Bilindiği gibi 14 Mart günü, ülkemizde batılı anlamda ilk tıp eğitiminin başlamasının tarihi olan 14 Mart 1827’den esinlenerek uzun yıllardır ülkemizde “tıp bayramı” olarak kutlanmaktadır. Benzer günler, örneğin ABD’de cerrahide ilk kez anestezinin kullanıldığı 30 Mart, Hindistan’da modern hekimliği kuran bir Bindhan Chandra Roy'un doğum günü olan 1 Temmuz “doktorlar günü” olarak kutlanır. Bu anma günlerinde hekimlerin kendi mesleklerinin değerini yaşamaları, dayanışma içinde olmaları ve mesleklerinden duydukları sevinci balolar ile paylaşmaları beklenir. Bunların ötesinde ülkemizin yine iyi bir geleneği olarak 14 Mart törenleri tıp öğrencileri, hekimler ve sağlık yetkililerinin buluşması, ortak sorun ve özlemlerin dile getirilmesi için de önemli bir platform olagelmiştir. Şimdi eski heyecanlar olmasa da bir çoğumuz için ilk katıldığımız 14 Mart balolarını hekim olmanın kıvancını, arkadaşlarımızla beraber ilk kez güçlü bir şekilde hissettiğimiz günler olarak hatırlarız. Uzun yıllardır ise mesleğimizin yüz yüze geldiği sorunlar yüzünden 14 Mart günleri, daha çok dert yandığımız ve protestolarda bulunduğumuz günler olarak yaşanmaktadır. Ben ise giderek ağırlaşan sorunlarımıza rağmen mesleğimizin değerlerini ve insana sağladığı imkanları hatırlamanın gereği üzerinde duracağım.
Hekim ya da “talihli biri olmak”
Oscar da almış bir sinema yıldızı Rachel Weis, kendisi ile yapılan bir röportajda “ Aktörlerin insanların örnek aldıkları kişilere dönüşmesi beni endişelendiriyor. Ama mesela öğretmenler ve doktorlar insanlar için gerçekten önemli şeyler yapıyorlar ve asıl kahramanlarımız onlar olmalı” derken günümüzün yüzeysel dünyasının en önemli sonuçlarından birisine dikkat çekiyor. Günümüzün dünyası emekle ve insana hizmetle kazanılmış değerler yerine, güç ve paranın egemen olduğu, insanları erdemli olmaktan uzaklaştıran yaşam pratiklerini daha çok besliyor. Oysa, hepinizin bileceği gibi çocuklar önce öğretmen, sonra da doktor olmak isterler. Bu iki meslek de çocukluğun hemen hiç çıkara yer olmayan dünyasına yakın olduğu için istenir belki de. Antik çağdan beri hekimi ( ya da “şifacıyı”) tanımlamak için kullanılan kelime “ görüşmeci” “konuşmacı” anlamına gelir ve o zamandan beri hekimler insana en yakın yerde mesleklerini yapmanın mutluluğunu duyar. İnsan hayatının değeri üzerine “tefekkür”, hastalarını tanımaya çalışmak ve onları “kardeşlik” duygusu ile karşılamak hala hekimliğin en önemli değerleridir. Son yıllarda çalışma koşulları açısından zor günler yaşansa da hekimlik hala en itibarlı mesleklerden birisidir ve hekim olmak hemen her zaman insana çok yönlü, insanlarla ve bilimle zenginleşen bir yaşamın kapılarını açar. O yüzden hekim olmak John Berger’in sözleriyle “talihli birisi” olmak anlamına da gelir. Bu talihli insanların muayene odalarında bir klinik havası yoktur. Sanki içinde birileri yaşıyormuş gibi sıcak bir atmosfere sahiptir hepsi. Her hafta önemli tıp dergilerini en ince ayrıntısına dek okur, düzenli olarak geliştirme kurslarına gider ve bunları bildiklerini taze tutmanın bir yolu olarak görür. Geçenlerde bir kitapta “etiğin” bir işi sevgiyle yapmak, “ahlak” ın ise görev olduğu için yapmak olduğunu okudum ve tıp etiği kavramının hekimliğin sevgi ile yapılan bir iş olduğunu anlattığını düşündüm. Artık kimilerine “romantik/ılımlı” gelebilecek bu sözlerden sonra günümüzün gerçeğine gelelim.
Tıp fakülteleri niçin önemli?
