07 Nisan 2015
Dünyada her gün yüzlerce bilimsel araştırma yayınlanır ama bunlardan çok azı geçen hafta “ Yoksulluk beyin gelişimini etkiliyor” başlıklı haber gibi ülkemiz medya organlarında, politik haberlerin gölgesinde kendisine yer bularak topluma ulaşır (http://t24.com.tr/haber/yoksulluk-beyin-gelisimini-etkiliyor,292187). Oysa bu haberde sözü edilen ve “Nature Neuroscience” gibi çok önemli bir dergide yayınlanan araştırma, çocuk yoksulluğu ile uğraşanların çok uzun süredir üzerinde durduğu yoksulluğun çocukların davranışları ve entelektüel gelişimleri üzerine olumsuz etkisi konusunda sağlam veriler sunmaktadır. Bunun ötesinde elde edilen veriler, Amerikan ırkçılarının “zenciler zihinsel olarak yetersiz olduğu için yoksuldur” tezinin tam tersini kanıtlamakta ve çocukların yoksulluğun etkilerinden korunması mücadelesine önemli bir katkı sağlamaktadır.
Sosyoekonomik eşitsizlikler ile zihinsel gelişimdeki farklılıkların bağlantılı olduğu konusu uzun zamandır biliniyor. Bununla birlikte bu bağlantının beyin yapısında nasıl kendini gösterdiği olduğu açık değil. Habere konu olan araştırma, farklı sosyoekonomik gruplardan 3-20 yaş arasındaki 1099 çocuğun beyin morfolojileri ve bilişsel fonksiyonlarının, ırk ve genetik faktörlerden bağımsız olarak incelenmesine dayanıyor. Araştırmanın sonuçları, gelir düzeyi ile beyin yüzey alanı arasında logaritmik bir ilişki olduğunu, varlıklı ve iyi eğitimli ailelerin çocuklarının beyinlerinin, daha alt sosyal tabakadan gelen yaşıtlarına göre daha büyük olduğunu, bu çocukların zeka testlerinde daha başarılı olduğunu ve aradaki farkında beynin, özellikle konuşma ve okuma, bellek, kararlılık ve mekan algılama becerilerini belirleyen bölgelerinde daha belirgin olduğunu gösteriyor. Araştırma verileri, gelir düzeyi düşük ailelerden gelen çocuklarda, gelir düzeyindeki küçük farkların, beyin yüzey alanında büyük değişikliklere yol açtığını, yüksek gelir düzeyli ailelerden gelen çocuklarda ise bu farkların beyin yüzey alanında daha küçük değişikliklere yol açtığını da ortaya koyuyor. Bu araştırmanın en önemli sonucu olarak gelir düzeyinin, durumu en kötü olan çocuklarda beyin yapısını güçlü bir şekilde etkilediğini söyleyebiliriz.
Günümüz toplumlarının bütünlüğünü tehdit eden en büyük sorunlardan birisi yoksulluktur. Günümüzde emek ile sosyo-ekonomik güvence arasındaki bağ zayıflarken, nesiller arası dayanışmaya ve toplumsal risklerin ortaklaşa karşılanmasına dayanan sosyal devlet yaklaşımı büyük ölçüde etkisiz hale gelmiştir. Bu şartlar altında, yoksulluk, ekonomik koşullara bağlı, gelir yetersizliği ile açıklanabilecek geçici bir toplumsal sorun olmaktan çıkmıştır. Yeni yoksulluk, sosyal güvenceden yoksun bireylerin, ekonomik, sosyal ve kültürel kaynaklara ulaşamaması ve toplum ile bağlarını gitgide yitirmesi yani, çok boyutlu bir sosyal dışlanma sürecidir.
Yoksulluk en fazla çocukları, kadınları, yaşlıları ve özürlüleri sosyal dışlanma riski ile karşı karşıya bırakmaktadır. Yoksulluğun çocuklar üzerindeki en belirgin etkisi beslenme yetersizliği ve açlıktır. Yoksulluk, eve giren kaliteli besinlerin yetersizliğine, ev içi stres ve annenin kronik yorgunluğu nedeniyle anne sütünün erken kesilmesine, annenin beslenme yetersizliğine ve bebeklerin düşük ağırlıklı doğmasına, sağlıksız fiziksel ortama ve yetersiz sağlık hizmetine neden olarak çocuk sağlığını doğrudan etkilemektedir. Yoksul evlerde büyüyen çocuklar, sağlık ve eğitim gibi toplumsal kaynaklara ulaşmakta güçlük çekmekte, bu durum onların daha küçük yaşlarda birey olarak toplum ile kurdukları ilişkileri zedelemektedir.
