Son zamanlarda çevremde kendilerini kurban olarak gören bir çok insana rastlıyorum. Hayatlarının kontrolünün kendilerinde olduğuna artik inanmaz hale gelmişler. Her şey onların başına gelmiş ve kendileri hiç bir şey yapmamışlar, hep sorumlu onlar değil de başkaları nedense!
İşin kolayına kaçtıkça, öznelere sıfat takmaya başlıyorlar farkında olmadan!
“Takan hoca”, “Kötü Patron”, “Yanlış Ebeveyn”, “Nankör Dost”, “Uyumsuz Eş” vs. hep onları bulur...
Bu türün bir de ikinci bir alt grubu var. Onlar da kişisel mutsuzluğunun nedenini kurban konumuna getirilen bir grubun üyesi olmak veya ona bağlamak konusunda çok hünerlidirler.
“Eskiler, Yeniler”, “A grubu, B grubu”, “Dinozorlar, Yenilikçiler”...
İki türlü de kurban rolüne bürünmek bu kişilere nedense inanılmaz rahatlatıcı geliyor. Sempati topluyorlar veya toplayacaklarını düşünüyorlar.
Bu rolün diğer bir çekici tarafı; “Mutlulukları Konusunda Sorumluluğu Üzerine Almamaları” anlamına gelmesi tabi.
Kurban olmayı düşünmenin ekstra bir yan ürünü de; kurbanın farkında olmadan Kendisine Acıma Alışkanlığı Yapması'dır. Acıma alışkanlığı kurbanın çevresindeki herkese bir noktadan sonra zarar vermeye başlıyor. Zira kurban rolünü sürdürdükçe mutsuzlaşıyorlar. Mutsuzlaştıkça daha öfkeli hale geliyorlar. Bu öfke ile de etrafındakileri hırpalamaya başlıyor haliyle.
Bu tür tutumun sizi gerçekten mutsuz eden şeyin ne olduğunu görmenizi engellemesi de çok doğal.
Bu rolün insanları aslında kendi davranışlarının kurbanı ve mutluluk onlar bunu kavrayana kadar kapılarını hiç bir zaman çalmıyor.
İnsanların kurban rolünü seçmesi birazcık da olgunlaşmamış olmalarından kaynaklanıyor. Mutluluk olgun olmayan insanlara zaten uğramaz. Olgun olmanın en belirgin özelliği nedir diye sorarsanız, o da; ''Sizi kimsenin kurban rolüne soyundurmaya gücünün yetmeyeceğini bilmek gerçeği'' dir.
Pozitif psikoloji ile uğraşanların ifade ettiği gibi; “Bu hayatta öğrenilmiş veya öğretilmiş çaresizlik varsa öğrenilmiş iyimserlik de mutlaka olmalıdır.”
Şanslı olduğunu hissetmek, iyimser olmak bütün bunlar öğrenilebilecek şeyler yeter ki değişmek istesin insanlar.
Olumlu beklentiler içinde olmak, sezgileri dinlemek, esnek bir yaklaşıma girmek hayatınızı kolaylaştırır her zaman.
Neyi içinize çekerseniz onu dışarı üflersiniz.
Hayat yankı vadisidir.
Siz neyi çağırırsanız o da sizi çağırır.
Bu konuda İnşaat Sektörü'nün en başarılı CEO'larından biri olan ve sektörde son derece önemli projelere imza atan, başarı öyküleri kadar pozitif psikolojisi ile çevresindeki insanları kendine hayran bırakan Zekeriya Turfanda ile gönül sohbetindeyiz. Kendisini nasıl bu kadar pozitif hissetmeyi başardığını “Hayatında her şey hep mi yolunda gitti?” diye sorduğumda bana bakan gözlerindeki kocaman gülümsemesini kahkahaya çeviriyor.
“Hiç bir şey hayatım boyunca istediğim gibi gitmedi ama çıkan sonuçlara karşı cevap hakkımı en iyi şekilde kullandım . “Ne düşünürsen onu yaşarsın” diyerek devam ediyor.