Tıp fakülteleri ve üniversite hastaneleri, ancak bir bütün olduklarında işlevlerini yerine getirebilen, ülkemiz sağlık sistemi ile entegre olarak en zor vakaların tanı ve tedavisini yapmanın yanı sıra, on binlerce tıp öğrencisi, araştırma görevlisi, hemşirelik, diyetisyenlik ve diğer yardımcı sağlık mensubu öğrencilerinin eğitim gördüğü akademik nitelikli kamu kurumlarıdır. Ayrıca ülkemiz kaynaklı “site edilebilen” yayınların % 40,9’u ve “sitasyonların” % 38,9’u bu kurumların çatısı altında üretilmektedir. Bu özellikleri ile tıp fakülteleri ve üniversite hastanelerinin ne dünyada ne de ülkemizde bir alternatifi yoktur. Tıp fakülteleri ve üniversite hastaneleri açıldıkları her il ve bölgenin toplumsal gelişmesine önemli katkılarda bulundukları gibi mensubu oldukları üniversitelerin de itibarını yükseltmektedir. Ayrıca günümüzde özel sağlık kurumlarında çalışan öğretim üyesi ve hekimlerin büyük çoğunluğu tıp fakültelerinden transfer edilmişlerdir. Bir başka söyleyişle Tıp fakülteleri, insan gücü ve bilimsel yenilenme bakımından ülke sağlık sisteminin kalbi olarak işlev görmektedir.
Bu nedenlerle ülkemizin geleceğe dönük hedeflerinin gerçekleşmesinde, bilim ve sağlıkla ilgili rakamsal öngörülerin tutturulmasına tıp fakülteleri ve üniversite hastanelerinin kritik önemde rolleri vardır. Dolayısıyla tıp fakültelerini ve üniversite hastanelerini desteklemek, gerekirse kamu fonlarından sübvanse etmek ülke yararına olduğu gibi bir yurtseverlik ölçütü olarak kabul edilmelidir.
Üniversite hastanelerinin borç sorununu çalışanlar üzerinden çözmek mümkün mü?
Ülkemizde bütçeden sağlık hizmetlerine ayrılan pay 2002’den bu yana 5,5 kat artarak 75 milyar lira civarına ulaşmıştır. Ülke sağlık düzeyinin iyileşmesinde önemli bir etkisi olan bu artışa karşın, üniversite hastanelerinin hemen hepsi tamamen ürettikleri hizmetin karşılığını alamamaktan kaynaklanan borç yükü altında “ezilmiş” durumdadır. Yaptıkları her hizmet karşılığı SGK ücretine ek olarak hastalardan % 200 katkı alan özel hastanelerin hiç biri zarar etmezken, üniversite hastanelerinin hepsinin zarar ediyor olmasını kamu otoritelerinin çok önemli bir konu olarak ele alması ve izah etmesi gerekmektedir. Bu konulara uzun zamandır emek veren ve başkanlığını İstanbul Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’in yaptığı Üniversite Hastaneleri Birliği (ÜHBD) verilerine göre (http://tip.kocaeli.edu.tr/docs/BilgiNotu_2014_ek2-3.pdf) üniversite hastaneleri, vakaların kompleks olmasına bağlı olarak diğer hastanelere göre % 30 daha pahalıya hizmet ürettiği, 7 yıldır güncellenmeyen SUT fiyatları nedeniyle % 33,9 düşük hizmet fiyatı ile çalıştığı ve sadece üniversite hastanelerinde yapıldığı için faturalandırılamayan hizmetler nedeniyle % 25 gelir kaybı gibi nedenlerle kronik ve önlenemeyen bir negatif bilanço sorunu yaşamaktadır. Bu verileri dikkate alırsak, negatif bilanço sorunun üniversitelerin arazilerini vb. mallarını satarak hastane borçlarını kapatması ile çözülmesi de mümkün görünmemektedir.
Bunun ötesinde borç sorununu öğretim üyeleri, asistanlar ve hastane çalışanlarının ek ödemelerinde azaltarak çözmeye çalışmak, kamu politikalarından kaynaklanan borcun yükünü çalışanlara yüklemek yanlış bir uygulamadır. Bu şekildeki yaklaşımlar öğretim üyelerinin kurumlarından uzaklaşmasına ve çalışma barışının bozulmasına neden olacaktır. Şu anda hemen hepsi hükümetle yakın ilişki içinde olan rektörlerin önceliği, hastane çalışanlarını zorlamak yerine üniversite hastanelerinin sorunlarını yetkililere iyi anlatmak ve kalıcı çözümler için baskı yapmak olmalıdır.
