Hz. Ömer’den alır. Sert bir görünüme sahip olan Hz. Ömer birçok kez Cuma hutbelerinde kadınlar tarafından sorguya ve uyarıya muhatap olmuştur. Bir hutbede “Kadınlara mehir verirken aşırıya kaçmayın” deyince camide onu dinlemekte olan bir kadın hemen itiraz eder: “Ey Ömer! Senin buna hakkın yok. Zira ayette Allah, ‘Birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile onun içinden bir şey almayın’ buyurmuştur” diye ikazda bulununca, korumaları hemen apar topar kadını camiden alıp götürmezler, darp ve işkence etmezler. “Hadsiz, bu ne cüret; ne yüzle sen ümmetin halifesiyle böyle konuşuyorsun” diye azar da işitmez. “Bunun hesabını mahkemede vereceksin” diye tehdit de edilmez. “Bu sözlerinle sen kime hizmet ettiğinin farkında mısın?” diye algı operasyonu da yapılmaz.
Hz. Ömer, “Ömer yanlış yaptı, kadın doğru söyledi” der ve hatasını kabul eder.
Başka bir hutbede de “Sırtındaki iki karış fazla kumaşın hesabını vermeden seni dinlemiyorum ey Ömer!” diye kendisinden hesap sorulur. Hz. Ömer, “Bunlar dış mihrakların ve onların içerideki iş birlikçilerinin itibarsızlaştırma girişimidir” gibisinden tepkilerle soruyu geçiştirmeye kalkmaz, hemen üzerindeki iki karış fazla kumaşın hesabını verir.
Bu yüzdendir ki Hz. Muhammed, “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu” der.
Gerçekten “emirü’l-mü’minin” olmanın ölçütlerini taşımaktadır Hz. Ömer…
Cami, cemaat varsa yapılırdı
Osmanlı örfünde de her toplumsal projede adab kuralları belirleyicidir. Adab, Osmanlı toplumunda hiyerarşik düzeni ve onun mimari yapılardaki temsilini belirlerdi. Padişah bile olsa canı istediği, aklına geldiği gibi karar alamazdı. Adab kuralları mimarbaşı, hamileri ve toplum arasında müzakere edilerek oluşan normlardan oluşuyordu. Adab kuralları, bugünkü gibi aklına gelenin istediği yerde ve bilhassa İstanbul’un görkemli tepelerinde büyük kubbeli camiler yaptırmasına izin vermiyordu. Kamusal gelir kaynaklarıyla finanse edilerek inşaları bazen asırlar boyunca süren (1163-1345) Paris’te yanan Notre Damme Katedrali gibi binaların aksine, anıtsal camiler banilerin kendi helal paralarıyla inşa edilerek, görece kısa zamanda tamamlanıyordu. Genellikle bu camiler yaptıranların adlarını taşır. Çünkü bu camiler, bugünkü gibi devlet parası ve kamusal alanlar kullanılarak yapılmazdı.
Ayrıca cami yapımının gerekliliğini ve içlerini dolduracak yeterli cemaatin olup olmadığını kadıya ispat etmek şarttı. Harvard Üniversitesi’nde mimarlık ve sanat tarihi profesörü olan Gülru Necipoğlu, Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür adlı kitabında cami yapımını kısıtlayıcı ya da onaylayıcı birçok belge ve mahkeme kaydı yayınlamıştır.
Adab kurallarına uymayanlar bu belgelerde şiddetle eleştirilmektedir. Necipoğlu örnek olarak bir Osmanlı aydını ve bürokrat ı olan Mustafa Ali’nin dönemin padişahı III. Murad için yazdığı nasihatname ve adab-ı muaşeret kitaplarından günümüzü anımsatan düşündürücü iki alıntı yapıyor. Nasihatnamede Mustafa Ali, şeriat kurallarına göre padişahların külliyeler ve diğer hayır yapılarını sadece ganimet malı ile yapmaları gerektiğine işaret edip, gereksiz binaların inşa edilmelerini kınıyor. Mustafa Ali padişaha yapı yerine insana yatırım yapmasını öğütlüyor: “Mescid ve mektebi bırak, âdem yap! Kâbe yapmak gibidir âdem yapmak. Taş ve ağaç çatmak lazım değil şahım, şahlara âdem yapmak yaraşır”.
Mustafa Ali yazdığı adab-ı muaşeret kitabında da İstanbul’da cami, mescid, hankâh ve medrese inşaatının yoğunlaşmasından şikâyet ediyor. Gereksiz yapı faaliyetlerini hayırseverlik, dindarlık ve ihtiyaçtan çok itibar, gösterişçilik ve siyasal güç kazanma arzusunun kışkırttığı savurganlık olarak değerlendiriyor.
Mağrur değil, etiğe dayalı mamur estetik
Osmanlı İmparatorluğu’nda görkemli anıtsal mimari yapılar olarak camiler yapılmıştır. Ama bunlar istisnaidir. İstanbul’da girift şekilde katmanlaşmış bir cami tipleri hiyerarşisi vardır. Bu prestij camilerinin gezilip seyredilecek yerler olma özelliği işlevsel özelliklerine eşlik etmektedir. Nitekim Sinan en görkemli yapıları tepelerde inşa ederek İstanbul’un sahnesinde sergilenmek üzere tasarlamıştır. Padişahların türbelerini içeren anıtsal cami külliyeleri bir dizi halinde yalnızca sur içindeki tepeleri taçlandırmıştır. Diğer camilerse edepli bir sadelikle daha aşağılardaki mütevazı konumlara ve sahillere serpiştirilmiştir.
Böylece, günümüzde “tarihi yarımada” olarak adlandırılan sur içindeki İstanbul’un “bilad-ı selase” denen Eyüp, Galata ve Üsküdar’a göre öncelikli konumu ifade edilmiştir. Bu simgesel konum farkı, bilinçli bir görsel çelişki ile ortaya çıkmaktaydı. Bu üç beldeye doğanın yarattığı yumuşak eğimli tepeleri kaplayan ormanların oluşturduğu natüralist peyzajlar hakimdi. Sinan kendinden önce Bizans İmparatorluğu tarafından oluşturulan İstanbul’un emperyal imgesini tepelere yerleştirdiği görkemli yapılarla pekiştirmiştir. Ama bütün bu mimari program adab denen kurallara bağlı olarak gerçekleşmiştir.
Adab, şehir mekanına estetik bir duygu veren, ahenkli yapılarla şehri bir güzel sanat eseri olarak deneyimlemeye imkân veren bir düzen sağlamıştır. Böylece güce dayalı “mağrur” bir estetik değil, etiğe dayalı “mamur” bir estetiğin ifadesi olan yapılar inşa edilmiştir.
Dolayısıyla Sayın Erdoğan’ın dediği gibi Çamlıca Camii’nin hesabını Kanuni’ye sormak mümkün olsaydı, muhtemelen Mustafa Ali gibi bir danışmanının nasihatine uygun olarak “Adaba mugayirdir” derdi.