UNİCEF tarafından geçen yıl Eylül ayında yayınlanan ve ekonomik resesyonun çocuklar üzerine etkisini inceleyen raporuna göre, son 4 yılda bir miktar düzelme olmasına rağmen ülkemizdeki çocukların yüzde 30.2’si yoksulluk sınırı altında bir yaşam sürdürmektedir. Bununla birlikte ülkemizde 18 yaş altındaki nüfus (çocuklar) için ailelerin gelir düzeyine bakılmaksızın sağlık güvencesi sağlanması çok önemli bir toplumsal ilerlemedir. Özellikle son 20 yılda arka arkaya gelen ekonomik krizlerin ve doğu bölgesindeki sorunlardan kaynaklanan göçlerin etkisiyle yoksulluk çocuklar için açık bir tehdit haline gelmiş, okuldan ve aileden kopan çocuklar, sokak çocukları ve çocuklardan kaynaklanan şiddet olayları, çocuk işçiliği, çocuk fuhuşu, kurum bakımına ihtiyaç duyan çocuk sayısındaki artış, özürlü çocuklar gibi sorunlar nedeniyle sürekli kamuoyunun gündeminde kalmıştır. Buna karşın yoksulluğun çocuklar üzerindeki zararlarını engelleyen, çocuğun ağır iş koşulları, sokak, fuhuş ile tanışıp kendi çocukluğu ve içinde yaşadığı toplum ile bağlarını koparmasına izin vermeyen çocuk odaklı sosyal içerme politikaları geliştirilememiş, daha çok Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesinde yürütülen ve yoksulluğun sonuçları en ağır şekilde yaşanmaya başlandıktan sonra devreye giren koruma programları ile yetinilmiştir. Geçen yıl kapatılan il özel idaresi ve belediye yasalarındaki açık hükümlere ve bu kuruluşların bütçelerindeki önemli artışlara karşın yerel yönetimler, çocuklara yönelik sosyal programlara yeterli kaynak ve insan gücü ayırmamıştır.
Ülkemizde 6-14 yaş arasında 1 milyon özürlü çocuk olduğu tahmin edilmektedir. Özürlülüğe neden olan hastalıklar yoksul ailelerin çocuklarında daha sık görülmekte ve her özürlü çocuk ailenin yoksulluğunu derinleştirmektedir. Bu yaş grubundaki özürlü nüfusunun en fazla %5’i eğitime devam etmekte, özürlü çocukların eğitimden rehabilitasyona; sosyal bakım hizmetlerinin yetersizliğinden iş bulmaya bir çok sorunu çözüm beklemektedir. Son yıllarda sosyal güvenlik kuruluşlarının zihinsel özürlüler için hizmet satın alma yoluyla yaptığı katkılar, yeterli eğitilmiş insan gücü olmayan ve denetlenmeyen “özel” eğitim kurumlarında özürlü çocukların üzerinden yaygın bir kazanç istismarına neden olarak çok büyük bir kamu kaynağının israf olmasına neden olmaktadır.
Yoksulluk, eğitimden uzaklaşma, hazırlıksız göç olgusu ve kentteki dışlanma, ebeveynlerde beceri yoksunluğu ve ailenin çocuğuyla ilişkisinin zayıf kalması, çocukların sokakta çalışmaya yönelmesi, ailenin çocuğu çalışmaya zorlaması, destek mekanizmalarının zayıf olması, cep telefonu salgını örneğinde olduğu gibi tüketimin özendirilmesi, okullardaki çeteleşme ve bunlarla birlikte grup kültürüne bağlanma dinamikleri gibi nedenlerle suça itilen, madde bağımlısı olan ve/veya sokaklarda yaşayan/çalışan çocuk sayısının hızla artmasına neden olmaktadır. Bütün araştırmalar yoksulluk ile çocuk istismarı arasında da yakın bir bağ olduğunu göstermektedir. Öte yandan yoksulluk, çocuk işçiliğinin en önemli nedenidir ve her türlü yasal mevzuata rağmen çocuklar ayrıştırmalı çöp işçiliğinden sanayiye çeşitli sektörlerde bir çok tehlikeli işlerde çalıştırılmaya devam edilmektedir.
