11 Mayıs 2025

Kendi beynimize limon sıkıp yiyoruz

Toplu travma yaşanıyor, kimse kimseye “iyi misin?” demiyor. İmkanımız olmadığı için de terapi yerine içimize içimize konuşup kendi beynimizi yiyoruz. Bu arada en iyi beyin, zeytinyağı ve limonla İzmir’de yenir. Gülmeyin, bu ara üst düzey anormaliz. Ayrıca kendini normal sananlara şunu söylemek isterim: Dışarıdan nasıl göründüğünüzü bir bilseniz, ah bir bilseniz...

Türk Psikologlar Derneği, 10 Mayıs Psikologlar Günü’nde şöyle dedi: Her 100 bin kişiye 30 psikolog düşüyor ve bu sayı çok düşük.

Sizce neden giderek daha çok psikoloğa ihtiyaç duyuyoruz?

Ekrem İmamoğlu’nun X hesabı kapatılınca olanlar, sadece dijital bir sansür olarak değil, toplumsal travmaya karşı mizah refleksinin en yaratıcı anlarından biri olarak tarihe geçer. Erişim engeline tepki olarak binlerce kişi hesap profil fotoğrafını İmamoğlu ile değiştirdi. Bu kez 100 binden fazla hesap “bot” muamelesi görüp erişime engellendi. Veeee sahneye yine orantısız Türk zekâsı çıktı. Sansürle mücadele için platformu terk edelim boykotu değil, içeride kalıp sansürü yenelim yolunu seçtiler, şahaneydiler. Kedili İmamoğlu, ışın kılıçlı İmamoğlu, balon patlatan İmamoğlu, kaplumbağa terbiyecisi İmamoğlu fotoğrafları üretip, İmamoğlu görseli yakalamaya uğraşan sistemi alt üst ettiler.

Baskıya karşı en iyi antikor, her zaman iyi bir espri olmuştur. Ama bu kadar mizah fazla orantısız değil mi? Neden durmadan gülerek yol bulmaya çalışıyoruz? Bu sadece bir refleks değil, hayatta kalma stratejimiz olabilir mi?

Travmanın normalleştiği bir ülkede yaşıyoruz. Akıl sağlığımızı korumak, kişisel gelişim değil, kamusal mücadele meselesi de ondan... Ipsos’un Ekim’de yayımladığı Dünya Ruh Sağlığı Monitörü Araştırması, bunun nedenini açıkça gösteriyor. 31 ülkenin katıldığı çalışmaya göre, ruh sağlığı günümüzün en büyük toplumsal sorunlarından biri ve Türkiye’de belirgin bir artış var: 2021’de toplumun yalnızca yüzde 19’u ruh sağlığını ülkenin en önemli sağlık meselesi olarak görüyorken, bu oran yüzde 30’a yükselmiş. Yani “Bana terapi lazım. Yok, yok artık herkese ve hemen terapi lazım” diyenlerin sayısı katlanarak artıyor.

Madem herkes terapiye ihtiyacım var diyor, neden önce normal olan neydi, terapiye hiç ihtiyacı olmayan insan kime diyorduk diye sormuyoruz? Ya da şöyle soralım: Kime veya neye göre normaliz biz? Ve neden bu kadar çok kişi, kendini anormal hissediyor?

Psikolojide normal, çoğunluğun davranışına benzerlik gösteren, işlevselliği bozulmamış birey demek. Ama kültürel olarak normal, genellikle “sisteme uyum sağlayan”, “sorun çıkarmayan”, “makul” kişi anlamına geliyor. Ama kim belirliyor bu makulü? Pek çok tanımı sıralasam, anormal olmayı daha hızlı seçeceğinize bahse girerim.

Düşene de güleriz ya... Ama asıl mesele şu: Bugün hepimiz biraz düşüyoruz. Ekonomik olarak, duygusal olarak, zihinsel olarak… Kontrol kaybı artık istisna değil, normal neredeyse. Ve o düşen insanlara gülmeyi bırakıp, aynaya bakarsanız fark edeceksiniz ki, asıl suret aynada duruyor. Şu an hepimiz biraz dağınık, biraz kafası kırık, fazla da gerginiz. Zaten tam da bu yüzden psikolojide asıl mesele, normal olmak falan değil; iyi olmak.

Düşüyoruz madem, bari yumuşak bir zemine düşelim- mesela bir terapi koltuğuna. Türkiye bir afetten diğerine, bir krizden diğerine savruluyor. Deprem bitmeden yangın, yangın bitmeden cinayet, onun üzerine yargı krizi, fakirlik, kutuplaşma, saldırı, istismar, intihar haberi derken bir yaramız kabuk bağlamadan yeni bir yerden yaralanıyoruz. Psikolog ihtiyacı, başımıza gelenlerin yüküyle orantılıysa, kimse karşı çıkmasın bence- herkesin en az bir yıllık terapiye acil ihtiyacı var.

Ama bu sefer de seans sırası gelmeyecek, hazır mısınız?