Asistan sayılarındaki azalma acilen önlenmeli
Üniversite hastanelerini bir çok ticari şirket karşısında zor duruma düşüren ve hastane içi motivasyonu dibe vurduran bu kronik borç sorunu yanında tıp fakültelerinin diğer bir önemli sorunu asistan sayılarındaki azalmadır. Ülkemizde son yıllarda hızla artan Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi sayısı ve yeni açılan tıp fakülteleri nedeniyle asistan kadroları yetersiz kalmış ve bir çok tıp fakültesinin asistan sayıları % 50’ye varan oranlarda azalmıştır. Asistan sayılarındaki azalmayı dengeleyecek ara insan gücü desteği de sağlanamayınca üniversite hastanelerinde rutin işleri 10 yıllık profesörlerin yapmak zorunda kaldığı bir dönem başlamıştır. Üniversite hastanelerinde eğitim, kaliteli sağlık hizmeti ve araştırma dengesi ancak yeteri kadar asistan ile sürdürülebilir.
Bir çok tıp fakültesi için öğretim üyesi bulmak, asistan bulmaktan daha kolay hale gelmiştir ama asistanların işlerini öğretim üyelerinin yapması doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. Asistan sayılarındaki azalma bazı kliniklerde işlerin durması ya da yetersiz standart ile yapılmasına neden olmaktadır. Üniversite hastanelerinin bir çok hasta için en son ve en güvenilir basamak olduğu ve her gün çok sayıda kompleks hastanın bu kurumlara sevk edildiği düşünülürse hepimizi üzecek komplikasyonların kapıda olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Öğrenci sayılarındaki artış tıp eğitiminin en önemli sorunu
Tıp fakültelerini zora sokan bir diğer sorun da artan öğrenci sayıları ve yatay geçişler nedeniyle oluşan adaletsizliklerdir. Bir çok fakültenin öğrenci kontenjanları, amfilerin ve diğer eğitim mekanlarının kapasitelerine aldırmadan masa başında arttırılmakta ve ne pahasına olursa olsun ülkemizin hekim sayısı arttırılmaya çalışılmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse bizim fakültenin amfileri 200 kişilik olmasına karşın yeni öğrenciler, yatay geçişler (bu yıl ders başarısı, merkezi yerleştirme puanı, Türkiye Burslusu ve Suriye-Mısır kontenjanı gibi yollarla 60 öğrenci ek olarak alınmıştır) ve kalan öğrencilerle 1.sınıf mevcudu 335 olmuştur. Bu öğrencileri nasıl okutacağımızı kara kara düşünürken aklımızın ucundan “öğrenciler nasıl olsa devam etmez” düşüncesini geçirmek ise hepimizi derinden üzmektedir. Bu fiziki sorun yanında bizi asıl düşündüren kalabalık öğrenci grupları ile nasıl pratik eğitim yapılacağıdır. Bilindiği gibi Tıp eğitimi bir öğrenme ve hekim kimliği oluşum sürecidir. Hekim kimliğinin oluşması ise etkinlik ve katılımın bir ürünü olmanın yanı sıra, anlamlı etkileşimlerin sayısı ve yoğunluğu ile ilişkilidir. Kalabalık öğrenci grupları ile hasta başı eğitimi etkin bir şekilde yapmak mümkün olmayacaktır ve ülkemiz gelecekte yüzeysel gözlemlerle çok ilaç yazan hekimlerin egemenliğine girecektir.
Tıp fakültelerini desteklemek bir yurtseverlik görevi
Özetleyecek olursak tıp fakülteleri ve üniversite hastaneleri, öğrenci kontenjanlarında ve öğrenci hareketlerinde kontrolsüz artış, üniversite hastanelerinin sağlık sistemi içinde yeterli değeri bulmaması ve SUT fiyatlarının yetersizliği, hizmete ağırlık verilmesinden kaynaklanan misyon çatışması, performans sisteminin yozlaştırıcı etkisinden kaynaklanan sorunlar ve emekle orantılı olmayan maaş sistemi ve asistan sayılarında azalma gibi nedenlerle bir “tükenmişlik” sorunu ile karşı karşıyadır. Bütün bu sorunlara rağmen gerçekleri kırıp dökmeden söylemeye çalışan ve hekimliğin özünden gelen insana hizmet motivasyonu ile her gün özveri ile çalışan öğretim üyeleri, asistanlar ve hastane çalışanları olarak hükümetin tıp fakültelerinin durumunu acilen ele almasını bekliyoruz ve tekrar söyleyecek olursak bunun bir yurtseverlik görevi olduğunu düşünüyoruz.
Okuma Önerisi
John Berger-Talihli Bir Adam (Bir Köy Doktorunun Hikayesi)
http://agorakitapligi.com/talihli-bir-adam/
Prof. Dr. Şükrü Hatun
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi
Öğretim Üyesi
[email protected]