Birçok insan gibi geçen haftaya "Ülkemizin, çocuklarımızın önü kapanıyor mu? Açık görüşlü olmayan insanların egemenliğinde daha ne kadar zaman geçireceğiz?" üzüntüsü ile başlamıştım. Bazı günler sabahın erken saatlerinde hissedilen yalnızlık duygusu biraz da bu düşüncelerle koyulaşırken, bu kez de 10 yıldır adını bile yazmak istemediğim hastalığa direnen, başkalarını kendisinden çok düşünen, iyilik meleği sözünü en çok hak eden bir arkadaşımızı, Prof.Dr.Tuba Liman’ı yitirmiştik. Hemen sonraki gün Gülten Akın’ı da yitirince seçim sonrası haftanın ağırlığı artmıştı. İnsan düşünüyor, hissediyor, katılıyor, konuşuyor ama zihninde bunlardan daha fazla şey oluyor ve belki zihnin derinlerinde olanlar esas insanda akşamları hissedilen o sıkıntı ile karışık yorgunluğa neden oluyor. İnsan böyle zamanlarda kendinden, bu yorgunluk duygusundan uzaklaşmak istiyor. Ankara’ya 4.Nüfusbilim Konferansı’nda bir konuşma yapmak üzere trene binip, Sapanca Gölü civarındaki ağaçları görünce hem sonbaharı hissettim, hem de tren yolculuğunun bu tür bir uzaklaşma için bire bir olduğunu düşündüm.
Hacettepe’de sonbahar
Sonra işte ertesi sabah Ankara Kalesi’nden aşağı yürüyerek, dükkanlarını yeni açan esnaflara selam vererek Hacettepe Merkez Kampüsü’ne üst kısımdan girdim. Erkenci öğrenciler merdivenlere oturmuştu ve uzaklarda Hacettepe Çocuk Hastanesi’nin silueti görünüyordu. Konferansın yapıldığı salonlara resim çekerek ilerken, bu kampüse ilk geldiğim 1976 yılından başlayarak geçirdiğim zamanı da hissediyordum. Bir tür nostalji bunlar belki ama aynı zamanda “ beni sorarsan” yolculuğu da denebilir. Ankara'ya ve Hacettepe Tıp Fakültesi'ne geldiğim günü yaşamımın dönüm noktalarından birisi sayarım. Daha sonraki yıllardaki kişisel gelişimimde de Hacettepe'nin damgası vardır. Hacettepe Tıp Fakültesi ve merkez kampüsündeki sağlıkla ilgili diğer fakülteler ve konuşma yapacağım konferansı düzenleyen Nüfus Etütleri Enstitüsü, İhsan Doğramacı'nın Amerika’daki yıllarında kurduğu düşlerin ürünü sayılabilir ve bugünden bakıldığında ülkemiz için çok ileri bir ufku temsil eder. İşte şimdi sonbaharın renkleri ile bezeli resimlerle hem o güzel binalara olan sevgimi ifade etmeye hem de şimdilerde aynı kıymeti bulmayan Hacettepe Tıp Fakültesi'nin temsil ettiği bilimsel tıp hedefleri selamlamaya çalışıyordum. Önünde forumlar yaptığımız heykel oradaydı, öğrencilik yıllarında oturup, düşünme yerim kıldığım, boş olduğunu görünce sevindiğim bankta ise bu kez iki kişi oturuyordu; bankın yanından geçip tıp fakültesinin şimdi “küçük grup çalışması” salonları yapılmış amfilerinin önünden geçerek ve İskender Sayek’i anarak toplantı salonuna geldim. Gelirken tıp fakültesi girişindeki Refik Saydam, Hulusi Behçet gibi ülkemiz tıbbına hizmet etmiş kişilerin büstleri arasında sevgili hocamız Prof.Dr.Nusret Fişek’in büstünü de görünce sevindim ve bu sevinçle konuşmaları dinlemeye başladım.
Asimilasyon mümkün mü?