Rakamlar çok net: Türkiye’de ihtiyaca yetecek kadar psikolog yok. Tüm ruh sağlığı çalışanları birlikte hesaplansa bile asla yetmiyor – ki bu herkesin kendine terapist demesinden dolayı baya bir tartışmalı rakam. Zaten öyle bir sistemdeyiz ki, herkes kendine “psikoterapist” diyebiliyor. Fizikçi, “ben nörobilim çalıştım” diyor; biyolog, “zihne ilgim var” diyor; yaşam koçu “her şeyi çözdüğünü” sanıyor. Ve tüm bu curcunanın ortasında gerçekten eğitimli psikologlar hem görünmez hem de yetersiz kalıyor. Yasal zemin yok, denetim yok, etik yok, ama dert büyük. Neyse. Avrupa ortalaması kaç biliyor musunuz: 43,5. Yani bizde psikoloğa ulaşmak, doktor sırası beklemekten ziyade, piyango çıkmasını beklemeye benziyor. Piyango örneği uymadı buraya, bir an emin olamadınız, haklısınız. Çünkü şans ve tesadüf meselesi de tartışmalı bu ara malum.

Peki, bu kadar büyük bir toplumsal yükü kim, nasıl taşıyacak? Toplum; kolektif terapiye muhtaç, peki terapistimiz kim olacak? Yok ki… Tamam, idare ettik. Tamam, sustuk. “He de geç” demeyi de öğrendik. Ama artık iyileşmek istiyoruz. Çünkü böyle geçmiyor.

Bu soruyu soran ilk biz değiliz elbet. Çeşitli krizlerde kenara sıkışan birçok toplum tarihte defalarca kez şunu kendisine sordu: Kendi kendimizin, birbirimizin terapisti olabilir miyiz? Ben yekten evet diyorum. Birbirimizi iyileştirebiliriz. Psikolog yoksa, insanlar birbirine döner. Dinleyen kimse kalmayınca, bir noktada herkes birbirine seslenmeye başlar. Bazen sokakta, bazen sosyal medyada, bazen hiç tanımadığın bir taksiciye, bazen garsona, bazen komşuya, bazen yıllardır görüşmediğin bir arkadaşına… İnsanlar, kendi kendini dinlemeye, kendi kendine tanı koymaya başladığında değil, birbirini dinlemeye, birbirine anlatmaya başladığında tamir olur. Bazen mizahla dinleyeceğiz birbirimizi, bazen isyanla, bazen sadece “aaa aynen yaaa, ben de!” diyerek. Paylaşmak, iyileşmenin ilk adımı. Ne kadar çok paylaşırsak, o kadar büyük bir suskunluğu arkada bırakıyor olacağız. Kollektif terapi… Ama bu, iyileştiğimiz değil, yalnız bırakıldığımız anlamına da gelir – not düşelim bunu. Nerde bu devlet, versene terapistimi dememiz lazım, esasen.

Yüksek sesle güldüğümüz şeyler, yüksek sesle söyleyemediklerimizse, orada bir sorun da var ayrıca. Psikolojide buna “kolektif regülasyon” deniliyor. Bireyin tek başına taşıyamayacağı duygusal yük, topluluk içinde paylaşıldığında, hissedilen acı dağılıyor, hafifliyor, yön değiştiriyor. Bu doğrudan dert anlatma değil; özellikle Türkiye gibi bastırılmış duygularla şekillenmiş kültürlerde, bu paylaşım çoğu zaman dolaylı yollarla yapılıyor. Ve bu yolların başında mizah var. Duyguların sosyal işlevine odaklanan psikologlara göre, mizah, bireylerin zorlayıcı duygularla başa çıkmak için geliştirdiği evrimsel bir strateji zaten. Tehdide karşı kolektif bir hareket, sistemde yüzleşme seansı. Sonuç: Evet, birlikte iyileşebiliriz. Dünyanın en komik örgütlenme biçimi. Sarkastik tweetler, ortak espriler, viral şakalar.

İşte tam olarak bu oluyor: Bir yandan mizah yapıyoruz, bir yandan birbirimize göz kırpıyoruz. Normal değiliz ama yalnız da değiliz. Bizi susturamadıkları her kahkaha, bu düzenin sinirini bozuyor. Ve biz, tam da bu yüzden gülüyoruz.

Ve evet, burası Türkiye: Herkesin delirdiği ama kimsenin yalnız delirmediği yer.

Şükran Pakkan kimdir?

Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır.

Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir.

Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır.

Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları

Yapay zeka ve kalmayan akıl sağlığımız

Doğal zeka diskalifiye mi? Gerçekle kurduğumuz ilişki artık bilgiye değil, hisse dayanıyor. “İçime doğdu” cümlesiyle, “bence” diye başlayan anlatımlarla hayatı analiz ettiğimiz bir dönemdeyiz. Herkes her şeyi biliyor çünkü herkes her şeyin videosunu izledi

Küsenlere küsmeyenlereee…

“Kime küseceğiz nasıl olacak o iş?” diyenler için hatırlatma: Üç kere koğuş temizlendi, “iyi görüntü alamadık” diye üç kez emniyete giriş yapıldı, ip gibi dizilip kameralara poz verildi. Yooo yine de sana asla küs değiliz. Biz yüzüne tükürebildiğimiz kadar uzaklıkta olanlara küseriz. Bu yazı, eşine, dostuna, arkadaşına küsebilenlere bir memleket iç dökümüdür

Bu saatten sonra Harvard da kayyım beklesin

Trump yönetimi, Harvard’ın uluslararası öğrenci alımını durdurdu. Sebep: Yeterince yerli ve milli olmamak. Yeterince milli misin Harvard?.. Değilsin çünkü iktidarının sevmediği bir iş yapıyorsun: Meselelere kafa yoruyorsun. O yüzden hedef sensin. ABD’de rektörleri kim atıyordu, bu arada?

"
"