Geçenlerde Hrant için eski Agos’un önünde yapılan anma toplantısından sonra rast geldiğim Mustafa Devecioğlu (Ömer Laçiner’in kadim dostlarından), “Şükrü yazı yazmıyorsun ne zamandır” deyince biraz mahcubiyetle uzun süredir yazmadığımı fark ettim. Ara sıra bunun üzerine düşünüyor ve hayatımızdaki anlam azalması kadar, Enis Batur’un deyimiyle “kendimizi işimize kelepçelemenin” de bunda rolünün olduğunu söylüyordum kendime. Bir tür hayatı, benim gibi örneğin diyabetli çocukların yaşamının iyileştirilmesi çalışmalarına yoğunlaştırmak ve yaşam enerjisinin çoğunu çalışmaya ayırmak demekti bu. Gerçi Enis Batur bunu “ Yumurtaları kollamak” olarak da tanımlıyordu ve bu söze ilk kez rast geliyordum. Bu sözü okuyunca üzerinde düşündüm ve anılarım beni köyden Bursa’da yaşayan ablama getirdiğimiz bir sepet yumurtayı, Bursa garajından binmeye çalıştığımız at arabaları ( en az 50 yıl önceki zamanlar) arasında dolanırken bir atın kolumu ısırması ve bütün yumurtaların kırılmasından duyduğum üzüntüye götürdü ve belki de Enis Batur bunu kast ediyor diye aklımdan geçirdim. Aslında bir yandan da “yumurtaları kollamanın” bir tür hayata ve emeğe hürmet etmek, kendi emeğini sakınmak, heder etmemek anlamında iyi bir şey olduğunu ve benim de biraz böyle yaşadığımı teslim etmem gerekiyor. Yoksa bu ülke, küçük savrulmalar, hatalar ya da isyanlar için büyük ve bazen yaşamı hiçe sayan bedellerle ödetebiliyor ve o zaman Latin Amerika’yı anlatan bir kara mizah romanından aktarılan “ Ülkemiz ve insanlar için her şeyimizi verdik; kendimize bir şey kalmadı. Cesetlerimiz toprağın altında yatıyor” cümlesi bir kuşağın gerçekliği olabiliyor.
Toplum sağlığını her şeyin önüne koyan insanlar
Tabi insanın kendini işine vermesi, oradan yola çıkarak insanların/çocukların yaşamında dişe dokunur iyileşmeler yaratabilmesi, yani bir derde deva olabilmesi her şeyi çözmüyor. Toplumun temellerini/yörüngesini zorlayan baskı ortamı ve öznellik solduğumuz hava gibi vücudumuza karışıyor ve kendi emeğinin değerini, bütüne katkı yaparak kendi gerçekleştirme yollarını tıkıyor. Öte yandan ise her taraftaki siyaset kurumu temsilcilerinin dünyadan ve evrensel değerlerden kopukluğu, yer yer bencil bir öznellik olarak tezahür eden yıkıcı bir ideolojik/militan davranış kalıplarına hapsolması ve bundan dolayı heder olan binlerce insanı düşünmek de insanı daraltıyor. Bir an 1980 öncesi gençliğimize dönüp, o zaman insanları zora koşan yüzlerce örgüt liderinin, bugünden geçmişe baksalar kesin olarak öyle davranmayacaklarını düşünmek, geleceği kurarken mutlak hakikat dili ile konuşmanın yol açtığı çıkmazları görmek ya da dünyayı değiştirmenin tek bir yolu olmadığını, tarihin bizim yaşam süremizden bağımsız bir akışının olduğunu hissetmek de yorabiliyor insanı.
Ama tabi bu karda kışta mücadele eden, kendince direnen insanlar var ve bu sözler onları kapsamıyor. Onlardan birisi daha önce de yazmıştım şu ünlü “ Barış Bildirisi” ne imza attığı için gazaba uğrayan bir arkadaşım (https://www.kocaelidayanisma.org/tr/2016/12/27/arkadaslarimiz-universiteden-kopartilamaz-t24-sukru-hatun/). Bu hafta içinde onun da mahkemeye çıkacağını öğrendiğimden beri, kendi bedensel sıkıntılarıma eşlik eden bir iç sıkıntısı ile onun bütün bunları hak etmeyen varoluşunu düşünüyorum. Şu kendini acımasız kararlarda ve kimseye kulak vermeyen mahkemelerde gösteren devlet aygıtının insandan bu kadar uzak olduğu bir dönem olmadığını ve aslında ülkemizdeki, toplumdaki esas bozulmanın bu olduğu ne zaman algılanacak diye düşünür buluyorum kendimi. Öte yandan bugün bir toplantıda dinlediğim ve resmi çağrı ile katıldığı ve endüstriyel kirliliklerin insan sağlığına etkileri ile ilgili bir araştırmanın sonuçlarını izinsin açıkladığı için senelerce hapis cezası ile yargılanan, iddianamesi terör savcılığınca hazırlanan Gıda Mühendisi Bülent Şık gibi, toplum sağlığını her şeyin önüne koyan insanlar olmasa bu toplumun ileriye dönük sorunlarını, yalnızca kendi çıkarlarını düşünen bilim insanlarının mı sahipleneceğini, dünyada bunun örneği var mı diye sormak istiyorum.
Bir kez daha “abartlı hekimlik” üzerine
İşte buradan dan yazının başlığındaki diğer konulara gelmiş oluyorum. Yani bir tarafta yukarıda değindiğim insanlar varken, İstanbul’dan bütün ülkeye ünleri yayılan, tiroid fonksiyonları normal bir anneyi “ Sende Hashimato’s hastalığı var; 3 seans lazer tedavisi yapmak” lazım deyip, ömür boyu hasta hissetmesine neden olan; ya da diyabetin ketojenik diyet ile tedavi edilebileceği gibi bir çok bilimsel olmayan bilgiyi topluma zarar verecek şekilde (evet zarar verecek şekilde; geçen hafta Adana’dan gelen bir anne 7 yaşındaki çocuğunu 6 ay böyle beslediğini, kan şekerlerinin bir süre iyi gittiğini ama çocuğunun 1 cm uzadığını, yaptığının yanlış olduğunu sonra anladığını anlattı bana) yayan hekimler de var bu ülkede. Bir arkadaşımın deyişiyle, “çivisi çıkmış bu memleketin” dedirten bir ticari tıp uygulaması da bu ülkenin ve özellikle de İstanbul’un en önemli gerçeği. Bunun gerisinde ise hekim olmadığı halde insanları bitkilerle tedavi ettiğini söyleyenlerin devletin muteber kurullarına üye yapılması da yatıyor. Biraz bu yüzden de aşı düşmanlığı gibi insanın aklına gelmeyecek şeyler, bazı hekimler tarafından yayılıyor ve yine çoğu yoksul insanın çocukları türlü çeşit hastalığa açık hale geliyor.
Buradan açık bir şekilde söylemek isterim ki Hashimato’s hastalığı tedavisinde Lazer uygulaması bilimsel olmadığı gibi diyabetlilere de ketojenik diyet önermek de bilimsel değil. Lütfen kendinizi bu “abartılı” ve abartılı olduğu kadar da ticari olan tıp uygulamalarından uzak tutun ve toplum için çalışan insanlara sahip çıkın.