Hikayesini merak ederseniz; “Trabzon'da doğduğu hastanedeki kadın doktor annesine onu götürürken “Bu çocuk çok farklı ona iyi bakın hiç ağlamıyor sürekli gözleriyle bize gülüyor” diyerek getirmiş. Gönlünde yeşeren tiyatro sevgisiyle ilkokul mezuniyet gecesinde Vali ve öğrenci velilerinin doldurduğu bir salonda doğruluğu ve dürüstlüğü savunan bilge bir avukat rolünü oynamış. Sahne performansı ile herkesi etkilemiş, büyük bir alkış alıp perde gerisine gittiğinde ise; Ayten Hocası okulu birincilikle bitirdiği için sahneye tekrar geri dönmesini ödülünü Vali'den alacağını ifade etmiş. Dönemin valisinin birincinin velisini de davet ettiğinde ise sahneye gelen rahmetli babaannesi sevinç gözyaşları dökmekten hiç konuşamamış, insanlar bu duygusal sahneyi ayakta dakikalarca alkışlamış ve o bu kareyi hayatı boyunca hiç unutamamış saklamış. Babası tiyatro olayını duyup izin vermeyince bir yandan okula başarıyla devam ederken bir yandan da müziğe merak sarmış bu kez. Fuar gazinosunda sahne alıp, şarkı söylemeye başlamış. Bir gün babası oraya gelip onu herkesin içinde sahneden indirmiş. O her şeye pozitif bakan karakteri ile başka bir arayışa girmek durumunda kalmış yine. Kentin karakteristiği gereği bu kez futbola sevdalanmış, oynadığı maçlarda Trabzonspor'un dikkatini çekip alt yapı seçmelerine çağırılmış. Gittiği seçmelerde tesadüf olarak o gün Trabzonspor'un efsanevi topçusu Hami'nin babası oğlunun bacaklarına ben-gay sürüp seçmelere odaklı bir şekilde hazırlarken, onun gözü tel örgülerinin dışında babasının peşine taktığı eniştesi nereden çıkacak telaşındaymış. Korktuğu başına gelmiş seçmeler bitmeden eniştesi ortaya çıkıp onu kulağından tutup babasına teslim etmiş. Çok sevdiği babasının dükkanı boş kalmasın, diplomasına odaklansın diyerek spor, sanat ve müzik konusunda önünü kapattığını gören sevgili dostumuz tüm ağırlığını artık eğitime vermiş. Takdirnameler birbirini kovalamış. İstanbul'da çok arzu ettiği İnşaat Mühendisliği bölümünü kazanarak özgürlüğe kavuşacağını düşünmüş. Kazandığı puan ile arzu ettiği her bölüme girmeyi hak kazandığı halde rahmetli babası bu kez onu Trabzon'da inşaat mühendisliği okumaya zorlamış. KTÜ'ye kayıt yaptırdıktan bir yıl sonra İstanbul'daki abisi anne ve babasını çağırdığında onu bırakıp kentlerin en güzeline gidip yerleşmişler. Tek başına kalan dostumuz Trabzon'da üniversiteyi bitirip, İstanbul'un yolunu tutmuş vakit kaybetmeden. İnşaat sektörünün en bilinen gruplarından birinde hemen iş bulup 25 yıl büyük bir aşk ile aynı kuruma istikrarlı bir şekilde hizmet etmiş. Sıfırdan başladığı bu önemli kurumun son on yılında Genel Müdürlük görevini başarı ile sürdürmüş. Daha sonra başka bir önemli bir grup onu önemli beklentilerle inşaat grubunun başına transfer etmiş. Geldiği noktada açılmayan kanatların büyüklüğünü hiç bir zaman bilemeyeceğine karar verip, ekibiyle kendi şirketini kurup son derece önemli projelerle geleceğe doğru kanat çırpmaya başlamış. Müşteri ve çalışanların onu tercih etmesinde temel motif, önemli projeler ve başarılar inşa ederken en büyük harcı, onun her şeye iyimser, sabırla baktıran pozitif psikolojisi olmuş. Hiç bir şeye nokta koymamış. Noktanın sonsuzluğuna inanarak, ona doğru her daim umutla kanat çırpıp durmuş”
Bu hikayeyi dinleyince Paulo Cohello'nun Portobello Cadısı isimli romanında belirttiği gibi; “Üniversitelerin patlayıp çok önemli sayıldığı bir dönemde, dünyada yükselmek için en önemli akçenin 'Diploma Sahibi Olmak' gerektiği konusunda birileri insanların kulaklarına bir şeyler fısıldamamış olsaydı; dünya bazı olağanüstü bahçıvan, aşçı, şair, heykeltraş, ressam, sporcu ve yazarlardan mahrum kalmayacaktı.” cümlesi ister istemez akla geliyor.
Evet.
İyi Koşullar=Mutlu İnsan
Kotu Koşullar=Mutsuz İnsan
diye bir formül olmadığını artık hepimiz biliyor, görüyor ve yaşıyoruz...
Unutmayalım ki; dışımızdaki güçler hayatımıza ne kadar hakim olursa olsun, her zaman bizim kontrolümüzde olan bir tek şey vardır; ''Bu da onlara vereceğimiz tepkidir!''