Bütün bu sorunlara son bir kaç yılda Suriye’li göçmenlerin çocuklarının yol kenarlarında her gün şahit olduğumuz o dayanılmaz yoksulluğu eklenmiştir ve bu sürecin iyi yönetilememesi durumunda göçmen çocukların büyük çoğunluğunun ülkemizde kalacağı tahmin edilmektedir. Geçen yıl Bahçeşehir Üniversitesi ekibi ile kamplardaki 500 çocuk üzerinde araştırma yapan NewYork Üniversitesi öğretim üyesi Doç.Dr.Selçuk Şirin, “Her dört çocuktan üçünün ailesinden yakın birini savaşta kaybettiğini, her üç çocuktan birinin fiziksel şiddet mağduru olduğunu ve her üç çocuktan ikisinin ailesinde bir yakının fiziksel şiddete maruz kaldığını gördüğünü tespit ettiklerini, bu çocukların tedavi edilmedikleri taktirde, uzun vadede bir başka seçenekleri kalmayarak şiddete başvurmayı tercih edeceklerini, bunu kırmak için kendilerine profesyonel yardım yapılması ve kaliteli öğretmenler sağlanması gerektiğini” belirtiyor. Bu çocukların ne kadar ağır bir “postravmatik stres bozukluğu” sorunu yaşadıklarını anlamak için fotoğraf makinasını silah sanıp, ellerini havaya kaldıran Suriye’li çocuk haberini okumak yeterlidir.
Her insanın bir ışığı vardır ama, çocuklardan yayılan ışık daha gür ve tazedir. Çünkü, çocuklar her sabah vücutlarına ve zihinlerine eklenen yüz binlerce yeni hücre ile başlarlar güne. Hem büyüme (niceliksel artma) hem de gelişme (çocuğun yetenek kazanması) için, çocuğun genlerinde mevcut olan potansiyellerin gerçekleşmesini sağlayacak bir ortama ihtiyaç vardır.
Yoksulluğun iyi bilinen etkilerinden birisi de çeşitli psikososyal sorunlara yol açmasının yanı sıra zihinsel gelişmeyi olumsuz etkilemesidir. Bunun hem biyolojik hem de ev içi ortamına ait nedenleri vardır. Öncelikle kronik açlığın gelişmekte olan beyin dokusunu olumsuz etkilediği bilinmektedir. Bunun yanında yoksul çocukların Merkezi Sinir Sistemine(MSS) zararlı toksik maddelere (kurşun ve böcek ilaçları vb.) maruz kalma riskinin daha fazladır. Kafa travması geçiren gönüllülerin Magnetik Rezonans (MRI) ile incelenmesi, beynin “prefrontal” kısmındaki zedelenmenin hastaların sosyal ve ekonomik durumlarını olumsuz etkilediği gösterilmiştir. Bazı araştırmacılar, çocukluk çağı boyunca gelişmeye devam eden bu beyin bölümünün yoksulluğa eşlik eden stres, kronik açlık, sigara tüketimi, demir eksikliği, kötü çevre koşulları gibi faktörler tarafından olumsuz etkilenebileceğini ileri sürmektedirler. Güney Afrika’da beslenme yetersizliği olan çocukların MRI görüntülerinde, açlığa bağlı olarak beyin dokularının küçüldüğünü ve 90 günlük beslenme sonrası belirgin iyileşme olduğu gösterilmiştir. Demir eksikliği yoksul çocuklarda sık görülen bir sorundur ve uzun süren demir eksikliğinin entelektüel gelişmeyi olumsuz etkilediği, bunun geri dönüşsüz olabileceği ve ağır demir eksikliğinin hafif derecede mental geriliğe neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca demir eksikliğinde kaslardaki “aerobik çalışma kapasitesi” nin azaldığı ve bunun da çocuklarda yorgunluğa neden olabileceği ileri sürülmektedir. Yine son yıllarda yoksulluk nedeniyle yeterli et yiyemeyen annelerin çocuklarında B12 vitamini eksikliğinin sık görüldüğü, bu çocuklarda hipotoni, tremor, huzursuzluk ve gelişme geriliği gibi bulguların olduğu, bu durumun uzun sürmesi halinde beyin gelişiminde kalıcı zedelenmeler oluşacağı bildirilmektedir.