“ Yoksulluğun Çocuklar Üzerine Etkileri” başlıklı konuşmam öğleden sonraki oturumda idi; ben de sabah ülkemizin etnik demografisinin konuşulduğu oturuma katıldım. Bu oturumda Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsünün çalışmalarından (2008’deki veriler) ülkemizdeki nüfusun % 17,2’sinin ana dilinin Kürtçe olduğunu, en yoksul oranının bu grupta % 45,1 iken, Türkçe konuşanlarda % 14,2, bebek ölüm hızının ana dili Kürtçe olanlarda binde 27, Türkçe olanlarda binde 14 olduğunu, sanıldığının tersine etnik gruplar arasındaki evliliklerin düşük oranda olduğunu ve son yıllarda azaldığını, ana dil haritaları açısından bakıldığında Anadolu’daki dil zenginliğinin azaldığını, asimilasyon politikalarının yalnızca basit bir etnik değiştirme ile sınırlı olmadığını, bu zorlayıcı yaklaşımların buna maruz kalan kesimlerin uygarlık dışına atılmasına , geri kalmaya, örgün eğitimden uzaklaşmaya ve yoksulluğa neden olduğunu öğrendim. Bu veriler, bilim adamlarının katkısı olmadan, politikacıların egemenliğinde hazırlanan politikaların bugünlerdeki huzursuzluğun esas nedeni olduğunu ve asimilasyondan kalıcı olarak vazgeçmedikçe ilerlememizin mümkün olmadığını bir kez daha ortaya koyuyordu.
Gülten Akın’ın “Öteki zamanı”
İçimde sabahtan beri biriken duygular/düşünceler ile Kocatepe Camisi’ne Gülten Akın’ın cenazesine gittim. Önce sevgili arkadaşlarım Aksu ve Tanıl Bora’ya başsağlığı diledim ve sonra da onunla kendimce vedalaştım. Gülten Akın belki şiirlerinde köyde geçen çocukluğumdan kalma yaşantılara, kışlara, dağlara, insanların (kadınların) kısık kalmış hallerine, yer isimlerinin şiir kelimesi olarak belirmesine (Aluçra, Gevaş, Gerze...), insanları doğanın içinde ve düşünce halinde iken anlatmasına yer verdiği için bana hep eşlik etti. Onun Aksu’nun annesi olduğunu öğrendiğimde de, şiirlerini daha iyi anlar gibi oldum ve sonraki yaşamındaki zorlukları üzüntü ile izledim. Şimdi işte bize cebimizde taşısak yeri var diyeceğimiz “beni sorarsan” kitabını bırakarak veda ediyordu Gülten Akın. Ardından bir çok konuşan olacaktır ama onu en iyi Yıldırım Türker’in anlattığını düşünürüm ben. Ona veda ettikten sonra etrafıma bakındığımda bir köşede Mahir Çayan’ın arkadaşı Oktay Etiman’ı, öte yanda bir zamanlar idamla yargılanan oğlu Murat Cankoçak’ın arkadaşlarını görüyorum. Oktay abi ile beraberken yanımıza kendisini “Ben Mehmet Hakkı Yazıcı” diye tanıtan birisi geliyor ve sanki sabahtan beri içimde süren düşünceler tam bu anı bekliyormuş gibi, bir küçük mucize olmuş gibi onun Mamak’ta 1980 öncesi ilk sıkıyönetim ilanından sonra kısa bir süre beraber aynı koğuşta kaldığımız ve 36 yıldır görmediğim ama iyi bir insan olduğuna dair anısını içimde tuttuğum kişi olduğunu hatırlıyorum. Bir iki söz ediyoruz hep beraber ve Behçet Dinlerer’in annesinin ardından yazdığı yazıyı hatırlayarak Ayşegül Devecioğlu’na selam verip ayrılıyorum bu hüzün dolu sonbahar mekanından/zamanından.
Yazının başına ve Gülten Akın’a dönersek “Gazetelerden, televizyonlardan kan damlıyor bir yandan. Öteden salt gürültü, salt mutlu gibi yapan insan (Nasıl insan?) kalabalığı”, “ çok çiğ” bir zamandan geçiyoruz ama yine de onun bir şiiri ile umudumuzu tazeleyebiliriz diye düşünüyorum.
ÖTEKİ ZAMAN
Şeyler yolunda gitmediğinde
Öteki zamana geçiyorsun
Bir yıldız düşüyor dünyaya
Yer sarsılıyor birden
Ölü gözleriyle çocuklar
Doğmayacak güneşi bekliyor
Dağlarda
Ne çok kar ve rüzgar
Unutulan nergis
Açıncaya kadar