Yoksulluğun ve açlığın biyolojik etkileri kadar psikososyal ve davranışsal etkileri de önemlidir ve bu konuda geniş bir literatür vardır. Araştırmalara göre yoksul ailelerin çocuklarında “saldırganlık”, “hiperaktivite” ve “huzursuzluk” sık görülen özelliklerdir. Bu çocuklar huzursuz ruh halleri ve yorgunlukları nedeniyle başka çocuklarla birlikte olmakta güçlük çekerler. Yoksul çocuklar arasında depresyon ve intihar girişimi daha fazladır ve bu nedenle ruh sağlığı kliniklerine daha sık başvurmaktadırlar. Yoksul çocukların algılama fonksiyonlarında ve öğrenme kapasitelerinde azalma bildirilmekte, bu çocukların testlerde düşük skor yaptıkları ve okul başarılarının düşük olduğu gözlenmektedir. Hem davranış sorunları hem de sık hastalanma nedeniyle okula gidemeyen yoksul çocuklar arasında sınıfta kalma ve okul idaresi tarafından cezalandırılma oranı yüksektir.
Son yıllarda yoksulluğun çocukların entelektüel gelişmesi üzerindeki olumsuz etkisinin daha çok ev içindeki ortam üzerinden olduğu belirtilmektedir. Buna göre entelektüel gelişme için çocuğun fiziksel sağlığı yanında evdeki fiziksel ortam, annenin çocukla ilişkisi, evdeki “kognitif stimülasyon” ve erken çocukluk bakımı etkili olmaktadır. Araştırmalar, yoksulluğun bütün bu ara faktörleri negatif etkileyerek- karanlık ev içleri, annenin eğitimsizliği ve “tükenmişliği”, eve gazete, dergi girmemesi, annenin çocuğuna bir şey okumaması vb.- çocukların entelektüel gelişmelerini bozmaktadır.
Bu saptamalar doğrultusunda ülkemizde evrensel hak temelli sosyal devlet yaklaşımı çerçevesinde Çocuk yoksulluğu ile mücadele programına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu programın temel ilkeleri aşağıda özetlenmiştir.
Özürlü çocuklara yönelik hizmetler kamu kurumları tarafından verilmeli ve hizmet satın alma yoluyla yararlanılan özel eğitim kurumlarının bilimsel ve etkin denetimi yapılarak kamu kaynaklarının çarçur edilmesine ve özürlü çocukların istismarına acilen son verilmelidir.
Yoksulluk tarafından kuşatılan çocuk bedenlerinin en hüzünlü dönemi uyum dönemidir. Bu dönemde her şey yavaşlar ve organizma kendisini bir tür “kış uykusu” olarak tanımlanabilecek “hüzünlü” bir döneme sokar. Bu dönem biyolojik bir “depresyon” olarak da tanımlanabilir. Enerji yetmeyince bir çok dokudaki “insülin reseptörü” daha az çalışır ve organizma bu sayede tasarruf ettiği glikozu beyine göndermeye çalışır. Bu dönemde esas itibarıyla “tasarruf” ilkesi geçerlidir; başta büyüme ve metabolizma olmak üzere her şeyden tasarruf yapılmaya çalışılır. Bir başka deyişle organizma bu dönemde “azla yetindiği” gerçek bir “idare lambası” dönemine girer. Daha az ışık daha az yaşam demektir ama yine de ışıklar “kısılmak zorunda kalınır”.
Yazının başında bahsettiğimiz araştırmaya geri dönecek olursak, bu araştırma, yaşamının ilk iki yılında aile gelirinde yaşanan küçük artışların, yetişkin koşullarında büyük değişiklikler yaratabildiğini, ailelerin yoksulluğunu azaltan politikaların çocukların beyin fonksiyonları ve gelişiminde anlamlı rolü olabileceğini gösteriyor. Sonuç olarak, çocukları yoksulluktan koruyacak etkili önlemleri alamazsak, gelişim ve başarıda sosyoekonomik eşitsizlikleri azaltmazsak, toplum olarak çocukların gözlerindeki ışığın sönmesinin utancını da taşımak zorunda kalırız.
Family income, parental education and brain structure in children and adolescents
Suriyeli Mülteci Çocuklar Saha Araştırması
Bundan sonra bu hakkın 18 yaş üstünü kapsaması, sensörler için desteğin artırılması ve insülin pompalarına adil erişim sağlanması için çaba göstermeye devam edeceğiz
Çocuklar ve kreşler kutsaldır ve bir söz ederken bin kere düşünmek gerekir. Her yere musallat olan siyaset kurumu sözcüsü kelimeleri ile konuşarak lütfen çocuklara ve kreşlere dokunmayın, kreş kavramına zarar vermeyin
Sensörlerin sadece 14 yaş altı için SUT kapsamına alınması ve ergenliğin fırtınalı döneminde kesilmesi büyük hata olur ve bilimsel değildir
© Tüm hakları saklıdır.